İstanbul fotoğraflarının klişeleri vardır.
Kubbeler, minareler, cami siluetleri, martılar, seyyar satıcılar, kediler, köpekler, varoşlar, çocuklar, Galata Köprüsü balıkçıları İstanbul fotoğraflarının başrol oyuncularıdır.
Bu klişeler, fotoğraf makinesinin taşınabilir boyutlara geldiği dönemde Avrupalı fotoğrafçıların pazarladığı oryantalist bakış açısının mirasıdır. Önceleri Kuzey Afrika ve kutsal topraklar (Kudüs) ardından İstanbul’dan Hindistan’a uzanan İpek yolu o dönem fotoğrafçılarının ilgi alanı olmuştur. Bu coğrafyadan elde edilen görüntüler oryantalist bir bakış ile Avrupa’ya pazarlanmış ve hayli alıcı bulmuştur. Talep arzı oluşturmuş, hikâye alıcının isteği doğrultusunda şekillenmiştir.
Kentleşme İstanbul için yeni bir kavram değil şüphesiz. Bazı kaynaklar Latin istilası öncesi (12.yy) nüfusun bir milyon civarında olduğunu yazıyor. İstilanın sürdüğü yarım yüzyıldan fazla geçen süre sonunda, kentin büyük bir tahribata uğradığı, sistemli bir şekilde yağmalandığı, nüfusunun ise yüz bine gerilediği anlaşılıyor.
İspanyol elçisi Clavijo 1400’lü yılların başında İstanbul’u “ağır tahribata uğramış büyük bir köy” olarak tanımlar. İstanbul’un fetihten sonra nüfusu yeniden artmaya başlar. Kanuni döneminde, bir kısmı kenar mahallelerde ama büyük bölümü bugünkü Beyoğlu bölgesinde olmak üzere beş yüz bin kişi yaşar. Bu dönemde İstanbul dünyanın en kalabalık şehri unvanını kazanır. Çok katmanlı, çok kültürlü, çok renkli ve canlı olan İstanbul saraylarıyla, camileriyle, sokaklarıyla ressamların, şairlerin, yazarların ilgi alanı olmaya devam eder.
Fotoğraf makinaları İstanbul’un saraylarına, kubbelerine, martılarına dönükken diğer tarafta kapitalizmin kalıplarına uygun yeni bir kent hikayesi yazılmaya başlar. 1950’den itibaren ve özellikle son 25 yılda; mahalle kültürü yok edilmiş, insanları yalnızlaştırılmış, görünenin aksine giderek tenhalaşan, dünyanın diğer büyük şehirleri gibi sıradanlaşmış bir kent hikayesi ortaya çıkar.
Mahallelerin yerini yüksek yapılı siteler ve AVM’lere bıraktığı, sokak futbolunun halı sahalara taşındığı, çocuk oyun alanlarının atari salonlarına dönüştüğü bu dönem en az Latin istilası kadar tahribat yaratmıştır.
Özellikle fotoğrafa yeni başlayan İstanbul fotoğrafçılarının İstanbul klişelerinden bir türlü uzaklaşamadıklarını gözlemliyorum. Bu bir eleştiri değil, bir tespit sadece. Ancak, objektifler Balat’a, Haliç kıyılarına veya Zürafa Sokak’a dönükken ya da eline izmarit tutuşturulmuş bir çocuğu fotoğraflarken, içinde bulunduğumuz dönemin insan ruhuna yaptığı tahribata tanıklık edememek bir hayli üzücü.
Bugün çekilip ortaya konulan İstanbul fotoğraflarının anlattıkları ile 1950’li yıllarda çekilen fotoğrafların anlattıkları arasında bir miktar fark olmasını bekliyor insan. İstanbul sadece martılardan, varoşlardan, kentsel dönüşüm hikayelerinden, kubbe ve minarelerden ibaret olamaz. Fotoğrafçının tarihe tanıklığı için objektiflerin giderek bireyselleşen İstanbul insanına odaklanması da gereklidir.
Bununla birlikte, son dönemde sokak fotoğrafçıları kanalı ile İstanbul insanına direkt dokunan çalışmaları keyifle izliyorum (Sokak fotoğrafçılığı aslında birçok yabancı kaynakta belgesel fotoğraf dalının başlangıcı olarak kabul edilir). Ancak bizdeki birçok sokak fotoğrafçılığı çalışmasının, amacının biraz dışında kaldığını da gözlemliyorum. Genellikle ışık oyunlarının ve kontrasın bolca kullanıldığı bu fotoğrafların birer grafik çalışması ötesine gidemediğini düşünüyorum. Oysa fotoğrafçılığın bu dalının günümüz İstanbul’una ve giderek bireysel hale getirilen İstanbul yaşamına tanıklık yapması mümkün.
İstanbul Nerede?
Burası İstanbul Olmalı fotoğraf serisi İstanbul’un ne çarpık yapılaşması ne İstanbul’a yurtiçi ve yurtdışından göç ne de bunların sonuçları ile ilgilenmiyor.
Bu çalışmanın temel kaygısı kapitalizmin sonuçlarından biri olan bireyselleşmeye tanıklık ederken toplumsallıktan bireyselliğe ve giderek tenhalaşmaya uzanan değişimi gözlemlemektir. Bir başka deyişle, bize fotoğraflarda anlatılan egzotik, renkli, çok kültürlü, taşı toprağı altın, harika gün batımlı İstanbul nerede? sorusunu sormaktır.
Meraklısı İçin Notlar:
- Projeye başlarken Filistinli yönetmen Elia Suleiman’ın “It Must Be Heaven” filminin sakin ve tenha kadrajlarından etkilendim.
- Genel olarak 2×1,1 oranda günümüzde fotoğraf için çok da tercih edilmeyen bir kadrajı tercih ettim. Bu tercihin temel nedeni aslında fotoğrafçıların ortak mecrası haline gelen sosyal medya aracı Instagram’dır. Bilindiği gibi Instagram fotoğrafçıya belirli bir kadraj oranını dikte eder. Oysa fotoğrafçı bunun daha fazlasını hak etmektedir. Aslında bu kadraja Instagram’a inat kullanılmış bir kadraj da diyebiliriz.
- Şüphesiz bu oranın kullanılmasındaki tek neden bu değil. Fotoğrafların bir anahtar deliğinden bakılıyormuş gibi değil de, hikayenin bir sinema koltuğundan izleniyormuş hissini yaratmaktır. Çalışmanın zorluğu da buradadır. Bir kere izleyicinin bir telefon ekranından değil de büyükçe bir bilgisayar ekranından çalışmayı izleyeceğini umut etmek gerekiyor. Diğer bir zorluk baskı için yeterli büyüklükte veriyi oluşturabilmek gerekiyor. Çünkü bu kadrajı elde etmek için elde edilen görüntünün en az 1/3’lük kısmı atılıyor.
- Bu nedenle fotoğrafların büyük bölümü orta format bir fotoğraf makinası ile çekildi. Bunun dışında zorunlu hallerde bir cep telefonu ile de çekimler yapıldı. Bu noktada, çalışma sırasında elde ettiğim şu tecrübeyi de aktarmalıyım. Özellikle, fotoğrafı PS ile işlemek gerektiğinde cep telefonu ile elde edilen görüntülerin beni tatmin etmediğini söylemeliyim.
- Tüm görüntülerin insan gözünden izlenmesini istedim. Fotoğraflar yaklaşık 40mm (FF karşılığı) veya buna denk lenslerle çekildi. Kadrajlar doğal kurgusunda bırakıldı. Dışarından hiçbir kadraja müdahale edilmedi. Her bir kare uzun süre beklenerek oluşturuldu. Bazı kareler için aynı yere birkaç kez gidilerek serinin çekimleri tamamlandı.
Proje hala devam etmekte olup kitaplaştırılması hedeflenmektedir.
Bize Ulaşın