Artık önemli olan ülkelerin sömürgeleşmesi değil zihinlerin ve düşünce dünyasının sömürge haline getirilmesidir.
Çağdaş ve çağdaşlık, önüne bu kelimeyi koyarak ifade ettiğimiz her şeyi yani çağdaş yaşam, çağdaş sanat, çağdaş roman, çağdaş görüş v.s. gibi ifadeleri havada asılı bırakıyor. Bunları söylerken felsefi olarak ele alınan “Çağdaş Gerçekçilik” kavramı, hiper gerçekçiliğin öne çıktığı günümüzde ayrı bir değer ve anlam kazanmakta.
Çağdaş kelime anlamına bakıldığında “aynı çağda yer alanlardan, olanlardan, geçenlerden ya da yaşayanlardan her biri” veya “içinde bulunulan çağda yer alan, olan” gibi herkes tarafından kabul edilebilecek ifadelerle karşılaşmak mümkün. Ancak Türk Dil Kurumu’nun (TDK) tanımı oldukça ilginç; Çağdaş olma durumu, çağcıllık, modernlik, asrilik, muasırlık, modernizm. Açıklanmak istenen bir kavramın kendisiyle ve açıklanması gerekli başka kavramlarla açıklanmaya çalışmasıdır ilginç olan.
Eklememiz gereken “ait olduğu çağa uygun olan şeyin değişen çağlara da anlamını kaybetmeden uyumlu olması” çağdaşlık ve çağdaş olmanın bir gereği olmayacak mıdır? Paulo Coelho’nun “Zahir” romanının 70 ve 71’nci sayfalarında yer alan şu bilgiye göz atalım: “Bugün bir tren istasyonuna gittim ve öğrendim ki tren raylarının birbirinden uzaklığı daima 143.5 santimetre olurmuş. Neden böylesine saçma bir ölçü? Şöyle ki: İlk tren vagonlarını yaptıklarında insanlar at arabalarını yaparken kullandıkları aletleri kullanıyorlarmış. Peki vagonların tekerlekleri arasında neden bu kadar uzaklık var? Çünkü arabaların geçtiği eski yolların genişliği bu kadarmış. Ve neden? Çünkü onların savaş arabaları iki atla çekiliyormuş ve atlar yan yana durduğunda, genişlikleri 143.5 santimetreymiş. “Böylece trenlerimizin kullandığı rayların arasındaki uzaklık Romalılar tarafından yolları inşa etmeye başladıklarında bu genişliği değiştirmeye gerek duymamışlar ve o şekilde kalmış. Bu uzay mekiklerinin yapımını bile etkilemiş. Amerikalı mühendisler yakıt tanklarının daha geniş olması gerektiğini düşünmüşler, fakat tanklar Utah’da imal ediliyor ve oradan Florida’daki uzay merkezine trenle nakledilmeleri gerekiyormuş ve trenlerin bu yolda geçecekleri tünellerden, daha geniş hiçbir şey geçemiyormuş. Ve böylelikle onlar da Romalıların ideal olduğuna karar verdiği bu ölçüyü kabul etmek zorunda kalmışlar.”
Rayların çağdaşlığından bahsedebilir miyiz? Muhtemelen hayır. Değişim göstermeden kullanıldıkları çağın gereğine -bir şekilde- uygun olmayan bir tasarım ilkesine dayanmaktadır. Diğer yandan hala sorunsuz kullanılabildiğine göre çağdaş olduğunu söyleyebilir miyiz? Evet.
Çağdaş olmanın ya da çağdaşlığın başlangıcı olabilir mi? Şeyler ihtiyaçları karşılamada yetersiz kalıp değişim başladığında “çağdaş olmak” söz konusu olacaktır. Ve bunun her “şey” için farklı başlangıçlar ortaya çıkarması kaçınılmazdır. Raylara tekrar bakarsak, “mono ray” kullanılması (üstelik askıda modeli de var)
Ya da “Maglev Treni” olarak tanımlanmış mıknatıslar üzerinde giden ve hızı 600 km/saat olan trenlerin (Pekin – Şangay seyahatimde binmiştim. 350 km/saat hıza çıkmıştı) tasarımı “Çağdaş Tren ve rayları” tanımını söylememizi sağlayacak mı? Evet. Böyle olsa bile klasik trenlerin çağdaş olmadığı anlamına da gelmeyecektir.Görüldüğü gibi insan yaşamını kolaylaştıran araçlar için “çağdaşlık” üzerine konuşmak kolay olacaktır. Benzer yaklaşımı telefonlar ve fotoğraf makineleri için yapabilirsiniz.
Ancak çağdaşlığın fikirler, akımlar ve kavramlar üzerine ele alınması dikkatli olunması gereken daha zor bir iş. Dolayısıyla geçmişte herhangi bir alanda topluma önderlik etmiş insanların fikirlerini, sözlerini ele alırken enine boyuna düşünülmesi gerekir. Eğer bu fikirler içinde bulunulan zaman diliminde geçerliliğini tekrar ve tekrar kendi kendine ispat edemiyorsa bu fikirlerin çağdaşlığı sorgulanmalıdır. Unutulmaması gereken önemli bir nokta da şudur; çağdaş gerçekçiliğini kaybetmiş ya da kaybetmeye yüz tutmuş bu fikirler bir şekilde güç tarafından dayatılmaya çalışılabilecektir. Bunun zorla ya da algıya etki edecek iki yolu olduğunu ifade etmeden geçilmemesi gerekir. Bu iki yöntem de bilgisi olmayan ve öğrenmeye çaba göstermeyen, sorgulamayan zihinlerde etkili olacaktır.
Çağdaşlık kavramıyla bir çelişki yaratabilecek yenilik, yenileme, yenilenme gibi kavramları da göz önünde tutmak gerekecek. Hatta, belki de çağdaşlık ve yenilik çok yerde birbirinin yerine bile kullanılabileceği riskini göz ardı etmemek gerekir. O halde sorulmasa olmaz; geçmiş bir çağa ait olan şey içinde bulunduğu çağın kendisine getirdiği imkanlarla yeni bir şey olduğunda çağdaş mı olacaktır? Gerçi yukarıdaki tren rayları örneğinde bunun olabileceğini hem de olamayacağını üstü kapalı olarak ifade edildi.
Server Tanilli, Şişli Siyasal Bilgiler Yüksek Okulu’nda okuttuğu uygarlık tarihi dersinin 2 Aralık 1977 tarihindeki yıllık açılış konuşmasını “Çağdaşlıktan Ne Anlıyoruz?” konusu üzerine yapar. Bu konuşma daha sonra Birikim Dergisinin 37’nci sayısında yayınlanmıştır. Konuşmasını Çağını tanımak, Milli bağımsızlığa inanmak, Laik olmak ve Demokrasiye inanmak olarak dört başlık altında ele alır. Tabii ki bu başlıkları çoğaltmak ve alt kavramlarından bahsetmek mümkündür. Ancak Server Hocanın bu başlıklar altında ortak olarak ele aldığı gerçeklik kavramını gözden kaçırmamak gerekir. Her çözümün ve her tanımın kendi problemleri ve sorularıyla gelmesinin kaçınılmazlığı altında şunu sorabiliriz: çağdaşlığın evrensel bir tanımı yapılabilir mi?
Görüldüğü üzere çağdaşlık tanımı yapmaya çalışırken aslında kavrama gözlemlerle dolayısıyla örneklerle yaklaşmak daha açıklayıcı oluyor. Bu kavramın en belirgin özelliği de bir başka kavramı veya ifadeyi kolayca tamlayabilmesidir. Yani çağdaş eğitim, çağdaş ev, çağdaş roman, çağdaş müzik, çağdaş sanat gibi ifadeler ne kadar anlamlı geliyorsa çağdaş gerçeklik gibi bir genel ifadeyi “fotoğrafta çağdaş gerçeklik” diyerek sanat içinden cımbızla çekip alabiliriz.
Eleştirel Gerçekçilik – Toplumsal[i] Gerçekçilik
Genel
Çağdaş gerçekçilik başlığı altında György Lukacs (Macar Marksist filozof) 1950’li yıllarda “Meaning of Contemporary Realism / Çağdaş Gerçekçiliğin Anlamı, Payel Yayınları, İkinci basım 1975” kitabında ele aldığı “Eleştirel Gerçekçilik” ve Toplumsal Gerçekçilik” kavramları ele alınır. Lukacs Marksist estetiğin ateşli bir savunucusu olarak estetik içinde bu kavramları edebiyat eserleri ve yazarlarının tarzları ile ele alır. Lukacs’ın kitabının ön sözünde şu açıklamaya gerek duyar: “Bu inceleme kitabı Sosyalist enternasyonalin 20.Kongresinden önce kaleme alınmıştır”. Ve devam eder: “20. Kongre’yi izleyen tartışmalarda, ‘yozlaşma’ ve ‘toplumcu gerçekçilik’ gibi Marksist kavramları reddeden ve bu sonuncu kavramı, kültürel ilerlemeye engel sayan paralel bir revizyonizm edebi eleştiri alanında da ortaya çıktı”. Bu tartışmanın genişleyerek 22. Kongrede de devam ettiğine not düşer. Lukacs’ın kitabında bir orta yol bulmaya ışık tutmak istediğini ifade eder. Ve edebiyat üzerinden anlatmaya devam eder.
Not: edebiyatta bağlamıyla sanatta gerçekçilik üzerine Erich Auerbach (1892-1957)dünya çapında ünlü Mimesis: The Representation of Reality in Western Literature’ı (Mimesis: Batı Edebiyatında Gerçekçiliğin Temsili) eserinden bahsetmek gerekir. Avrupa edebiyatında referans olarak kabul edilen bu kitap İthaki Yayınları tarafından 2019 yılında piyasaya sürüldü. Auerbach, 1936 yılında İstanbul Üniversitesi’nde kurulan Romanoloji Bölümü’nde görev yapmak üzere nazilerden kaçarak gelmiş ve kitabı bu dönemde yazmıştır.
Eleştirel Gerçekçilik
Eleştirel gerçekçilik toplum bilimlerin, doğa bilimlerinde olduğu gibi bilimsel olarak incelenebileceğini savunan bir bilim felsefesidir. Aynı zamanda bilimin gözlemlere dayanılarak elde edilen bilgi olması görüşüne de karşıdır. Bu felsefenin temeli var olanın, bilinenin ve gözlemlenenin aynı olmayacağına dayanır.
Eleştirel gerçekçiliğin en temel varsayımlarından biri insan düşüncesinin dışında yapılanmış, derinliği ve katmanları (stratified) olan bir gerçeklik olduğu ve bilimin amacının bu gerçekliği ortaya çıkarmak olduğu fikridir.
Eleştirel gerçekliğin esas aldığı bir diğer kabul de şudur; Doğa bilimleri bile bazı (burada “bazı” yerine “belli” kelimesi belki daha doğru olacaktır) gözlemlerini kapalı laboratuar ortamında yaptığı deneylerle (en bilinen CERN de yapılan atom parçacık hızlandırıcı ile gözlemlenen “Higgs bozonu parçacığı” deneyini hatırlamakta yarar var) elde eder. Ve bu olaylar doğada kendiliğinden ortaya çıkmaz. Dolayısıyla deney bilgi için (epistemolojik olarak) önemli olsa da doğa da var olmasının (ontolojik olarak) önemi yoktur. Eleştirel gerçeklik, doğada ve toplumsal sistemlerde (ki bu sistemler laboratuar gibi kapalı ortamda oluşmamaktadır) deneylerde yaratılan düzenliliğe (buna deney sürecinin ve iş akışının planlanması olarak düşünebiliriz) rastlanmadığını ön görür. Ancak John Nash’in ortaya koyduğu “Oyun Teorisi” düzensizliğin bile bir düzen ve denge içinde olduğunu göstermektedir. O halde eleştirel gerçekliğin bu ön görüsüne katıksız katılmak mümkün olmayacaktır.
Toplumsal Gerçekçilik
Toplumsal gerçekçilik, toplumun sosyal, ekonomik, politik ve kültür özelliklerinden hareketle bireylerin yaşam koşullarına dikkat çekmek ister. Sanatçı eserinde toplumun yaşadığı zorlukları ve olumsuzlukları vurgulamak ve gözler önüne sermek için çaba sarf eder.
Toplumsal gerçekçilik kavramının temeli 19. Yüzyılın edebiyattaki gerçekçilik akımından etkilenir. Flaubert, Zola ve Balzac en bilinen yazarlarıdır. Zaten Lukacs kitabında bu yazarlar ve eserlerinden sürekli bahseder. Bu gerçekçiliğin toplumsal gerçekçiliğe evrilmesi Marksist estetik ve sosyalizm içinde ele alınmasıyla olur. Dolayısıyla ideolojinin söylemleri işçi ve köylü tiplemeleri ile iyi niyet, yüceltme, coşku gibi duygular eşliğinde sanat eserlerinde yer verilir.
Görüldüğü gibi eleştirel gerçekçilik aksine öz ve anlaşılır bir tanımı vardır. Edebiyatımızda Yaşar kemal ve Fakir Baykurt ilk akla gelen yazarlarımız. Toplumsal gerçekçilik, fotoğrafta Anadolu’ya 1950’li yıllardan itibaren açılarak etkisini gösterir. Fikret Otyam fotoğrafları, resimleri ve kitaplarıyla bu akım içinde bahsedebileceğimiz önemli bir isimdir. Anmadan geçemeyeceğim diğer isim ise Cafer Tayyar Türkmen (1920 – 2007) dir.
Ara not
Toplumsal gerçekçilik başlangıcı 19. yüzyıla dayanmış olsa bile bizde 27 Mayıs 1960 ihtilalinden sonra sanatçılar ve toplumda karşılığını yoğun olarak almaya başlar.
Toplumsal gerçekçilikte tasvirlerde ve insan tiplemelerinde günlük hayatta karşılaştığımız gibi olması okuyucunun ve izleyicinin kendinden bir şeyler bulması aktarılan fikirleri kolayca algılamasının temeliydi.
Aslında bu durum çok daha önce ABD de fark edilmişti. Fotoğrafta Lewis Hine (1874-1940), Dorothea Lange (1895-1965), Walker Ewans (1903-1975) adlarının toplumsal gerçekçilik akımı öncülerinin ilk akla gelenler olduğunu söylemek doğru olur. Benzer çok fotoğrafçı sayılabilir. Ortak yönleri yaptıkları çalışmalarda ortaya koydukları toplumun yaşam koşullarının zorluklar, yoksulluklar ve olumsuzluklardır. Toplumda karşılığını bularak ciddi tepkilere yol açması dönemim hem siyasi hem de ekonomik güçlerinin yaşam koşullarını iyileştirme yönünde tedbirler almasına yol açmıştır. Fotoğrafın (belki de görsel sanat diyerek sinemayı da işin içine dahil etmek gerekecek) toplumu harekete geçirme özelliği bu güçlerin gözünden kaçmayacak ve amaçları doğrultusunda nasıl kullanacakları arayışına girmelerine sebep olacaktı. Sanatın ve kavramların yozlaştırılarak amaca uygun hale getirilmesi kaçınılmazdı. Özellikle “çağdaşlık” ve “Toplumsal gerçekçilik” akımının üzerine oynamak şart olmuştu.
Gerçekçiliğin Yozlaştırılması
Siyasal ve ekonomik güçlerin çabası ve yönlendirmesiyle gerçekçiliğin güncel -içinde bulunduğumuz dönemdeki- dünya düzeninde (kurulan ya da kurgulanan demek nasıl olur?) tanımlanmış olan çağdaşlık anlamı (Çağdaş dünya düzeni. Oldukça güzel bir ifade oldu) içinde küreselleşmeden (Ne kadar masum bir kelime. Sanki tüm insanların eşitliği algısını ortaya koysa da asıl anlamı gittikçe artan farklılıklar ve kültürler üzerinde sosyolojik, kültürel, jeopolitik ve ekonomik hegemonya kurma çabası) etkilenmemesi imkansızdı.
Pop Art ile Andy Warhol’un Marilyn Monroe’nun ölümünden sonra Niagara filmindeki tek bir görüntüsünden 50 adet kullanarak yaptığı poster MM’nun ikonik gerçek fotoğraflarına olan ilgiyi hem bu postere hem de kendi üzerine çekmiştir.
“Aydınlanma insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olamayış durumu ise insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır”[i]
Immanuel kant
Böylece “çağdaşlık” adına toplumsal gerçekçiliğin değişimi yıllar içinde hızlanmak üzere başlamıştır. Dolayısıyla çağdaş gerçekçilik olarak ifade edilen eleştirel ve toplumsal gerçekçiliğin hormonlanarak mutant haline gelmesine az bir zaman vardır.Bu noktada;“gerçeğe yalnız yalan söyleyerek ulaşılabileceği öğrenilmişti[ii]…”
[i]Immaunel Kant, “Aydınlanma Nedir” Sorusuna Yanıt (1784), çev. Nejat Bozkurt, Toplumbilim, Sayı 11,Temmuz 2000, s. 17.
[ii]Hoşça Kal Columbus, Philip Roth, İman Muhafızları Hikayesi, Sayfa 182, YKY, İstanbul, 2013
Fotoğrafta Çağdaş Gerçekçilik
Fikret Otyam 1950’li yıllarda Anadolu’da yaptığı seyahatlerin röportajlarını “Gide gide” olarak Cumhuriyet Gazetesinde tefrika edilmesi ve çektiği fotoğraflar ve daha sonra kitap haline getirmesi fotoğrafçıların gözlerini Anadolu’ya çevirmesine ön ayak olacaktır. Bir sohbetimizde bunu şöyle eleştirecektir: Beni görüp Anadolu’ya çıkıp sümüklü çocuk fotoğrafı çekmeyi maharet bildiler. Halbuki Otyam röportajları yaptığı insanlarla birlikte yaşayarak hayatlarına ortak olmuştur. “Can Pazarı” romanı böyle bir birlikteliğin meyvesi olarak kaleme alınmıştır.
Fotoğrafın gerçekçiliği ile gerçeğin mekanik bir araç ve teknik ile, kayıplara ve bozulmalara rağmen kendisine en yakın kopyası elde edilebilir.
Yani insanın gözlemlemekten başka rolü olmadığı bir mekanik yeniden üretim işlemdir bu yapılan.
Dolayısıyla fotoğrafın emekleme ve büyüme dönemlerinde toplumsal gerçekçiliğin bilinçli ya da değil işin içinde olduğu söylenebilir. Bu zaten kaçınılmaz ontolojik bir durumdur. Stüdyo gibi kapalı alanlarda çekilen portre fotoğraflarını da buna dahil edebiliriz.
Fotoğrafçı bir fikri toplumsal gerçekçilik çerçevesi içinde ifade edemeyeceğini anladığında artık ortaya bu fikri ele alan kurgulanmış fotoğraflar çıkmaya başlayacaktır. Bunu “Kavramsal Fotoğraf” başlığı altında ele almak da mümkün. Bu çalışmalarda varlık (nesne) deneysel olarak ele alınır. Artık böyle fotoğrafların elde edilmesi bir düzen bir planlanmış süreç içinde olacaktır. İşte fotoğrafla eleştirel gerçekçiliğin ilişkisinin böylece kurulmuştur. Doğa ve Toplumsal alandan istenildiği gibi aktarılamayan fikir ve düşünceler kurgu fotoğraflar ile izleyiciye sunulacaktır.
Lukacs’ın ele aldığı çağdaş gerçekçiliğin fotoğrafla ilişkisinin kısaca ifadesi budur. Fikirlerin, durumların ve olayların bu iki gerçekçilik anlayışı içinde ele alınması siyasal ve ekonomik güçler açısından oldukça sakıncalıdır.Buna dur demek gerekir.
Tabii ki vurgulamak için tekrar edersek, burada gerçekçilik kavramlarının gerçekliği eğmesi bükmesi çarpıtması, olmayan gerçeklik yaratması söz konusu değil. Biri ontolojik diğeri epistemolojik olarak gerçekçiliği ele alıyor.
Post-Truth (Hiper gerçekçilik) Evrilmesi
Sanat akımlarının gelişimi – değiştirilmesi- süreci “değişmeyen tek şey değişimin kendisidir” ile yoluna devam ettirilir. Değişimin kaçınılmaz olduğu sıkça vurgulanmaya başlamıştır. Sanatta ve fotoğrafta “Modern” akımından devamında “Post-Modern” ile gerçekliğin silikleştirilmeye başlamasına paralel olarak “Post-Truth” ile gerçekçilik de farklı bir boyuta taşınacaktır. Burada bilgisayar teknolojisinin ve yazılımların yarattığı avantajı unutmamak gerekir.
Bir fotoğrafa bakıldığında “bu gerçekten vardı ve oldu, fotoğrafçı oradaydı ve bunu tespit etti” diye ilk düşünülen “acaba bu gerçekten var mıydı?” noktasına gelir. Genel anlamda okunan, görülen, işitilen her şeye artık şüpheyle yaklaşmak ve tedirgin olmak durumunda kalınması elzemdir. Algı, zihinler ve düşünceler baskı ve saldırı altında kalmaya başlamıştır. Ne yazık ki bundan hiç etkilenmemek mümkün değildir. Aklın kullanılması, güvenilir ve doğru kaynakların belirlenmesi ve bunlardan bilgi sahibi olmak, araştırmak ve sorgulamak nispeten bu etkilenmeyi zayıflatabilir. Ne yapılacağının bu basit ifadesi nasıl yapılacağının zorluğu üzerine koyu karanlık bulut gibi çöker.
Hayal etmek ya da düş kurmak zihnin düşünmeyi ve sorgulamayı bırakarak içine girdiği bir dünyada yaptığı eylemdir. Hiper-Gerçekçilik ise zihnin hayal gücünü harekete geçirerek kendini (gerçeği) var etmeye çalışacaktır. Bu gerçekleştiğinde bir anlamda hayal gücünün ötesine geçerek var olacaktır. Dolayısıyla düşünme ve sorgulamanın bastırıldığı bir gerçeklik söz konusudur.
Çağdaş Çağdaşlık
Kavramın kendine tamlama yapması çok sık görünen ve anlaşılır bir durum değildir. Bu biraz Teofilo’nun “günün mü geceden önce geldiği yoksa gecenin mi günden önce geldiği”[i]sorması gibi olacaktır. Ancak “minimal minimalizm” derken bu tarz tamlamayı yapmış oluyoruz. Kulağa ve akla çok aykırı gelmiyor. Sadece “çağdaşlık” derken acaba durağan ve sabit nokta bir noktayı anlatan bir kavram mı ortaya konuluyor? Belki de…
Her türlü akımın ve kavramın insan davranışlarını yönlendirebilecek özelliğe sahip olduğunu söyleyebiliriz. İster istemez bir yargı oluşturması ve düşüncelerimize yön vermesi kaçınılmazdır. Çağımızın olmazsa olmazı teknolojiye uymak çağdaşlık olarak ifade edilebilecektir. Çağa uygun olarak tanımlanan sanat, kültür, moda, eğitim ve daha birçok şey aynı bağlamda ele alınabilir. Bu durumu bir yandan “çağın baskısı” olarak tanımlamak da mümkün. Yani bir “dogma” ile karşı karşıya kalınması söz konusudur; Ya çağa uyarsın ya da yok olursun…
“Çağdaşlık güncel olanla bir kopukluktur. Gerçekten zamanına ait olanlar ve çağdaş olanlar aslında zamanlarına ne mükemmel şekilde uyar ne de zamanın gerektirdiğine göre kendilerini düzenler. Bu durumdan dolayı, yani bu kopukluk ve anakronizmden (kişi, nesne veya olayların kendi gerçek zaman ve mekânlarından kopartılıp farklı bir çerçeveye oturtulması) dolayı gerçekten çağdaş olanların zamanlarını daha iyi yakalama ve algılama yetenekleri vardır. Çağdaşlık kişinin zamana bağlı kaldığı ve aynı zamanda mesafeli olabildiği tekil bir ilişkidir.”
Giorgio Agamben, İtalyan filozof
Çağa ait olan akımların çağdaş olduğu kabulü ön yargıdan öteye geçemez. Dolayısıyla fotoğrafın çağdaş kalabilmesi ve bunu sürdürebilmesi zamanına uyum sağlarken topluma ışık tutacak, yol gösterecek fikirleri, durumları, olayları Lukacs’ın çağdaş gerçekçilik yaklaşımı içinde ele almaya devam etmesine bağlıdır. Çağdaşlığın ancak düşüncelerin çağdaş olabilmesi ile gerçekleşebileceğinin farkında olmak gerekir.
Köyceğiz, Mayıs 2023
Çağdaş Gerçekçiliğin Anlamı, György Lukacs, Çev: Cevat Çapan, Payel Yayınları, İkinci Baskı 1975, İstanbul
- Eleştirel gerçekçilik, https://tr.wikipedia.org/wiki/Ele%C5%9Ftirel_ger%C3%A7ek%C3%A7ilik
- Toplumsal gerçekçilik, https://tr.wikipedia.org/wiki/Toplumsal_ger%C3%A7ek%C3%A7ilik
- Toplumsal Belgeci Fotoğraf ve Fikret Otyam, Dr. Merter Oral, Espas Yayınları, 2012, ISBN 978‒605‒4363‒03‒2
- https://ayrintidergi.com.tr/toplumcu-gercekcilik-ustune-bir-deneme/
- Cafer Tayyar Türkmen, Bir bilimsel Yolculuğun Fotoğrafları, Albüm, 2016, İstanbul
[1]Asıl kullanımı “Toplumcu” olmasına rağmen ben “Toplumsal” olarak kullanmayı tercih ediyorum.
[1]Immaunel Kant, “Aydınlanma Nedir” Sorusuna Yanıt (1784), çev. Nejat Bozkurt, Toplumbilim, Sayı 11,Temmuz 2000, s. 17.
[1]Hoşça Kal Columbus, Philip Roth, İman Muhafızları Hikayesi, Sayfa 182, YKY, İstanbul, 2013
[1]Küllerin Şöleni, Giardono Bruno, Sayfa 63, Cem Yayınevi, ISBN 975-406-793-7, Temmuz 2004,
Kapsamlı ufuk açıcı yazınızı okumak bir zevkti… Teşekkürler.