İlerledikçe Kalabalıklaşıyor Yalnızlığımız

//

Zen’i hiç bilmeyenler için dağlar yalnızca dağ, ağaçlar yalnızca ağaç, insanlar da yalnızca insandır. Kişi Zen’i anlamanın yarı yoluna gelince; bütün biçimlerin hiçliği belirir, dağlar artık dağ değil, ağaçlar artık ağaç değil, insanlar da artık insan değildir. Gene de Zen’le ilgili tam bir anlayış kazanan kişi için, dağlar yeniden dağdan başka bir şey değil, ağaçlar yeniden ağaçtan başka bir şey değil, insanlar da yeniden insandan başka bir şey değildir.

Zen, geleneksel Japon sanatının en mükemmel halidir. Japon tarihinde Zen yolu belirli sanatlarda- resim, bahçe, çay töreni, şiir, okçuluk, Noh tiyatrosu, Judo vb.- hâkim hale gelmiştir. Japon şiir türleri arasında Zen’in en önemli temsilcilerinden biri de haiku şiir türüdür ki, benim de İFSAK Blog’da sizlerle buluşmamı sağlayan haiku üzerine yazdığım yazılar oldu. Bu seferki yazımda fazla uzaklaşmadan yönümü başka taraflara çevireceğim.

Bir süredir İFSAK çatısı altında çok güzel bir ekiple İFSAK Sinema Birimi’nde görev yapıyorum. Hal böyle olunca Zen ve haiku ile ilişkilendirerek, Japon Sineması’nın tüm yönetmenleri arasında “en Japon” diye adlandırılan Yasujiro Ozu Sineması üzerine bir derleme yapmak icap oldu.

Yasujiro Ozu (1903-1963), altmış yıllık yaşamına sığdırdığı ellinin üzerindeki filmle birçok ünlü yönetmeni de etkilemeyi başarıp yol gösterici olmuştur. Minimalist çalışmalarında Japon toplumunun geçirdiği köklü değişimi yansıtmaya çalışmıştır. Yaşamı boyunca Zen sanatını sinemanın içine sokmaya çabalayan Ozu’nun filmlerinin haiku formatında olduğundan bahsetmek pek de yanlış olmaz. Yönettiği filmlerinde geleneksel Zen sanatçısı gibi sessizliği ve ıssızlığı; haikudaki on yedi hecelik kısıtlama gibi minimal bakış açısını; haikudaki noktalama işaretleri yerine sahne kesintilerini görmek mümkündür.

Zen şairi ya da ressamından farklı olarak Ozu, filmlerinde hammadde olarak insanı kullanır.

Hayatı boyunca hiç evlenmemiş ve annesiyle beraber yaşamış yönetmen, kamerasını özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası Japon aile kültüründeki değişimlere çevirir. Kuşaklar arası çatışma, zor evlenme kararları ve ailenin parçalanmasının travmalarıyla ilgilenir. Film tarihçisi, yazar Donald Richie tüm Ozu filmlerinde “tüm dünya bir ailede yaşamaktadır” diye belirtir. 

Sessizlik ve boşluk Ozu filmlerinin aktif bileşenleridir.

Bunun için kamera hareketlerini neredeyse hiç kullanmaz. Kadrajında etrafımızda olanlardan fazlası yoktur. Doğrudan bir şey söylemek yerine hissettirmeyi amaçlar. Bir röportajında Richie’ye ‘’şimdi apaçık konu ile beraber görüntüler beni sıkıyor, doğal olarak bir film bir çeşit yapıya sahip olmalıdır yoksa film olmaz fakat ben, eğer çok drama ya da hareket olursa görüntünün iyi olmayacağını hissediyorum’’ demiştir. 

Kadraj içinde kadraj tekniğini çok kullanır.

Bu sayede görüneni daha etkileyici kılarak ekranda sürmekte olana vurgu yapar. İkinci olarak tatami tekniğinden de bahsetmekte yarar görüyorum ki, bu teknik Ozu’nun alametifarikasıdır diyebiliriz. Yönetmenin kamerası yerden üç fit yüksekte geleneksel olarak tatami minderinde oturan insan seviyesindedir. Bu geleneksel görünüm, görüntünün çok sınırlı bir parçasına hâkim olan sessizlikteki görünümdür. Çay törenlerine katılan birinin Noh’u görme pozisyonundan seyretme ve dinleme davranışıdır. Estetik ve pasif bir davranıştır. Yerden sadece birkaç santimetre yukarıda konumlanmış kamera seyircinin tanıklık hissini güçlendirirken gündelik hayat ve bu hayatın içinde olan biteni daha da net görünür hale getirir.

Ozu, aktörlerini onların “star” niteliklerine ya da oyunculuk yeteneklerine göre değil, onların “özsel” niteliklerine göre seçmiştir.

Rol dağılımında aktörün yetenekliliği ya da yeteneksizliği sorun değildir, ‘’onun ne olduğu’’ önemlidir. Yönetmenin yarattığı karakterler için şefkat duyduğu görülür, onların en ahmak duygularına bile saygı gösterir, aynı zamanda objektif bir izleyici olarak görünür.

Eski geleneği yeni bir biçime oturtma çabası içinde olan Ozu’nun filmlerine bakıldığında neredeyse hepsinin birbirine benzediği, hatta birçok filminde hep aynı oyuncularla çalıştığı için yönetmenin kendini tekrar ettiği düşünülebilir. Bunun amacı usta yönetmenin fazlalıklardan kurtulup kendine özgü sadeliği amaçlamasından ileri gelmektedir. Ozu‘nun filmlerindeki tahmin edilebilirlik bazı yönetmenlerin filmlerinde olduğu gibi yaratıcılık ya da orijinallik eksikliğinden kaynaklanmamakta; daha çok çeşitliliğin değil, tekrarın tercih edildiği ilkel ritüel anlayışından kaynaklanmaktadır.

Ozu‘nun üslubunu ne olmadığını söyleyerek tanımlamak mümkündür. Ozu, kaçınılmaz şeyler yapmayan bir yönetmendir. Tekniğinin nadirleştirilmesi ilk filminden son filmine dek bütün hayatı boyunca devam etmiştir. Ozu’nun kariyeri bir tür mükemmelleştirmedir. Aynı eylemi defalarca tekrar ederek mükemmelliğe ulaşma çabasında bir Zen ustasıdır.

Öncelikle seyretmenizi önereceğim Ozu filmleri olarak; onun sinemasının temelinde yatan aile ve jenerasyonlar arasındaki farklar gibi konulara dair en güçlü fikirleri ürettiği ve birçok otorite tarafından tüm zamanların en iyileri arasında gösterilen bir başyapıt olan Tokyo Story (1953), savaş sonrası Japonya’sında belirginleşmeye başlayan kuşaklar arasındaki farklılıklara vurgu yapan ve yönetmenin en güçlü aile portrelerinden birini içeren ve aynı zamanda görsel olarak benim en beğendiğim Ozu filmlerinden olan Late Spring (1949), sessiz filmleri arasında en bilinenlerinden olan, I Was Born But… (1932) ve ilk sesli filmi olan The Only Son (1936) filmlerini sıralayabilirim.

Haikuya bağlamak gerekirse;

Tokyo Story filminde anne ölen oğlunun dul karısının evinde kalmak zorunda kalır. Gelini, anneyi oğlunun yatağında misafir eder. Kadın oğlunun yatağına yattığında şu cümleyi kurar: ‘’Ölü oğlumun yatağında yatmak, ne zevk’’ Bu ironik bir durumu mükemmel bir şekilde ifade etmiyor mu? Haiku gibi…

ölü oğlumun

yatağında yatmak—

ne zevk

Yazımı aile teması üzerine yazdığım birkaç haiku ile sonlandırmak istiyorum:

bir çift kırlangıç

girer çıkar yuvaya—

mutluluk işte

neler kaçıyor—

peşi sıra koştuğum

tutkularımdan

kurumasın diye

sularken—

çürütme menekşeyi

çağlayan gibi zaman—

göl olup dursa

balık olsak içinde

Dingin bir dünya dileğiyle…

Kaynakça

1973 yılında İzmit’te doğdu. Trakya Üniversitesi Ziraat Fakültesinden mezun oldu. Yaklaşık 20 yıldır ilaç sektöründe satış pazarlama bölümlerinde çalışmakta. Halen özel bir şirkette yönetici olarak görev yapmaktadır.

2010 yılında İFSAK’la tanıştı, 2012 yılında üye oldu. İFSAK bünyesinde birçok atölye ve projelerde bulundu. 2015-2017 yılları arasında İFSAK Yönetim Kurulu üyeliği ve Sinema Birim Sorumluluğunu üstlendi, Etkinlikler Birimine destek verdi. Halen İFSAK Yönetim Kurulunda, Kısa Film Yarışmaları Koordinatörü olarak görev yapmakta, ayrıca İFSAK BelgeseLAB (http://www.belgeselab.com/) bünyesinde öğrenmeye ve üretmeye devam etmektedir.

Yorum Sayıları: 3

  1. Tokyo Hikâyesi ve Geç Gelen Bahar filmlerini seyretmiştim. Yönetmenin sinema anlayışının haiku ile bağlamını güzel anlatmışsın.

    • Çok teşekkür ederim Gültekin Abi. Ozu filmlerinin hepsi birbirinden güzel. Haiku ile bağlantısını beğendiğine ayrıca çok sevindim.
      Sevgiler

  2. Filmi izlemek sonrası yazınızı okumak sessizlikle dingin bir müzikle ilerleyen sahnelere, doğa ve insan seslerine anlam kazandırdı. Kendi adıma izlediğim film için ” Zen olmak ” yolunda güzel bir farkındalık diyebilirim. Farkına vardıkça hayat anlam kazanıyor. Tüketme eylemini dahi itina ile yapar oluyorsun. Sevgi ve Saygıyla.. Fatma Boyraz

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Son yazılar: Filmlere Dair

Kuru Otlar Üstüne

Koza(1995) adlı kısa filmiyle başlayan Cannes film festivali ödül serüveni Kasaba(1998) ile Berlin Film Festivali’nde gelen…

Kim bu kuşlar…

Yanımızdan yöremizden değil, iliklerimizden geçen bir seçim yaşadık. Çocuklara çocuk olmayı, sanatçılara sanatçı olmayı, öğrencilere öğrenci…

Okul Tıraşı

Yolu okuldan geçen iyi sanat ürünlerinin çoğu yakıcıdır nedense. Hele çocuk gözünden anlatılırsa. Çocukların dünyasına bakarken…