Biz silah sesi işitince kaçmayız, sese doğru koşarız. Yine öyle yaptık. Silah sesi duyduk ve koştuk. En önde babam vardı. Koşarken amcam için endişe ettiğini biliyordum. Amcam oradaydı çünkü, sınırın öte yanında. Arkasında annem vardı. O babam için koşuyordu aslında. Başına bir iş gelirse o dakika yanında olayım diye. Koşarken başındaki yazması düştü; kenarları pembe çiçekli. Annem dönüp de almadı yazmayı, koşmaya devam etti. Saçları çözülmüştü. Kahverengiydi, rüzgârla dalgalanıyordu. Ben hemen arkalarındaydım. Nasıl yaptım bilmem hiç hızımı kesmeden çabucak eğilip alıverdim yerden yazmayı. Koşmaya devam ettim. Köyden başkaları da bizimle birlikte silah sesine doğru koşuyordu.
Biz silahlara doğru koştuk, meğer silahlar bize doğrultulmuş. Ateş ettiler. İlk babam düştü. Annem babamın üzerine kapandı, ben de onun üzerine.
Öyle ne kadar kaldık bilmiyorum. Annemin kokusunu duyuyordum. Saçlarından gelen mis gibi sabun kokusunu. Günün birinde, nasılsa gelecek o gün, sevdiğim kızın saçları da böyle koksun istedim. Şimdi burada, üstümüzden kurşunlar yağarken ve babam belki kalbinde bir mermiyle, boylu boyunca yatarken yerde, insan olanın aklına düşecek fikir mi bu? Utandım kendimden. Yüzümü iyice gömdüm babamın sırtına.
Büyük bir toz bulutunun üzerinde küçük bir yumaktık. Kulağımda sanki uzaktaki bir radyodan geliyormuş gibi feryatlar ve silah sesleri vardı; ve kamyonet uğultuları ve çığlıklar ve bir çocuk ağlaması ve kan kokusu burnumda. Gözlerimde is, sis, ince bir perde.
Derken bileğimde bir acı fark ettim. Taa omuzuma kadar işleyen ince bir sızı. Bir an için, ah, dedim, ben de vuruldum işte. Canım bileğimden akıp gidecek ve ben daha on dördüme varmadan, bir güzel kızın elini tutmadan, gözüne bakmadan, anamla doya doya kucaklaşmadan, babamla omuzdaş olmadan böyle toz toprak içinde, şu melun adamların tüfeklerinden çıkan bir kurşunla göçeceğim bu dünyadan. Olacak iş mi?
İşte bu düşünceler aklıma üşüşünce öyle bir panik yaptım ki, fırlayıp gidecektim az daha, anam bileğimden çektiği gibi altına aldı beni. Böylece saçlarımı sıyıran kurşun az öteme düşerken fark ettim, kolumdaki acının kaynağı bir kartal pençesi gibi bileğime yapışmış olan anamın parmaklarıymış.
Orada öyle ne kadar kaldık bilmiyorum. Bir daha evimize dönemedik. Dağlara doğru kaçtık. Ağaçların kovuklarında, kayaların kuytularında yattık ve annem bileğimi hiç bırakmadı.
Nuh’un Gemisi
Yalnız değildik. Herhalde yüz kişi civarındaydık. Bebekler vardı, yaşlılar vardı. Nuh’un Gemisi’ndeki gibi her cinsten, her türden canlı vardı ama gemi yoktu. Orada ne beklediğimizi bilmeden günler geçirdik. Yiyeceğimiz yoktu. Suyumuz azdı. Üç beş günde bir dağların arkasından birkaç adam atlarla geliyor, bize ekmek ve bisküvi getiriyordu, sonra çabucak gidiyorlardı. Erkekler bazen avlanıyordu. Bir tavşan ya da bir keçi bulurlarsa sessiz bir bayram havası esiyordu ama çoğu kere elleri boş, başları önde dönüyorlardı. Kadınlar dağlardan ot topluyordu. Biz gençler bazen gidip karşı tepenin öte yanında kalmış olan köyümüze bakıyorduk gizlice. Çoğu ev yanıp bitmişti. Bazılarından hâlâ dumanlar tütüyordu. Daha birkaç gün önce bağırış çağırış top oynadığımız sokaklarda eli silahlı milisler dolaşıyordu şimdi. O tepede bazen annemi de görüyordum, bir kayanın arkasından onu izliyordum. Gözyaşı döküyordu. O billur taneler, yanağından eline, elinden kayaya ve kayalardan aşağıdaki köye düşüyordu. Çaresizlik her gün annemin yüzüne yeni bir çizgi çekiyordu.
Daha ne kadar burada kalacağımız sorusunun cevabı yoktu kimsede. Başka soruların da cevabı yoktu: Bir daha evimizde, yatağımızda uyuyabilecek miyiz? Ekmek yapabilecek miyiz ocağımızda? Sıcak bir yemek yiyebilecek miyiz? Annem gülecek mi yeniden? Ben gülecek miyim ağız dolusu? Okula gidebilecek miyim? Güzel bir rüya görecek miyim bir gece? Yıldızlar üstümüzü örterken her gece bu soruları soruyordum sessizce. Sonra huzursuz bir uykunun pençesine düşüyordum.
Yalnız bazen belli belirsiz bir his… Sanki bir yel… Güneyden gelen ılık bir rüzgâr içimdeki kurumu dağıtıyor, kalbime tatlı bir ısı yayıyordu…
Me-li-na…
Bu adı ona ben vermiştim. Çünkü kızıl saçları bukle bukle omuzlarına dökülüyordu. Çünkü gözlerinin yerinde parlayan iki zümrüt tanesi vardı. Çünkü bedeni bir avucun içi kadar kıvrımlıydı. Çünkü o bir deniz kızıydı; azgın fırtınaların denizden alıp koca dağın tepesine fırlattığı mahzun, güzel deniz kızı. Benim Melina’m.
Daha önce hiç görmemiştim onu. Belki başka köydendi, belki de aslında Tanrı’nın bana dayanma gücü vermek için gönderdiği bir hediyeydi. Her neydiyse, yüzünde belirip kaybolan kaygılara rağmen küçük, hüzünlü topluluğumuzda bir ışık gibi parlıyordu.
Böylece hayata tutundum. Annemin itirazlarına rağmen büyüklerle birlikte ava gittim ve en güzel tavşanı Melina’ya bıraktım. Yakıcı güneşten korunmak için bir gölgelik örmek gerektiğinde, en ince, en esnek dalları Melina için topladım. Herkesten önce su bulmaya gittim ve bir tası da Melina’ya getirdim. Ve bütün bunlar olurken ne ben ona bir şey söyleyebildim, ne o ağzını açıp bir kelime etti. Ama zaten deniz kızları konuşmaz, öyle değil mi?
Hiçbir beklentim yoktu aslında. Yanıma gelip konuşsa ona ne cevap vereceğimi bilmiyordum. Bana dokunsa, elini tutmamı istese mesela, ya da olur a, öpüşmek istese ne yapardım? Arkamda toprağa veremediğim babam, önümde acısı yüreğine oturmuş anam ve bu hüzünlü topluluğun ortasında bir mutluluk anı mümkün müydü? O yüzden bu ihtimalleri düşünmüyordum bile. Ya da düşünürsem de hemen kovuyordum ve kendime bir meşguliyet buluyordum. Ağaç kesmek, ot ayıklamak, taş dizmek… Küçük topluluğumuzun içinde dört dönüyordum, kimin ne işi olsa bir ucundan da ben tutuyordum. Aşk, insanı daha iyi bir insan yapıyor; hiç yaşanmayacak bile olsa.
İkimiz bunu başaracağız !
Melina üzerimde öylesine büyüleyici bir etki bırakmıştı ki, annem kulağıma, kimseye söyleme yarın ayrılıyoruz buradan diye fısıldadığında, işte dünyanın sonu diye düşündüm. Batıya, başka bir ülkeye gideceğiz diyordu, kurtulacağız buradan, yeni bir hayat kuracağız, seninle ikimiz bunu başaracağız diyordu. O böyle dedikçe benim kulaklarım uğulduyordu. Sözlerinin her zerresi kulağımda, Melina, Melina diye yankılanıyordu.
O gece annem bana uzun uzun gideceğimiz ülkeyi anlattı. Özgürlük varmış orada, silah yokmuş. Herkese yetecek kadar ekmek varmış, iş varmış. Sıra sıra dükkânlar varmış, renk renk giysiler satılırmış. Fırınlardan sıcacık beyaz ekmekler çıkarmış ve kadınlar hep güzelmiş.
Hangi ülkenin kadını benim Melina’mdan daha güzel olabilir ki? İstediği kadar zengin olsun, istediği kadar parlak elbiseler, ayakkabılar giysin, isterse film yıldızı olsun, Melina’ya benzemez ki. Gözpınarları, yağmur sonrasında yaprakların üzerindeki çiğ damlaları gibi ışıldamaz mesela. Saçları rüzgârın yönüne göre şekil değiştirmez. Teni her an üzerinde bir gülücük yeşerecekmiş gibi toprak rengi olmaz. Yok, imkânı yok olmaz. Bunların hiçbiri olamaz.
Rüyan olmak isterdim
Şimdi Melina çınar ağacının dibinde uyuyor. Kolunu yastık yapmış başının altına. Saçlarından bir bukle boynuna düşmüş. Şalvarının yırtığından teni görünüyor. Kirpiklerinin ucunda bir damla, ama tek bir damla yaş var. Ya da bana öyle geliyor. Ah Melina, rüyan olmak isterdim.
Gitsem yanına kulağına fısıldasam, böyle böyle desem. Hani, arada sırada karşı dağdan buraya bize ekmek getiren adamlar var ya, onlar bize bir yol bulmuş desem. Kurtulacakmışız buradan, denizler aşıp güzel bir ülkeye gidecekmişiz desem. Ama herkes gelemeyecekmiş, sadece bizim köyden olanlar gelebilecekmiş, annem kimseye söyleme diye tembihledi ama ben sana söylüyorum işte, sen de gel bizimle desem. Ben seni saklarım ceketimin yeninde, kalbimin içinde, biz ikimiz bir oluruz, kimse anlamaz desem… Uyan Melina desem, uyan!..
Melina’nın uyanmasına fırsat kalmadı ve biz o gece sabaha varmadan, kırkayak gibi sürünerek sessizce ayrıldık oradan. Kalemim olsaydı iki satır mektup yazardım hiç olmazsa Melina’ya. Böylece benim içimde de bir umut kalırdı ama yapamadım.
Kırk kişiydik. Kırk yüksüz insan. Kırk çaresiz baş. Biliriz ki yolcu dediğin kişinin bir bavulu olur; eşyası, dengi. İçinde önemsiz bir iki parça bile olsa, o bavul bu dünyada bir insan evladının yaşamış olduğunun kanıtıdır. Biz kanıtsız, çaresiz yanımızda yalnızca ellerimiz ve kollarımız yollara düşmüştük.
Sessizdik…
Tek bir yıldızın olmadığı gecede, karanlıkta, ayaklarımıza dikenler bata çıka, çalılara sürünerek, dallara takılarak yürüdük. Sessizdik. O sessizliğin içinde yine bir kartal gibi koluma yapışmış olan annemin düşüncelerini duyabiliyordum. Bin korku geçiyordu aklından, bin pişmanlık. Her dakika onları kovalayarak yeni bir umuda sarılmaya çalışıyor, bütün gücünü toplayarak yiyeceğin ve yatağın olduğu bir ülkeye gidebileceğimiz ihtimaline zihninde yer açıyordu. O ihtimale tutunduğunda yüzünde soluk bir gülümseme beliriyor, o zaman bileğimi tutan eli gevşiyor ve adımları hafifliyordu. Bu halini çok seviyordum.
Gün boyu yürüdük. İki kere mola verdik. Ayakkabılarımı çıkarmaya korkuyordum çünkü ayağımdaki sızı, karşılaşacağım manzaranın hiç de iyi olmadığını söylüyordu bana. Kimse üzülmesin diye topallamamaya çalışıyordum. Ayakkabıları neredeyse parçalanmış olanlar bile topallamıyordu zaten.
Sessizdik, önde katırıyla bize yol gösteren adamı izliyorduk. Onunla hiç göz göze gelmedik. Daima önümüzdeydi. Dönüp bir kez olsun arkasına bakmadı. Mola verdiğimizde o uzakta bir yerde duruyor, mola bittiğinde yeniden önümüze düşüyordu. Bir kez olsun göz göze gelebilseydik, belki kaderimizin bize nasıl bir yol çizdiğini okuyabilirdim. Olmadı.
Eskimiş domatesin ekşimsi kokusu…
Gün geceye kavuşurken biz bir kamyonun yanına vardık. Hayatımda gördüğüm en büyük ve en kirli kamyondu. Kamyonun yanında iki adam bekliyordu. Anlamadığımız bir dilde konuşuyorlardı, bize binmemizi işaret ettiler. Eskimiş domatesin ekşimsi kokusu suratıma çarptığında, o karanlığın ve havasızlığın içinde bir an bile geçiremeyeceğim duygusuna kapıldım. Ama adımımı atmıştım artık, hatta annem de atmıştı ve diğerleri de. Biz kamyonun arkasına sığmaya çalışırken kamyonun girişini yeni domates kasalarıyla kapattılar. O anda hayatım boyunca yediğim bütün domatesleri kusmak istedim.
Kamyonun içindeki hava kendi nefeslerimizden ibaretti. Hayata tutunmamızı sağlayan tek şey kamyonun brandasındaki küçük yarıktı. Fenalaşan, gidip oradan nefes almaya çalışıyor ve böylece bir nebze olsun ferahlıyordu. O yarıktan bazen kurak ovalar, bazen dağlar, bazen de uzaktaki bir şehir ya da kasabanın silueti görünüyordu. İşte o zamanlarda küçük deliği olanca gücümle yırtmak, dışarı çıkıp şöyle bağırmak istiyordum:
Hey, siz sıcak yatağında uyuyan insancıklar! Biz buradayız. Bir kamyonun içine tıkılmış, bilinmez bir akıbete doğru ilerliyoruz. Köyümüz, sevdiklerimiz kilometrelerce uzakta kaldı. Biz domateslerle birlikte istiflendik, meçhul bir ülkeye gidiyoruz. Gülüyorsunuz değil mi? Neye? Televizyona mı? Biri şaka yaptı, ona mı gülüyorsunuz? Yoksa bize mi gülüyorsunuz? Çok mu mutlusunuz? Siz orada otururken yanı başınızdan geçen bir kamyonda ölüm yolculuğuna çıkmış insanlar var. Ha, biliyor musunuz? Ne, bilmiyor musunuz? İşte söylüyorum. Onlar biziz. Şu siyah kamyon var ya, onun içindekiler, domates kasalarının arkasındakiler. Babası, bacısı öldürülmüşler. Evi yıkılmışlar. Susuz ve açlar. İşte biziz onlar. Ne yapacaksınız şimdi ha? Ne yapacaksınız? Çayınızı içmeye devam mı edeceksiniz? Yemeğinizin bitmesi mi lazım? Sen, teyze, çocuğu yatıracaksın ondan sonra mı? Daha uyanmadın mı uykundan amca? Haa, gözlerin iyi görmüyor öyle mi? Pardon abla, dizin mi başladı? Af edersin kardeş, sınavın olduğunu unuttuk tabii! Ocakta yemek mi pişiyor, ah ah! Tabii, mesai başlıyor ya, nasıl da düşünemedik! Kalkın hepiniz. Bi bana bakın. Bi kere gözümün içine bakın. Bir tane insan evladı yok mu bizim yerimizde olmak isteyecek? Bir Allah’ın kulu yok mu, bize yer verecek? Bu dünyada bir Allah’ın kulu yok mu?
Uyumak istiyorum
Yoruldum. İnmek istiyorum artık. Hemen oracığa, bulunduğum yere çökerek, uyumak istiyorum. Uyumak ve rüyamda Melina’yı görmek istiyorum. Hanımefendiler, beyefendiler, ben rüyamda da olsa bir kez Melina’yı öpmek istiyorum.
Bir bebek ağlıyor. Birisi inliyor. Kimse birbirine bakmıyor; gözler belirsiz bir karanlıkta. Büyük bir düğüm olmuş sanki insanlar. Kollar ve bacaklar… Kollar ve başlar… Başlar ve omuzlar… Eğik. Kıvrık. Bükük. Büyük bir yün çilesi sanki… Çile… Çile…
Annem başı omuzuma düşmüş huzursuz bir uykuda. Gözüm ona kaydıkça derin bir hüzün kaplıyor içimi. Onu saçlarını tararken, bize yemek yaparken, becerikli parmaklarıyla yün eğirirken düşünüyorum. Belki de bir daha geri gelmeyecek bu anları hafızama kazıyorum. Kucaklamak istiyorum onu. Yapamıyorum. Keşke eski günlerimizde daha çok sarılsaydım ona. Ellerini öpseydim. Gözlerine baksaydım. Yapmadım işte. Beceremedim. Geç kaldım.
Kamyonun bitmeyen gürültüsü kulaklarımı sızlatıyor. Homurdanan makinenin tutsağıyız. Asfalt bizim için dinlenme molası demek. Dağlar arasından, köy yollarından ilerlerken araç taşların üzerinde zıpladıkça, metal makineye çarpıp duruyoruz. Her yerimiz çürükler içinde olmalı. Esasında büyük bir çamaşır makinesinin içindeyiz ve çarklar döndükçe daha da kirleniyoruz.
Ne kadar süre devam etti bu yolculuk hiç bilmiyorum. Kamyon birkaç kez durduysa da bizi indirmediler. Artık felç olduğumu, ayaklarımı kıpırdatamayacağımı düşündüğüm sırada, bir şafak vakti araç durdu ve domates kasalarının arasından yüzümüze gün ışığı düştü.
Uçsuz bucaksız deniz
O ışığın nasıl yüzüme çarptığını, hücrelerimden geçip nasıl kalbime doğru nüfuz ettiğini, oracıkta bir yeri ısıttığını ve o ısıttığı yerde Melina’nın nasıl parlayıp beni bir anda hayata döndürdüğünü anlatamam. Yoksulluğun, yoksunluğun ortasında, günün birinde onu yeniden görebilme umudu doldurdu içimi. Kamyonetin karanlığından çıktığımda karşımda gördüğüm uçsuz bucaksız deniz, bu umudumu daha da köpürttü. Kulağa mucize gibi geleceğini biliyordum ama mucizeler de insanlar için değil mi zaten? Melina, güzel deniz kızı. Ait olduğun yere dönme zamanı.
Açık havada geçirdiğimiz zaman uzun sürmedi. Sayımız kadar ekmek dağıttılar. Bir kısmını hemen yedik, geri kalanını da her ihtimale karşı koynumuza sakladık. Bizi bekleyen tekneye binerken bu güzel koyda günün birinde Melina’yla baş başa olduğumuz hayali canlandı gözümde. Ne kadar da yakışırdı buraya…
Kısa bir süreliğine de olsa içimde beliren umut, tekneye biner binmez kara bulutlarla kaplandı. Güvertede olmamıza izin yoktu. Bizi aşağıya, geminin ambarına aldılar ve üzerimize kapıyı kapattılar. Buranın iyi yanı domates kokusunun olmamasıydı. Kötü yanı ise havayla temasımızı sağlayacak bir yarığın bile bulunmamasıydı. Denizin üzerinde bir hapishanedeydik. Hem de en kötüsünden.
Hayatta kalabilmek için tek yolum vardı: Gözlerimi kapatmak ve hayal kurmak. Zihnimi denizin salınımına bıraktım ve o gelgitte ağaçları, kuşları, güneşi, köyümü, babamı, çağıl çağıl suları, yüzmeyi, koşmayı, kahkahayı, sevişmeyi hayal ettim.
Beslenmeyen her şey gibi hayaller de kururmuş meğer. Bir zaman sonra görüntüler silikleşti. Midemdeki kıyamet dışında başka bir şey düşünemez oldum. Sanki o güzelim sahildeki bütün çakıl taşlarını yutmuştum. Öylesine bir ağrı bedenimin orta yerinde duruyordu. Annem yüzüme bakıp bana ekmek yedirmeye çalışıyordu ama boğazım öylesine kuruydu ki, içinden geçmiyordu nimet. Sonra, diyordum anneme hep, biraz sonra.
Kaçıncı geceydi bilmem. Günlerdir perişan durumdaki herkes uykuya dalmıştı. Köyümüzden bildiğim bütün simalar, kirin, tozun içinde tanınmaz haldeydi. Felaketin üzerinden belki ay bile geçmemişti ama herkes yaşlanmıştı; çocuklar bile. Medet umarcasına iyice birbirlerine sokulmuşlardı. İşte karşımda: Büyük umutsuzluk tablosu!
Ne kaptan, ne gemici hiç kimse yoktu
Derken, belli belirsiz bir yel esti. Meğer kapı aralanmış. Kalktım. Kimseye değmemeye çalışarak, bir kedi kadar sessiz ve hızlı o kapıdan dışarı süzüldüm.
Karanlıktı. Kapkaranlıktı. Gökte tek bir yıldız görünmüyordu. Deniz dediğin mavi olur ya, zifiri karanlık bir suyun ortasındaydık. Ne kaptan, ne gemici, güvertede hiç kimse yoktu. Dümen boşa dönüp duruyordu. Terk edilmiştik. Kim bilir hangi denizde, kurtuluşumuzun adını bile bilmeden sallanıp duruyorduk. Daha fazla ayakta kalamadım. Başım dönüyordu. Bir kenara çöktüm.
Oturduğum yerde denize çok yakındım. Elimi uzatsam sanki dokunuverecektim, o kadar yakın. Ben denize baktıkça garip bir şey oldu. Yavaş yavaş suyun rengi değişmeye başladı. Karanlık usul usul aydınlandı, göz alıcı bir laciverte döndü. Sonra derinden, çok derinden bir ışık bana doğru yaklaştı, yüzeye çıktı. Kalbimi delice bir çarpıntı tuttu. Suyun yüzeyinde bir yüz belirdi… Ay kadar güzel bir yüz.
“Melina?” diye seslendim. “Sen misin?”
Bana gülümsüyordu.
Eğildim.
Eğildim.
Eğildim.
Ve onu öptüm.
Kapak fotoğrafı: İlham Tibet
**********************************
Gaye Boralıoğlu hakkında ;
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde sistematik felsefe ve mantık okudu, aynı bölümde yüksek lisans yaptı. Gazeteci, reklam yazarı ve senaryo yazarı olarak çalıştı. Atıf Yılmaz’ın yönettiği Eylül Fırtınası adlı filmin senaryosunu yazdı. Mi Hatice adlı öyküsü kısa film oldu ve çeşitli festivallere katıldı. Hepsi Hikâye, Meçhul, Aksak Ritim, İçimdeki Ses, Mübarek Kadınlar, Dünyadan Aşağı ve Ümit Kıvanç ile ortak yaptıkları Haysiyet adlı kitapları vardır. Aksak Ritim ile 2011 Notre Dame de Sion Edebiyat Ödülü Mansiyonu’nu, Mübarek Kadınlar ile 2015 Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü, Dünyadan Aşağı ile Duygu Asena Roman Ödülü’nü kazandı. Öyküleri ve kitapları başta Almanca ve Arapça olmak üzere çeşitli dillere çevrildi.
Fotoğraf: Kaan Sağanak
Bize Ulaşın