Gece,
Melek,
Karanlık,
Korku,
Toplum,
Baskı,
Stres,
Yaşam
Bu kelimeleri topluyorum, çıkarıyorum birçok farklı çağrışım hissettiriyor.
Çok değişik dönemlerden geçtik, farklı bakışlar, bağnazlıklar ve bunun insana verdiği stres. Geçmiyor, hiçbir zaman geçmedi sadece bastırıldı…
Hiçbir zaman değişmedik, hiçbir zaman gelişmedik, hiçbir zaman büyümedik. Ayrıştırıldık diyoruz ya biz, zaten hiç birleşmedik. “Dönersen Islık Çal” filmini izlediğimde bana 1993’ten bu yana nasıl aynı kaldığımızı, Beyoğlu’nda trans bireylerin arkasında yığınlar yürümese bile günümüzde de bu baskıyı kadın cinayetlerinde yaşadığımızı, sadece bir paketin kapanıp bir paketin açıldığını düşündürdü ve içimi acıttı.
Yalnızlıkların, ayrışmaların arttığı, birbirimize tahammülümüzün kalmadığı bir dünya da cücelerin, trans bireylerin, hayat kadınlarının, öksüz insanların, sokakta yaşayan çocukların, dilenen insanların nasıl yaşadığını üzerindeki baskıların nasıl katlandığını düşündük mü hiç.
Zaten yokluğumuz üzerine gelen madde bağımlılığını İstanbul şehrinde arttıran göçmen insanların (Suriyeli-Somalili-Afgan vs.) maddi manevi yüküyle daha da ağırlaşan yaşamın bu insanları daha da dışarı ittiği bir gerçek.
1990’ların başında çekilen pesimist filmde “ötekiler” dediğimiz kitlelerin hayatlarını gayet iyi anlatıyor.
O dönemlerin Beyoğlu’nu ve insanlarını da gösteren, izledikçe Türkiye’de yaşanan tüm haksızlığa uğramış kesimlerin mücadelesini içinizde hissettiğiniz bir film. Hayvanlar da unutulmamış. Cüce’nin acısı sırasında birlikte yaşadığı yavru köpeğin elini yalamasıyla görüyoruz hassasiyetini.
İlk olay bir kadının 2-3 kişi tarafından tecavüze uğraması sırasında bir cücenin gizlenerek düdük çalması sonrası saldıran insanların kaçması ile başlar, kadın bu sayede kurtulmuştur. Cüce kişi bu kadını evine götürür ve onun yaraları ile ilgilenir. Kadın konuşmaya başladığı anda aslında onun bir ‘travesti’ olduğunu anlar. İlk başta bu duruma çok sinirlenip ona ‘ibne’ demesine rağmen hayatları bu olayla kesişmiştir. Zamanla arkadaş olurlar. Birbirlerine dayanak, destek olurlar.
İki karakterin yaşamlarını gördükçe “öteki” dediğimiz kesimlerin hayatlarının içine de girmiş oluruz. İtilmişliklerini, ahlak diye ahkam kesenlerin bu insanlara nasıl eziyet edip onurlarını zedelediğini aslında kendi insanlıklarını kaybettiklerini, karaktersizleştiklerini görürüz.
Filmde dikkat çeken bir başka unsur ise, görüntülerin bazı yerlerinde bu kişilerin donuklaşmasıydı. Dönemin teknolojik şartları da elbet bir unsur ama benim gözlemim silik yanlarına vurgu yapmasıydı. Çünkü hiçbiri birbirini ismiyle çağırmadı; birbirlerine kızdıkları da oluyordu ‘travesti’ ile cüce karakterin öyle zamanlarda “Pis ibne’’ diyor şeker kutusu (cüce), “Çirkin cüce’’ diyor ibne…
Son sahnelerde Cüce’nin sokakta öldüresiye dövülüp yerde yattığını ve bir düdük sesiyle annesinin geldiğini hayal ettiğini görürüz.
Evinde çektiği acılar sırasında hala yaşadığı hayvanların açlığını düşündüğünü şahit oluruz. Birkaç gün sonunda gene yanında “Pis ibne” vardır. Cüce için üzülecek olan, son anlarında avutan gene ibne’dir! Kollarında yaşama veda ettiğine tanıklık ederiz. Yönetmenliğini Orhan Oğuz’un yaptığı, senaryosunu Cemal Şan’ın yazdığı filmde, Derya Alabora ve Fikret Kuşkan’ın oyunculuklarıyla filmi yukarıya taşıdığını görürüz.
- Eğer, eğer bir gün tekrar dönersem beni tanır mısın? - Küçük dostunu nasıl tanırsın, tanıyabilir misin? Tanırım tabii. İnsan dostunu kokusundan, bakışından, sökülmesinden tanır. Hem sen dönersen ıslık çalarsın. İşte o zaman tanırım seni. - Islık mı, düdük gibi mi? - Tabi. Senin ıslığını nerede olsam tanırım. Yerin yedi kat dibinde olsam bile tanırım. Çünkü iyi dostlar birbirini her zaman...
İyi seyirler dilerim…
Bize Ulaşın