Keçi çobanının evinin köşesinden sapıp aşağıya doğru yollandım. Yol kıvrıla kıvrıla kısa virajlarla ilerliyor. Yolun kıyısındaki eski taş zeytin değirmenine yine gözüm ilişti, durdum. Değirmen taşını acaba verirler mi ya da satarlar mı diye düşündüm. Arka evlere baktım kimse yok, ses edemedim.
Yolda el ettiler durdum. ‘Onca kişiye el ettim almadı da işte bu yabancı aldı beni arabasına’ dedi, arkadaşına beni göstererek. Kendisi öne yanıma, karısı arka koltuğa tuz çuvallarının yanına oturdu. Kanal boyunca aşağı köye arka toprak yoldan giderken yarenlik ettik.
Bir ara, ‘acaba‘ dedim, ‘zeytin ezmekte kullanılan bir değirmen taşı bulabilir miyiz, bildiğiniz bir yerde var mı? Bu yıl geçti de seneye kendi zeytinimi kendim sıkmak istiyorum’. Kadın ‘biz ona ayak yağı derdik eskiden’ dedi. ‘Önce değirmende ezilir, sonra çuvallara konulur, ayakla yağı çıkartılırdı. En güzel yağ o olurdu. Şimdi ki yağlar fabrika kokuyor, havalandırıyoruz ama yine de işte’, dedi. Üç yer dolaştık köy içinde. Hepsinin değirmeni duruyor, kimse kullanmıyor ama ‘dededen hatıra’ deyip kimse vermek istemiyor. Benim bunu bulmakta kararlı olduğumu gören Osman Amca telefonumu alıp ‘ben seni on gün içinde ararım, bulucaz’ dedi. Üst taşı bulsam işin yarısı bitmiş gibi. Üzeyir’le konuştum alt kaidesini yapacak. Üzeyir dediysem üst köyde taş ustası. Sonra bana milini oturtmak kalıyor. Şimdi bekleme zamanı…
Aslında yola çıkarken aklımın bir köşesinde değirmen taşı vardı ama çıkış amacım o değildi, pazara alışverişe iniyordum. Sonradan aydım ki kurulan pazar bugün değil de yarınmış. Ama benim oraya inmem o yolculukta o insanlarla karşılaşmam gerekiyormuş. Yarın inseydim o insanları tanımam mümkün olmayacaktı. Yolda olmayı ve rastlaşmaları önemsiyorum. Kelimeler, cümleler, fizyonomiler, jestler, anılar biriktiriyorum. Hafızamın mekanında herkes, her şey kendi yerini buluyor, bense zaman gezgini…
Sinema bize yaratılmış karakterler üzerinden bizi anlatır ya, ya da onu dileriz ya. İşte Pelin Esmer’in senaryosunu Barış Bıçakçı ile birlikte yazdıkları, görüntü yönetmenliğini Gökhan Tiryaki’nin üstlendiği İşe Yarar Bir Şey filminin karakterleri de bize bizi, yakın çevremizi, uzak olanı, şiir tadında anlatır.
Sinemada hikaye daima ikinci planda gelir, gelmelidir de, esas olan onun nasıl anlatıldığı, nasıl yoğrulduğu, biz izleyene ne gibi alanlar bıraktığı, asıl hikayenin yan hikayelerle nasıl beslendiği ve tabi en önemlisi de ucunu kapatmadan söylemek istediğini söylemesidir.
Hikayede boynundan aşağısı altı yıldır felçli durumdaki Yavuz karakteri, arkadaşı doktor Hüseyin’den kendisi fiziki olarak yapamadığından kendisini öldürmesini ister, yani ötanazi hakkı. Hüseyin önce reddeder fakat Yavuz defalarca ısrar edince bir gün bunu gerçekleştirmeye kalkar ama arkadaşının ona sabit bakan derin boşluğunu görünce yapamaz. Arkadaşını çok sevdiği için yapamaz. Ama aynı hastanede çalışan hemşire Canan’dan bunu rica eder. Canan kabullenir. Bu bilgileri filmde bize Canan anlatıcı olarak aktarır.
Canan kariyerinin henüz başında bir hemşiredir ancak hayali oyuncu olmaktır ve bunun için biraz para biriktirip oyunculuk kurslarına yazılmak istemektedir. Bu yolculuğa Yavuz’un isteğini yerine getirmek için çıkmıştır. Leyla ise tüm bu olayların dışında bir ruh gezginidir. Asıl mesleği avukatlıkmış gibi görünse de aslında bir şairdir. Zamanın tortusuyla birlikte oturmuş karakteri, yüzündeki hem meraklı hem dingin bakışı, hafif gülümseyişi, tüm bunlarla birlikte daha çok alıcı bir kuş gibi toplayıcılığını bize aktarır. Gecedir adı gibi ilk etapta. Bu yolculuğa 25 yıl sonra aslında her yıl mezuniyet yemeği için toplanan lise arkadaşlarından birinin ısrarıyla çıkmıştır. Bir karakterimiz daha var tabi eski Mavi Tren. Tüm bahsi geçen mevzuları ve daha nicesini istasyondan istasyona taşıyıp sahibine teslim eden, Ankara’dan kalkıp bizi İzmir’e taşıyacak o Mavi Tren.
Filmin açılışında önce bir saat görürüz, sonra ona ait olup olmadığını bilmediğimiz çan sesi, oysa saat biri çeyrek geçiyordur, bu çan sesi de ne ki! O çan sesi saatin kendi zamanına ait iç sesi, anlamadın mı yoksa? Tanpınar’ın dediği gibi insana ait zamanın iç sesi ki konuşmaya başlar Leyla iç sesiyle, hatta kendine de dışarıdan bakarak. Sanki o çan sesiyle zamanda bir yarık açılmıştır da Leyla’nın bakışını, kurgusunu, zamanını yaşayacağızdır. Gençliğinde içine kapanık ama güvenilir biri olduğunu da söyler.
Leyla’nın boynundaki eşarpta fil desenleri vardır. Fil ki hafıza mekanı. Bu sırada evlenmek üzere olan genç bir çift fotoğraf çektirmektedirler istasyonda. Hatta fotoğrafçı direktiflerle bu genç çifti sanki yeni hayata hazırlamaktadır, sürekli emir kipi ile yönlendirir. Bir ara yaşlı adamla birlikte orada olan genç bir kızdan yardım ister fotoğrafçı, ‘şu çerçeveyi tutabilir misiniz acaba?’. Sarı yaldızla çerçevelenmiş bir hayatın başlangıcı fotoğraflarda yerini alır, her şey ön belirlenmişliğin yeknesaklığı, sıradanlığı, huzuru, sıkıcılığı içinde…
Canan (Öykü Karayel) olduğunu öğreniriz çerçeveyi tutan kızın adının. Sözde bir iş görüşmesine gidiyordur, babası öyle söyler oturdukları aynı bankta Leyla’ya. Hatta sizde o yöne gidiyorsanız ona göz kulak olur musunuz diye de tembihler. Leyla ne kadar hayata karşı sağlam bir duruş sergiliyorsa, Canan o kadar kırılgan.
İşe Yarar Bir Şey yazısı pelikülde belirip kaybolurken tren rayların üzerinden akıp gitmektedir ve hayatta karşılaşmalar, kesişmeler, ayrışmalar gibi makas yaparak birbirini kesmektedir. Kamera yukarı kalktığında birbirine bitişik nizam evler ve yaşamlar görürüz. Şahane bir açılış, yolculuğa davet. Sonrasında kamera kompartımanda kalemle yazı yazan bir elin gölgesine yönelir, nihayetinde elin gerçek uzantısı Leyla’yı görürüz. Leyla’dır kalemiyle bizi taşıyacak olan. Tren yavaşladığında Leyla dışarıyı izlemektedir. Bir grafitici dışarıda boş duran vagonlardan birinin üzerine koca bir karga boyamaktadır, kanatları kapalı.
Toplumun Aynasında Karga kitabı aklıma düştü hemen. Karga uzun yaşamanın verdiği güçle aklı, hafızayı temsil eder bir çok toplumda. Oysa ona kötücül şeylerde yakıştırmışlar, ölüm gibi. Bekçi düdüğünü öttürerek bir adam kargayı yapan çocuğu kovalar. Leyla çocuğu destekler camı açar ve koş koş der. Nereye? Şimdiden Leyla’nın eşarbındaki fil ile karga arasında bir ilişki var mı acaba diye diye… Sonrasında film boyunca kargayla üç kez daha karşılaşırız. Ama hep Leyla’ya görünür Leyla’ya bir şey söyler gibidir ya da Leyla’dır, gece gibi. Ta ki sonuncusuna kadar.
Leyla ikincisinde trenin tuvalet aynasına çizilmiş olarak görür onu ve altına hemen kendisi rujla tam ayaklarının dibine bir çizgi çeker, bir yoldur bu çizgi, bir davet. Üçüncüsünde trenin arıza yaptığı bir ara istasyondadırlar. Grafitici genç boş bulduğu bir duvara yine boyamaktadır kargayı, bu sefer kanatlarını açmış uçmaktadır. Sonuncusunda artık gerçek bir karga olarak Yavuz’un balkon demirine konmuştur. Leyla’yı ve yolculuk boyunca Yavuz’un içinde olamadığı mevzuları oraya taşıyan karga.
Leyla bir ara karga’ya yazar: ‘Karga o istasyonda fazla durmadı. Orası tehlikeliydi. Orası tehlikelerle doluydu. Orası tehditlerle doluydu. Huzursuz oldu. Tedirgin oldu. Tedirgin oldu. Karga o istasyonda fazla durmadı. Orası tehditlerle doluydu, tedirgin oldu. Kırmızı renkli eski vagonu terk etti. Solgun kırmızı renkli eski vagonu terk etti. Ve bir daha asla oraya geri dönmedi’. Leyla kelimelerin bize en doğru tınısını taşıyacak rengin, duygunun peşindedir.
Leyla yemekli vagonda oturmaktadır, elinde Gülten Akın’ın Kırmızı Karanfil şiir kitabı. Uzanıp kitaplığımızdan elime alıyorum, ilk şiir Güz.
Güz geldi. Gözlerim karmakarışık. Körüm ben.
Güz geldi. Bunu saçlarımın döküldüğünden.
derler ki yaylada doğmuşum, denizin ardında.
iniştir, yokuştur, geçer dizlerimden.
Sonraki şiir Kış
… Sus. Ne kadar kırılsak o kadar iyidir
sus. Cennet. Sus, muştu…
Sonra İlkyaz, sonra Yaz. İlkyaz’da “Ah, kimselerin vakti yok Durup ince şeyleri anlamaya” der Gülten Akın.
Demek ki diye geçiriyorum içimden bizi mevsim döngüleri gibi yaşam döngüleri bekliyor Leyla’nın izinde. Ama Leyla durup ince şeyleri anlamak için yaratılmıştır. Bir ara duraklar yine mavi tren. Dışarıya yönelir yine Leyla’nın bakışı. Adamın biri evinin pencerelerini turuncuya boyuyordur, dış dünyaya kapatıyordur yaşamı. Leyla’nın iç sesi “kırmızı, yeşil, mavi, turuncu. Ben turuncuyum ve hiç bir şey turuncuyla kafiyeli değil (KjerstiSkomsvold- Hızlandıkça Azalıyorum kitabından). Kompartıman görevlisi gelir ve perdeyi kapatır. Niye kapatıyorsun der Leyla. Ne olur, ne olmaz taş falan gelir, der görevli. İçki yüzünden mi? O değil de işte taş falan gelmesin şimdi der adam. Taş değildir gelecek olan kendi hapisliğini, kendi hücresini boyayanın modern olana kötü bakışıdır.
Tren yol aldıkça Canan’ın yaptığı yolculuğun hikayesi yaprak yaprak Leyla’ya sunulur filmde. Dedik ya Leyla hikaye toplar, kelime toplar, görüntü toplar, biriktirir, kurgular, çözer, yeniden yazar. Canan’ın kırılganlığı, hayata acemiliği, aslında bu işi yapmak istememesi, ara istasyonlardaki geri dönme isteği Leyla’yı Canan’ın yanına taşımıştır.
Leyla için Canan ile Yavuz’a bağlanan hikaye hem bir meraktır hem de Canan’ın kesin yapmak istemediği bir şeyi anlama çabasıdır. Tren güzergahı üzerindeki yaşamları çerçevelenmiş bir halde bize sunarken, bizde tıpkı Leyla’nın yaptığı gibi o yaşamlar üzerinde kendi kurgumuzu kurar, yakınlaşır, uzaklaşırız. Filmde bir karakter daha vardır Çello. Leyla’nın düşünsel eylemine eşlik eden Çello, bizi Yavuz’un evine taşır. O evde de Çello sesi vardır. İki şairi duygudaş olarak buluşturan ses imi.
Mavi Tren nihayetinde İzmir’e ulaşır. Leyla birden Canan’a ‘ben de seninle geliyorum’ der. Canan anlık tepkiyle hayır der, kızar, söylenir, anlattığına pişmanlık duyar. Tek başına yapmak için çıkmıştır yola, hatta yapamamak için ama… Tamam der Leyla peki o zaman. İstasyon dışında taksi beklemektedirler. Leyla bir taksi çevirir, Canan’ı da bırakacağı yere bırakmak üzere davet eder. Canan biner, konuşmazlar. Canan tam inecekken tüm tedirginliği, korkmuşluğuyla ‘yukarı çıkana kadar beni aşağıda bekleyebilir misiniz’ der Leyla’ya. İnerler.
Yavuz’un evi. İki şair bir hemşire. Önce gölgesini görürüz tavanda, sonra balkon demirinde kendisini. Tabi ki karga, geldi işte. Yavuz ‘karga bir yerde bir tehlike gördüğü zaman oraya bir daha asla gelmezmiş’ der. Leyla’nın karga için daha önce söylediğiyle, Yavuz’un söylediği birbirini tamamlar. Şair şairden anlarmış. Yavuz’un şiir kitabını bulur sehpanın üzerinde Leyla. Bir sayfa açar, şiirin başlığı Kesit. Şiir aslında genç yaşta bir sara krizi ile intihar eden İlhami Çiçek adlı şairin şiiridir.
bir resimdi işte
tandan ikindiye sarkan
kara kalem çalışılmış sürekli
ışık yoktu
önünde saçlarımızı tarardık
ölüm müydü o yalınlık
yoktu
ve gamzelerinin türevi
o canım kırışıklığında alnının
o ceylanda bir yığın kan yazması
yüzün yoktu
Sahilde buzlu bademciyi görürüz, ağır ağır badem arabasını sürer, durur. Yavuz her gün on iki de geldiğini söyler Badem Adem’in. Tam üç kez görürüz bademciyi hatta bir seferinde devamlılık hatası gibi durur ama değildir. Zamanın şiirselleştiği, ağdalaştığı, genleştiği sinemada bu durum olağandır, içsel zamanın yansımasıdır.
Sohbet devam ederken Canan şırıngayı hazırlamıştır. Ama Leyla birden bu sohbet burada bitmesin yarın yine gelelim mi? diye sorar. Yavuz: bugün yetmedi yarın yine işe yarar bir şey yapmak istiyorsunuz yani, der. Böylece ölümden bir gün daha çalınıp yaşamdan bir gün daha kazanılmış olur. Yavuz kabul eder. Hem sizden şu mezuniyet yemeğini de dinlemiş oluruz der.
Ölümden bir gün daha çalınmıştır, az şey mi? Hem bu bir gün içerisinde Yavuz ya vazgeçerse.
Sokağa çıktıklarında Canan kızar Leyla’ya, işi geciktirdiği için. Leyla tepkisizdir. Dar bir sokağa girdiklerinde Canan telefon konuşması yaparken geride kalır. Duvarda kara kalemle çizilmiş bir el gerçek bir ayna tutmaktadır bak diye. Leyla bakar, görür. Arkadan gelen Canan geçer gider. Filmde ayna üç kez kullanılır. Canan mezuniyet akşamı çıkışı aynayla yine buluşur. Filmin sonunda da Yavuz bir ayna ister ve bakar. Ayna ile yüzleşiriz, ayna ile içimize bakarız, ayna yalnızca yansıtmaz aynı zamanda toplar, hafıza mekanıdır, bakan görür. İki şairi zamanın genleşmesi içinde buluşturur.
Pelin Esmer bir röportajında mezuniyet yemeği için ‘Son Akşam Yemeği’nde İsa olmasaydı ne olurdu, diyerek yola çıktık’ der. Kadehler boşalırken, dedikodular ve gündelik yaşamın sıradanlığı, hatta yıvış yıvışlığı sızmıştır geceye. Filmde şimdiye kadar anlatıcı Leyla iken ilk kez sahne değişmiş ve diğerleri Leyla hakkında konuşmaktadırlar. 15 dakika boyunca kesintisiz tek plan bir çekim. Tam bir son akşam yemeği sahnelemesi. Sahnelemenin sonuna duru ve durgun Leyla’nın şiiri yetişir de o yıvış yıvışlıktan kurtuluruz. Bu şiiri Barış Bıçakçı film için yazmış. Şiire önce o masada bulunan bir erkek okuyucu başlar, hemen sonrasında Leyla’nın iç sesiyle devam eder.
“Baktım rüzgârsın sen
baktım çamaşır ipini zorluyorsun
hepimizin derdi güzel yaşlanmak sevgilim
baktım bir kitabın sayfalarını çeviriyorsun
ayağına terlik giy
bildiğimiz şeylerin taşında yalınayak geziyorsun
biz satranç oyuncusuyuz sevgilim
üzerimizde kara bir leke biz satranç oyuncusuyuz
inanıyoruz ceketlere düğmelere
inanmıyoruz takvimleri savurarak gelen geleceğe
işte yitirdik bütün taşlarımızı darmadağınık oyun tahtası
bir tek şahımız duruyor sevgilim o da evli iki çocuk babası
kelimeler önümüze çıkıyor sevgilim
uykumuzu bölüyor buradan çocukluğumuza kadar
buradan çocukluğumuza kadar bir telaş
içi boş kuşları kovalıyoruz ve bir sebep arıyoruz
herkese küsmek için
hemen o cumartesi buluyoruz hemen o pazar
yaşamak çukur yerlere doluyor diyorlar
bu yüzden yıkıntıya dönüşse de yaşıyormuş insan
ama hep yıkıldığımız yeter sevgilim biraz da kekik toplayalım
kıymetini bilmediğimiz şeyler var
yaşamak bir at gibi huysuzlanıyor kapımızda sevgilim
geçen günlere üzüldük tamam yola düşelim
düşünelim: başka günlerin duvarı daha sağlam
düşünelim: başka günlerin sokağı daha neşeli
başka evlerin kadınları erkekleri tam bir kahraman
tül perdeler uçuşurken başka evlerin pencerelerinde
bizi bir kitabın sayfaları arasında kurutuyor zaman
ama baktım sen rüzgarsın sevgilim
kitapları bir başından bir sonundan okuyorsun
başucunda bir bardak su
beni başucumda bir bardak su gibi avutuyorsun”
Şiir devam ederken Leyla’nın iç sesine çello eşlik etmektedir ve zamanda bir sıçramayla Yavuz’un evine varırız. Sahne uçuşan perdelerinin önünde oturan Leyla ve Canan’dan oluşur. Sonra birden Yavuz’un sesini duyarız: ‘demek maharetleri sergileme sırası size de geldi’ der Leyla’ya. Leyla istemese de öyle oldu der. Canan su içer misiniz? diye sorar. Yavuz içmem de şu aynayı bana uzatır mısınız? der. Aynaya bakar, Leyla’nın aynaya bakması gibi, merakla, belki son bir kez.
Çello ile birlikte sohbet ağır ağır devam ederken kamera tüllerin arasından dışarıya kayar. Ses ile görüntü arasındaki zaman genleşmesini yine yaşarız, tül görüntüyü bir siler, bir geri getirir, bir siler bir geri getirir, ağır, ağır beyaza düşeriz. Sokakta Leyla ve Canan uzaklaşmaktadırlar. Ucu açıktır sonun. Beyaza düşmeyi ölümle de özdeşleştirebiliriz, ya da dünyaya yeni gelmiş olanın önce beyaz ışıkla karşılaşması gibi doğumla da. Platon’un Mağarası anlatımındaki alegori gibi, karanlıktan aydınlığa bir yol, bir yolculuk gibi. Eminim bu yolda, bu yolculukta herkes kendi payını alır.
Senaryoya Gülten Akın, Furuğ Ferruhzad, Didem Madak, Julio Cortazar, İlhami Çiçek gibi yazar ve şairler eşlik etmiş yazarken. Kimisi kalmış, kimisi çıkmış ama genel atmosferi oluştururken çıkanların izleri kalmış, iyi ki…
Filmde karakterler isimleriyle özdeştir. Hüseyin, Canan, Yavuz. Leyla ise benim için Leylifer’dir. Gece ışığıdır o. Bir gün daha, belki bir gün…
Hocam sizin tavsiyenizle seyretmiştim filmi. Çok da beğenmiştim, fakat bu çözümlemelerle daha bir anlamlı oldu.
”Sinemayı Okumak” seminerlerini ne kadar özlediğimi bir kez daha anladım
Sevgiler
Tolgacım sağolasın, sevindim. Ben bazen bu yorumları geç görüyorum. Geç cevaptan dolayı affola…