Tarih tekerrürden ibarettir; ya da hep öyle derler. Tarih, aynı yerlerden farklı zamanlarda geçmektir. Zamanın tarihi, 1839’dan beri fotoğrafın da tarihidir.
Aynalar… Escher’in içinde büküldüğü fantastik ayna, Velasquez’in (Las Meninas) Nedimeler’inde içindekilerle tüm oda olan ayna ya da Jan van Eyck’ın yeni evli çiftini (Arnolfini Ailesi) duvardaki aynada eline fırçasıyla kutsayışı. Aynalarda kendilerini taparcasına seven insanlar: “En güzel hangimizdik?”
Bir aynada Rolleiflex makinesiyle Robert Capa; uçuşan anların peşinde.
Bir aynanın üzerinde, suretiyle baş başa John Steinbeck; pozun ayarlanmasını beklerken, bakışları anılarıyla yüzleşir gibi. Bir aynanın içinde, ikisi de çok yalnız.
Fotoğrafçılar bilirler, özellikle çekimin sonuna doğru, çektikleri kişiyle birlikte fotoğrafın içinde olmak isterler. Tarihi saptarken, tüm zamanlarını fotoğraf makinelerinin arkasında geçirenler, bazı karelerde kişi ya da objelerin yanında olmayı arzu ederler. Bunun için, ya kendi beslek “self timer”ı ayarlayıp kısa sürede objektifin önüne doğru koşarlar ya oradaki birinin eline makineyi verirler ya da aynadaki yansımalarını bulundukları açıdan çekerler. Artık önemli olan zamana tanık olmak değil; tanık olunan zamanın “içinde olmak”tır.
Capa, İspanya’dan Kuzey Afrika’ya, Sicilya’dan meşhur D-Day’de Normandiya kıyılarına kendi savaşlarını erteleyip, başkalarının savaşları için cepheden cepheye koşarken, aynada Steinbeck ile esir kalan görüntüsünün önümüzden akıp geçen zamanın içinde yeniden anlam bulacağını tahmin edebilir miydi?
Yüzü görünmüyor Capa’nın, dikkatle konusuna odaklanmış. Leica değil, bir Rolleiflex bu kez elindeki makine. Dünyayı dikdörtgene değil, kare formata sığdırma derdinde. Onca savaşın karşısında dimdik duran Capa, Steinbeck’in önünde başını eğmiş. Çektiği fotoğrafların tümünde olduğu gibi, yaşamı kayıt ederken aldığı ifade yine seçilmiyor.
Aynanın çerçevesi, fotoğraf makinesinden önce sarıyor görüntüyü. Capa’nın elleriyle makinesini kavrayışı, bir balerinin finalde aldığı poz gibi. Sağ eli sol elinin yerinde, aynanın söylediği yalana inanmayı yeğliyor. Saf tutuyorlar dört çizginin arasında, fotoğrafın ıstavrozunda. Capa vizörden Steinbeck’e, Steinbeck aynadan bize, biz de geçmişin büyülü sandığımız günlerine bakıyoruz. Net alanın dışında kalan Steinbeck’in başı da bu anların iki ayrı âlemde aynı saman aralığında yaşandığının gösteriyor. Fotoğraf 1947 tarihli… John Steinbeck 45 yaşında ve altın çağını yaşıyor.
Steinbeck kapitalizme, emeğin sömürülmesine, açlığa, yoksulluğa karşı hep direndi. Direnişini, sıradışı kahramanlarının olağanüstü çabalarıyla dışa vurdu. Sardalye Sokağı, Yukarı Mahalle, İnci, Bitmeyen Kavga, Fareler ve İnsanlar ve elbette cehennemin son meyvesi Gazap Üzümleri ile yaşamın içinden çıkıp evlerimize kadar geldi.
Gazap Üzümleri, John Steinbeck’in de tanık olduğu Amerika’nın bunalım yıllarında geçer. Konusunu, Joad Ailesi’nin trajedisi çevresinde, iş bulma ümidiyle yollara düşen tarım emekçilerinden alan Gazap Üzümleri, romanıyla Steinbeck’e Plutzer, filmiyle John Ford’a Oscar getirmiştir.
İyi günde, kötü günde; ölüm ayırıncaya dek Steinbeck, sömürü ile olan mücadeleyi yazmaktan Capa da savaşların ve savaşanların fotoğraflarını çekmekten hiç vazgeçmedi. Her ikisi de önlerine çıkan aynaların kendilerini yansıtmasına ses çıkarmadılar. Her fırsatta aynalar, sözcükler ve fotoğraflarla kendilerini çoğalttılar.
Capa, yaşamın, bizim girmeyeceğimiz aynalarından birine girdi ve orada sonsuza dek kısılı kaldı. Magnumun bu gözüpek fotoğrafçısı, 1954 yılında, 41 yaşının baharında Çinhindi’nde mayına basarak öldü.
Yaşam denen şey, belki de fidanları Babil’den getirilmiş gazap üzümlerinin yetiştiği bir asma bahçesiydi.
Bize Ulaşın