Eski güzel günler
Yaşlanan herkes, geçmiş günlerden söz ederdi. Yavaş yavaş yaşlanıyoruz ve suya atılmış bir canlı gibi vakti gelince yüzeye çıkıyor her şey. Eski şarkılar giderek daha fazla anlam kazanıyor. Hele yenileriyle kıyaslayınca. Sözleri açılıp zihnimizde çözünüyor. Farkında olmadığımız birçok anlamla karşı karşıya bırakıyor bizleri.
Ama her zaman ve her çevrede farklı nedenlerle olsa da kısıtlanan bir özgürlük var. Uygarlık tarihinin başlangıcından bu yana insanların dünyanın her yerinde “Hürriyet, hürriyet!” diyerek neden bağırdıklarını daha iyi anlıyoruz. Ters bir sosyoloji insanlığın üzerine çörekleniyor. Sömüren giderek semiriyor, sömürülenler de giderek artan bir umutsuzlukla rotalarında kalmaya çalışıyorlar. Vahşi kapitalizm orta sınıfı tedirgin etmeyi sürdürüyor.
İnsanların psikolojisi, ellerine verilen hayatı kolaylaştırıcı her türlü araca rağmen giderek bozuluyor. Yığınlar, bitmeyen bir zombiler gecesinin sabaha çıkma umudu taşıyan cesur kahramanları gibi, bu kötü rüyadan uyanıp kurtulmak istiyorlar. Oysa hangi kapıdan girmişlerdi ve unutulmuş çocuk masallarında bu sahneler nasıl geçilir, bu tehlikeler nasıl atlatılırdı. Doğru yanıt için belki de çocukluğa dönmek gerekiyor.
Rüya değil karabasan, düş değil tedirgin düşüncelerin yarattığı bir kaos var. Nevroza yelken açmış kaygılı bir rüzgârla doluyor yelkenlerimiz. Kıtlıklar, hastalıklar, savaşlar olurken insanlar sadece o günlerin geçmesini, o kâbusun bitmesini bekliyorlardı ve birbirlerine daha kötü ne olabilir diye soruyorlardı. Yoktan var olmamıştı sorunlar; evrenin kronik kaderiydi başlangıçtan bu yana. Yaşam artık umudu sulamıyor; eğilip bükülüyor insanlık.
Tevekkülcüler şükürle kabullendikleri kadere itaat ederlerken, gerçekçiler kötü talih falcıları gibi geleceğin karanlığını bir yorgan gibi üzerlerine çekiyorlar. Nasıl düşünürsek öyle inşa ediliyor dünya. Hayat adeta kumar gibi; korkarak girdiğin eli asla kazanamıyorsun. Denedikçe yanılıyor, yanıldıkça öğreniyor, kazanmak istedikçe kaybediyorsun. Ve ardından da yalnızca karanlıkta yol alan görünmez bir ordunun doğal neferi oluyorsun.
Sıradan başarıların avuntusuyla gününü kurtarmaya çalışıyor insanların çoğunluğu. Oysa sanat tarihi her türlü şartların altında çalışarak sabredenlerin, yaşarken ün şan beklemeyenlerin, geleceği umutla taçlandırmaya yeminli sanatçıların güvenli alanı, hatta çilesini doldurduğu hücresi oluyor. Her sanatsal üretimi kucaklama potansiyeli olan kültürlü bir sanatsever kitlenin varlığını bilmek de üreten insanda pozitif etki yapıyor.
Umut tecrübeyle serpilir. Görmüş geçirmiştir yaşı olan. Bilir insanoğlu, benzer hikayelerin ortak sonuçları olduğunu. Çok masal dinlemiştir. Kimi masallar eskimiş, kimileri genetik kodunun bir parçası olmuştur. Hak yiyenin, kötülük edenin zamanın külleri altında yok olduğu görülmüştür. Eskimek kıymetlidir; bu süreçte kimi çöp olur kimi antika. İyi olan sonsuza dek hatırlanacak, son insan onu unutana kadar hafızalarda kalacaktır.
Zihnin karanlık sularında
Bazı yerlerde biraz pırıltılı kalmamızın nedeni çevremizin karanlığı olabilir mi? Kimileri gölgenin içindedir, asla görünmez. Kimileri kendinden ışık saçar, göz kamaştırır. Onların hiçbir kaynağa gereksinimi yoktur. Pink Floyd’un şarkısındaki çılgın elmas gibi ışıtırlar ortalığı. Oysa her enerji gibi ışığın da kontrole ihtiyacı vardır; özellikle sanatta daha özelde de fotoğrafta. Zira ışıkla yazıp, ışıkla çizer fotoğrafçı. Işık yoksa fotoğraf yoktur, fotoğrafçı da; hatta bu satırlar da…
Zihin doyduğunda üretmek ister. Sanatsal üretim, sanatçının bu dünyaya ruhunu ve bedenini karşılıksız bağışlamasıdır. Gerçek sanatsal üretimde talep söz konusu değildir; sanatçının seçtiği daldaki çabasını bir topluluğa arz etmesiyle oluşur. Sanatsal üretim için yapıtın görünürlüğüne taban oluşturacak yan disiplinlerin bilgilerine gereksinim vardır. Bilgi ve çalışma sonucunda elde edilecek nitelikli tecrübe, o sanatçının üretiminde başat olacaktır.
Sanat doğrudan insan ruhuna seslenen bir yapıyı içerse de her zaman kendine ait bir matematiği vardır. Onu yalnızca soyut güzelliğin bir parçası yapmaktan alıkoyan elle tutulur şey -adına kısaca estetik dediğimiz- biraz da bu matematiktir. Sanatın bilimsel koşulları olmadan, yapıtın göze bir nesne olarak görünmesi olanaksızdır. Sanat tarihinde üretimler kategorize edilip isimlendirildiğinde, gelecekte sanat konusuyla uğraşacakların işleri çok kolaylaşacaktır.
Fotoğraf eylemi, akışı dondurma, hareketi durdurma işidir. Dünyaya bir müdahale, akışa ket vurma işlemidir. İnsan ancak fotoğraf aracılığıyla çevresinde nelerin olup bittiğini anlar. Bir film şeridi gibi bizimle aynı hızda akan yaşam, ancak fotoğraf aracılığıyla sırlarını ele verir. Elimizde daha önce yaşanmış anları hatırlatan adı fotoğraf olan bir nesne olmasına rağmen farkına vardığımız en önemli nokta, göze görünen her şeyin ardında yer alan bir “idealar dünyası”nın kuşku götürmez varlığıdır.
İnsan, zihninin idrak ettiği her şeyi bir gerçeklik olarak kabul eder. Çıplak gözle tanık olunan geçmiş süreçteki yanılsama payı, ancak tutulan kayıtlar üzerinden karşılaştırılarak görülebilir. Yaşadığımız anın uçuculuğu, o ana görsel belgeler üzerinden geri dönüldüğünde gerçek anlamıyla kavranır. Yıllar sonra bakılan fotoğraflarında kişi kendini arar ve bulduğu surete şüpheyle bakar. Gözlemcinin ağına düşen sanki bir başkasıdır. Özne değişmiş ve varlığını fotoğraf üzerinden sorgulamaktadır.
Fotoğrafın tarih içinde bir belge ya da sanatın bir parçası olmasından hemen sonra, fotoğrafın ne olduğu üzerine düşünme aşamasına geçilmiştir. Buradaki en önemli konu neyin/nasıl çekileceği üzerinedir. Kimileri yakın çevresini gözlemleyerek fotoğraflara dönüştürür, kimi dünyanın bir yerinde insanların ilgisini çekeceğine inandığı bir konuyu seçer. Kimi evinin penceresinden yıllar boyunca olan biteni saptar, kimisi kısa bir seyahati tam zamanlı bir projeye dönüştürür. Fotoğrafçı bir biçimde adını duyurur. Sonrası mı; fotoğraf kalır, adlar unutulur.
Yakın çevremiz
Fotoğraflar altyazısız, yalnızca görsel olarak tek başına temsil yeteneğine sahip olsaydı, yan dalların ve sanat akımlarının desteğine gereksinimi olmazdı. Görsel olarak her fotoğrafın varlığı, üzerinde gizli özne gibi taşıdığı “Burası neresi, bu kim, ne zaman çekildi ve bunu kim çekti?” gibi sorularla açıklık kazanır. Fotoğraf, kendisinden dil düzleminde söz edildiğinde -yani üzerine konuşulduğunda- gerçek işlevini yerine getirmiş olur. Kimilerinin yaptığı yorumların aksine, fotoğraftan söz edilmeli, fotoğraf üzerine konuşulmalıdır.
Fotoğraf üzerine fikir yürütmenin sınırı yoktur. Düşünceyi organize eden her konuşma bakış anlamında yeni kanallar açar. Bu şekilde farklı noktalardan ve farklı disiplinler üzerinden yapılan okumalarla fotoğraf sağlam bir kaideye oturtulmuş olur. Fotoğrafın anlam katmanlarını aralayıp doğru okunmasını sağlayan, “punctum”u hedeflemiş o ilk bakış çok önemlidir ama nesnel bilgisi yani “studium”u olmayan fotoğrafların da yeryüzündeki varlığından söz edilemez.
Fotoğraf çekme eylemi, sonuçta izleyicinin haz almasını hedefleyen nitelikli bir süreçtir. Çıkan sonucu kitlelere aktarabilmek için ciddi bir kültür gerektirir. Söyleyecek bir şeyi olmayanın fotoğraf çekmesinin ya da şiir yazmasının da bir anlamı yoktur. Fotoğraf, anı bir mancınık gibi kullanarak zamanın ilerisine atan, bugünün yarınlarda okunmasını sağlayan bir mekanizmanın adıdır. En saf haliyle bir hatıradır fotoğraf. Günü geldiğinde belleğimizi tazeleyerek unutmayı geciktirecek ve önemli bir belge olarak yarınlara kalacaktır.
Bilim ve teknoloji insanlık için yoğun bir biçimde çalışıyor. Tüketim alışkanlıklarımız kapitalist yapının içinde yeni uzantılar alıyor. Arzu nesneleri artıyor, isteklerimiz çeşitleniyor. Özellikle mobil fotoğraf endüstrisinin cep telefonları üzerinden atağa kalkmasının en büyük nedeni fotoğraftır. Bu şekilde bir fotoğraf makinesinin yerine, dünyayı fotoğraflama görevini üzerine alan cep telefonu, her yerden vizesi olduğu için kolaylıkla yaşamın içinde kendine yer edinebiliyor.
Fotoğraf konusunda yakın çevreyi fotoğraflamak en risksiz alandır. Aileden başlayıp okul, apartman, mahalle, semt, şehir, iş çevresi gibi farklı genişlikteki yaşam alanlarının saptanmasıyla sınırlarını genişletir. Sözünü ettiğimiz alanlarda fotoğraflarını çekenler kendilerini bulundukları çevreye alıştırdıkları için çekim vizesini doğal olarak almış olurlar. Bu fotoğrafçı için büyük bir kolaylıktır. Burada olacak tek sorun da tanıdık olmanın getirdiği samimiyetin fotoğraf makinesine fazlaca yansımasıdır. Bu da belirli süre sonra kendiliğinden yok olacak, fotoğrafçı görünmez olacaktır.
Fotoğrafçılık, kare bazında gerçekleşen bir eylemdir fakat belirli bir tutarlılıkla -konu, yaklaşım ve devamlılık- projeye dönüştüğünde daha fazla anlam kazanacaktır. Proje fotoğrafçılığında karelerin tek başına dinamizminden çok, bir bütünlüğü oluşturacak fotoğrafların kendi aralarında yaratacakları sinerji daha önemlidir. Gerek kitap gerekse sergilerde gördüğümüz, gerçek anlamda yoğun bir çalışma ve duyarlılıkla yapılmış projelerde önemli olan bütünün yansıttıklarıdır. Her büyük yapıt gizli bir “aura”ya hizmet etmektedir.
Bulunduğumuz yol
Fotoğrafçı, renkli ya da siyah beyaz, geniş açı ya da teleobjektif kullanarak anlatımını destekleyecek araçlarını en baştan, daha düşünce aşamasındayken seçmek durumundadır. O sıradanmış gibi görünen anları sanat yolunda fotoğraflara dönüştüren ruhun izleyiciye de geçmesi için gereken asgari şartlar yerine getirilmek zorundadır. Fotoğrafçı bunu gerçekleştirirken önce kare bazında bütünlüğü yakalamaya odaklanmalıdır. Diğer yandan da düşüncesini, anlatımı doğrulusunda fotoğraf karelerine bölerek yeni bir anlam bütünlüğünü yakalamayı ana amacı yapmalıdır.
İçten ve insani fotoğraflar her zaman toplumların belleğinde kalır ve tarih içinde unutulmaz görüntüler arasında yerlerini alırlar. Fotoğrafta kalıcılığın, ilk dönem estetiğinde olduğu gibi doğru ile olan ilişkisi çok güçlüdür. Güzelin doğru ve iyiyi hedeflemesi aslında fotoğrafın bulunuşundan sonraki kullanımı ile aynı doğrultudadır. Kanıt olacak verinin gerçekliği önkoşuldur. Belge gücünü doğruluktan alır.
Doğallık, sadece doğaya ait bir unsur olmayıp tıpkı şiirsellik sözcüğü gibi geniş kullanımlı bir betimlemedir. İnsanın ruhu her türlü değişime meyilli de olsa doğal olanın çekiciliği her zaman çok yüksektir. Her şey gelip geçiyor. Evrende değişimin yalnızca zamanın içinden bir an olarak koparılan fotoğraflarda sabitlendiğini görüyoruz. Nesneler eskiyor, yapılar köhneleşiyor, canlılar yaşlanıyor oysa fotoğraf çekildiği halde kalıyor. Ölüm her şeyi kapsayan kara bir delik gibi yaşayan her organizmayı evrensel bir sıra ile kendine doğru çekiyor.
Klasik düşünce sistematiğine göre bizzat tanık olduğumuz ve idrak ettiğimiz her şeyin bir gerçeklik olduğunu kabul ederiz. Onu bulup çıkarmak da bir fotoğrafçının asli görevidir. Oysa sadece bir fotoğrafı bulunduğumuz açıdan çekmekle olay bitmiyor. Fotoğrafçının bu fotoğrafı daha önce çekilmiş birçok fotoğraftan ayıracak anlamsal ve biçimsel farklılıkları ustalığıyla öne çıkarması gerekiyor. Fakat ne yazık ki fotoğrafçının niteliği de bir fotoğrafın geleceğe kalması için tek başına yeterli değildir. Devreye jüri üyesi olarak izleyicinin girmesi de gerekmektedir.
Hormonlu fotoğraf ve sentetik fotoğrafçı sayısının anormal bir biçimde arttığı günümüzde fotoğrafın geleceği için neler yapılması gerekiyor. En önemli konu biçimle ilgili neredeyse hiçbir sorunu gözükmeyen hatta mükemmel parlaklıkta, çoğu sokakta çekilmiş günümüzün popüler konu ve bakış açılarını taklit eden, aynı fotoğrafçının elinden çıkmışçasına benzeyen fotoğrafların yarattığı karmaşa.
Tüm sanat kitapları sanat tarihine kalmış yapıtların özgünlüğünden, onları üreten sanatçıların da bir üslup oluşturarak sadece kendi adlarıyla anılacak eserler ürettiğinden söz eder. Oysa son zamanlarda -farklı coğrafyalarda çekilmiş de olsa- dünyanın dört bir yanında üretilen fotoğrafların yaklaşım olarak birbirlerine çok benzediklerini görüyoruz.
Fotoğraf bir moda değildir. Döneminin özelliklerini yansıtması fotoğrafa bakanları yanıltmamalı. Fotoğraf, popüler kültürün bir parçası olursa bu karmaşa içinde kaybolmaya mahkumdur. Sanırım bu tarzı benimseyenleri yapısal anlamda benzer kılan özelliklerinden dolayı “Bukalemun Fotoğrafçılar” başlığı altında toplayabiliriz. Tekniğin üzerinden devşirme sanat yapma eğiliminde olan bu fotoğrafçıların şatafatlı fotoğraf kurguları, içinde yaşadığımız sentetik dünyanın yansımalarından daha ileriye gidemiyor.
Herkes aynı şarkıya aynı şekilde göbek atarsa olacağı buydu. Neyse biz özümüze dönelim, seansımızı iyi niyetle bitirelim. Ne demiş Bâki o ünlü dizesinde “Derviş kendi bâşına sultan olup gezer”. İyi bir fotoğrafçı elinde makinesi ve zihninde konularıyla tüm bu tuhaflıkların içinden sıyrılmayı bilir. Seçilen her konuda nitelikli bir birey olmadan tarihin özgün bir parçası olmak olanaksız.
Özgür, özgün, iyi fotoğraflar, keyifli projeler dilerim fotoğrafın yüceliğine inanmış fotoğrafçı arkadaşlarıma.
Fotoğraflar: Özkan Samioğlu
Bize Ulaşın