Belgesel LAB üyelerinden İlker Burdur tarafından hazırlanmıştır.
***********
Fotoğrafçılığın sokak veya belgesel alanlarına bir şekilde ilgi duyan, izleyen ya da bu alanlarda üretim süreci içerisinde olanların yakından tanıdığı bir fotoğrafçı: Alex Webb.
Kadrajlarında ilk izlenimlerin yarattığı karmaşıklığın, bir süre sonra ögeler arasında bir harmoniye dönüştüğü fotoğrafları, fotoğrafçılık dünyasına adım atanlar arasında sık sık izlenmekte ve takip edilmektedir.
Magnum Fotoğraf Ajansı’nın vitrin isimlerinden birisi olan, 1952 California doğumlu Alex Webb’in fotoğrafla tanışması, küçük yaşlarında amatör fotoğrafçı ve aynı zamanda bir fotoğraf kitabı koleksiyoneri olan babası aracılığı ile gerçekleşiyor. Evdeki kütüphanede babasına ait fotoğraf kitaplarını, albümlerini karıştıran Webb’i günümüzde de ününü koruyan ustaların ustası Henri Cartier-Bresson’un “Decisive Moment – Karar Anı” kitabı derinden etkiliyor. Kitapta anlatılanlar ve Bresson’un ünlü Valencia fotoğrafından öylesine etkileniyor ki, bu fotoğrafa baktıkça nasıl böyle görebileceğini ve bunu nasıl bir fotoğraf haline getirebileceğini düşünüyor.
1960’ların ikinci yarısına denk gelen ergenlik dönemi, hem kendisinin hem de Amerikan fotoğrafçılığının farklı yön ve bakış açılarına sahip olduğu bir dönem olarak karşımıza çıkıyor. Harvard Üniversitesi’nde hukuk ve eş zamanlı olarak edebiyat eğitimini tamamlayan Webb, bu eğitimlerle yetinmiyor ve 1972 yılında Carpenter Görsel Sanatlar Akademisi’nde fotoğrafçılık üzerine çalışıyor.
1975 yılında kariyer anlamında foto muhabirliğiyle profesyonel olarak yoluna devam eden Webb’in bu dönemini “siyah-beyaz yılları” olarak nitelendirebiliriz. Life, New York Times Magazine gibi dönemin popüler yayınlarına Güney Amerika şehir hayatını anlatan fotoğraflar üretmeye başlıyor. Bu yıllardaki işleri daha çok foto muhabiri refleksiyle yapılmış işler olsa da, etkilendiği fotoğrafçıların üslubunu yansıtıyor. Birçok röportajında referans olarak gösterdiği Lee Friedlander ve Charless Harbutt gibi fotoğrafçıların tarzından etkilendiğini ifade eden Webb’in, belgesel fotoğrafçılık anlamında “orada olmak” kavramı üzerinde sıkça durduğu bir olgu olarak çıkıyor karşımıza.
1976 yılında kabul edildiği Magnum Ajansı’ndan sonra kariyerinde belki de önemli bir dönemece giriyor. Sık sık yaptığı Güney Amerika seyahatlerinde, oradaki renk cümbüşünü siyah beyaz fotoğraflarla istediği gibi yansıtamadığını düşünüyor. Etkilendiği ustalarının da dediği gibi yeni yerler ve yeni mecralar arayan Webb bu dönemlerde fotoğrafik anlamda bir çıkmaza düştüğünü hissetmeye başlıyor. Kendisine bir yön aradığı bu zamanlarda, Graham Greene’in “The Comedians” kitabıyla birlikte kendisini Haiti’ye giden bir uçakta buluyor. Hatırlatalım, kendisi edebiyat alanında eğitim görmüş birisi ve edebiyatın gücüne her daim inanıyor.
Politik açıdan karışık bir ülke olan Haiti’de gördükleri, renkler ve insanlar hem kişiliğinde hem de fotoğrafçı kimliğinde bir dönüşüme etki ediyor. Hissettiklerini, izleyiciye aktarmak istediklerini artık renklerle ve renkli fotoğraflarla aktarmaya karar veren Webb’in bu kararı alması pek de kolay olmuyor zira o dönemlerde kendi jenerasyonunda renkli fotoğraf herhangi bir duygu içermeyen, yalnızca ticari amaçlı (reklam, afiş) çekilen bir tarz olarak değerlendiriliyor. Fakat renklerin yalnızca renk olmadığı, yaratılan kadrajda ve gösterilen olayda mutlaka bir şeyler anlattığını düşünen Webb’in, Meksika-Amerika sınırı, Karayipler, Afrika’nın birçok bölgesine yaptığı seyahatler tarzının olgunlaşmasında önemli bir dönüm noktası olarak nitelendirilebilir.
Edebiyat tutkunu olan ve edebiyatın fotoğrafçılığında büyük etkisinin her daim altını çizen Webb’e, hem şair hem de fotoğrafçı olan eşi Rebecca’nın da sanatsal anlamda desteği oldukça yüksek. Rebecca’nın kendisine göre daha şiirsel ve incelik dolu olduğundan bahseden Webb’in bugüne kadar çıkan kitaplarının tamamına yakınında Rebecca’nın editöryal katkısını olduğunu da belirtmeden geçmemek gerekir.
Webb’in tarzı, izleyiciye ilk bakışta oldukça karmaşık gelen fakat izlenen fotoğrafa birkaç kez daha dikkatli bakılmasını sağlayan bir izlenimdir. Kadraj içerisinde yer alan her bir öge kadrajı tamamlayan ve aynı zamanda kendi içerisinde bir anlatımı olan leke olarak değerlendirilebilir.
Belgesel türündeki fotoğraflarında sık sık vurguladığı “orada olmak” kavramı, Meksika sınırında yer alan bir tarladan sınırı geçmeye çalışan göçmenler ve polisleri görüntülediği fotoğrafta net olarak karşımıza çıkıyor. Bu fotoğrafı, sınırda göçmen geçişlerini fotoğraflamak amacıyla gittiği anda hareket halindeki arabasından fark etmiş ve hemen oraya giderek çekmiştir.
2007 yılında yayınlanan “Istanbul: City of a Hundred Names” kitabında; 1960 yılında ilk defa geldiği İstanbul’da, duman altı kahvelerini, bin bir çeşit baharatların satıldığı pazarları büyük bir merak içerisinde fotoğraflamak istediğini söyler. İlk gelişinden 30 yıl sonra geldiği İstanbul’da bu hatıralarını bulamadığını fakat daha başka bir olguyla karşılaştığından bahsetmektedir. Bu olguyu; Boğaz’ın bir sınır olarak kabul edildiği şehirde, geleneksellikle modernliğin, sekülerizmle mütedeyyinliğin buluşması olarak ifade etmektedir.
Yazımızın ilk kısmında da belirtildiği gibi ilk bakışta oldukça karmaşık gelen fakat bir süre sonra tek sesli bir koroya dönüşen fotoğrafları, Alex Webb tarafından “dünyanın bir hali yorumsal sunumu” olarak tanımlanmaktadır. Her bir kitabı kendi içerisinde farklı bir duyguyu ve kavramı yansıtan Webb’in son ve kariyerinin önemli işlerini topladığı “Suffering Of Light” kitabının isim babası kabul edilebilecek ünlü Alman filozof Goethe’nin dediği gibi :
Renkler, ışığın eylemleri ve ızdıraplarıdır.
Bize Ulaşın