Algı, psikolojide bilişsel bilimlerde duyusal bilginin alınması, yorumlanması, seçilmesi anlamına geliyor. Bu bağlamda algıladığımız kadar mı görüyoruz veya düşünüyoruz? Elbette hayır! Görme kısmında insan kendisini görsel mekanizmanın çarklarına bırakmış durumda. Düşünmeden, sadece baktığımız bir yüzyılda yaşıyoruz. Bazılarımızsa bu zincirleri kırarak algıyı üst sınırda tutmayı başarıyor. Ne kadar görürsek değil de, ne kadar araştırırsak algımızın açılması ve yön bulması o kadar kolay oluyor. Düşünerek zihnin gelişmesini sağlamak elimizdeyken, biz sadece bakmayı tercih ediyoruz. Bakmak bir eylemken görmek başka bir boyut oluyor bizler için. Görebilen gelişiyor geliştiriyor kendini. Bakanlar da izlemenin hazzını yaşıyor aslına bakarsanız. Hipnoz misali kilitlenmeler, kısa süreli mutluluklar…

İzlediğimiz bir filmin etkisinde kalmamız veya çektiğimiz bir fotoğrafın zihinlerde yer bulması tamamen algı mekanizmasının çalışmasıyla ilintili. Yaşadığımız şehir, ortam; etrafımızdaki yaşamlar, gördüğümüz mekânlar, tanıdığımız insanlar bu mekanizmanın hızlı çalışmasını ya da zihinde kendine bir yer bulduğunu düşünüp zaman içinde silinmesi belleklerin zorlanmasıyla da ilişki içinde. Bugüne kadar yüzlerce film izledik, binlerce fotoğrafa baktık. Hangi filmi hatırlıyoruz? Hangi fotoğraf aklımızda kaldı? Belki de sayısı on bile değil. Bakma eylemine görmeyi biraz dâhil edebilirsek, zaman içinde belleklerimizdeki yerlerin açılacağına ve zihnin hatırlama kısmının çalışacağına tanıklık edebiliriz.
Unutmamak gereken çok bakmak değil de nitelikli görebilmektir.
Nitelikli işler bize her zaman yol açar. Zihnimizi boşa bakarak yormamalı, görsel belleğimizi kendimiz için beslemeliyiz. Farklı disiplinler, faklı bakış açıları bizi düşünmeye ve kendimizi eğitmeye yöneltecektir.

Bir fotoğrafçının ya da yönetmenin bize sunmuş olduğu kadraj içerisinde, etki ve duygu ne kadar çok barınıyorsa o işin bize ulaşması saniyelere iniyor. Yani algımız onun etkisinde kalıyor. Örneği derinleştirelim: Bir filmi iki yönetmenden aynı senaryo ile çekmesini istesek karşımıza farklı iki duygu biçiminde karelerden oluşan bir film çıkar. Yani filmin etkisi ve bizde oluşturacağı algı boyutu farklılaşır.

Bildiğiniz üzere fotoğraf gezilerine çıkan fotoğrafçılar benzer fotoğraflar üretir. Ama içlerinden bazılarınınki bize algıda farklılığı sunar. Seçmiş olduğu lens, kadraj, arka fon düzenlemesi, bakış yönüyle fotoğrafın içinde gezmemizi sağlar. İşte tam bu noktada görsel algının ayrışması başlar izleyicide. “Ne verirsen o kadar alır izleyen” şeklinde boyutlanır. Yaratıcı fotoğrafta da zamanı mekansallaştırma, kritik an içinde yok olur gideriz. Görsel belleğinizi tarayınca hangi fotoğraf hatırlıyoruz desem, aklınıza ya savaş görüntüleri ya da yaratıcı işler gelecektir. Çünkü algı boyutu hiç rastlamadığımız türden kareleri bulur ve ilgimizi ona odaklar.

Philippe Halsman’nın unutulmaz Dahi Dali işini bir hatırlayalım. Uçan sandalye, üç kedi, biraz su, iki uçan tablo ve tabii ki uçan Dali. Halsman izleyene bu işiyle geleceğin hayal edilmesi ve kritik anın mekânsallaştırmasıyla büyüsel bir iş bırakmıştır. Kuşkusuz bu görsel DALİ için olduğu kadar, onu hatırlayanlar için de önemlidir. Bu tek kareyi unutulmaz bir fotoğraf olarak hatırlarız. Aslında zahmetli olan çekim aşaması, fotoğrafın planlanmasıdır. Bu nedenle algıladığımız kadar değil; düşündüğümüz, ürettiğimiz kadar var olacağız. İnsanın geleceğe bir şeyler bırakması; isminden, sanatından, işlerinden, icatlarından söz ettirmesi ve en önemlisi gelecek ile yeniliklere açık olması algının çağa ayak uydurmasıyla da önem taşır. Ne kadar bakarsak bakalım algımızı “görmek”ten yana kullanmazsak bakmak bizi bir yerlere taşımayacaktır.

Bize Ulaşın