Yanımızdan yöremizden değil, iliklerimizden geçen bir seçim yaşadık. Çocuklara çocuk olmayı, sanatçılara sanatçı olmayı, öğrencilere öğrenci olmayı, doktora doktor olmayı, öğretmene öğretmen olmayı, avukata avukat olmayı, savcıya savcı olmayı, gençlere genç olmayı unutturduk. Aydının/münevverin adı vardı, kendisi kayıplara karışmıştı. Kalan birkaç aydına da kuşkuyla bakar olduk. Zaten aydına ne gerek vardı, ses çıkarabilen herkes aydın olmuş, ülkenin“kendi sesini bulabilmiş” aydın arayışını çoktan bırakmıştık. Gazeteci gazeteci olmaktan çıkmıştı. Tanzimat’tan beri gücün aparatı olmaktan kurtulamayan gazetecilik ve gazeteciler… Ya güce doğrudan eklemlenen ya da gücün dışında kaldıysa muhalefeti dizayn ederek gücün değirmenine su taşıyan ya da ikincil güçlerde pozisyon yakalamaya çalışan gazeteciler. Ülkemde liyakatin aranmadığı tek meslek gazetecilik oldu. Bu arada parmak sayısı kadar kalmış gazetecilere selam olsun. Ekranın büyülü hezeyanına, kendi sesinin şehvetine kapılanlar “bir fikir olmayınca” üslup, adap, saygı, sevgi; hepsini unuttular. Konuşanlar kendilerince bir ölçü belirlediler, ellerine bir mezura/metre aldılar, geleni gideni ölçüye tabi tuttular. Bakalım senin milliyetçiliğin, muhafazakârlığın, dindarlığın, sanatçılığın, kadınlığın, anneliğin, cinsiyetin, solculuğun, cumhuriyetçiliğin kaç santim? Kafalarındaki santimetreyi geçince de suçladılar, altında kalınca da suçladılar. Ekranlardan, gazetelerden, sosyal medyadan, vitrinlerden, bina yüzlerinden, balkonlardan, muhtarlardan, belediye başkanlarından; her yerden üstü açık ve üstü örtülü parmak sallandı. Biz ölümlülere bir kabin içinde, kimseye göstermemek koşuluyla -güler misin ağlar mısın- evet oyu kullanmak kaldı.
Memleket bu ahval ve şerait içindeyken, yaşamaya çalışan fanilerden biri olarak bende şiraze kaydı. Emin Alper’in Kurak Günler filmini seyrediyorum -salonda on kişiyiz- savcının arabasıyla takip ettiği kan izi sanki benim kanım… Filmin olup olmadık yerinde ağladım. Özcan Alper’in Karanlık Gece’sine gittim –salonda beş kişiyiz- obruğa atılan bendim sanki. Saldırıya uğrayan Ali’nin İshak deyişinde gözyaşlarım bulgur tanesi. Ağlaya ağlaya İshak’la her obruğa indim çıktım. Cihan Mürtezaoğlu’nun seslendirdiği “Yeşil Başlı Gövel Ördek” türküsüne eşlik edeyim diyorum, sesim çatal çatal. Ne ara ağlak birine dönüşmüştüm ki?
Deniz kıyısındayım. Uçuşan martılar Alfred Hitchcock’un Kuşlar filminde Melanie’ye saldıran martılardı, emindim. Melanie de Melanie değil de Melahat mıydı yoksa. Yok canım abarttın diyerek koştum, filmin başına oturdum. Belleğim yanıltmıyorsa Halide Edip’in romanlarında ilk kez rastlarız. Roman kahramanı genç kız “batılı” yetişmiştir. Oruç, namaz, el öpme hak getire. Birden genç bir erkeğe rastlar, kızın dünyası alt üst… Önce kendini suçlu hisseder kız. Sonra o erkek sayesinde doğru yolu bulur ve kız kendini suçlamaktan – burası önemli- içindeki boşluktan kurtulur, çiftimiz mutlu sona ulaşır. Kuşlar aynen böyle Yeşilçam tadında bir film gibi geldi. Tek fark bu ne şiddet bu ne celâl dedirten sahneler! San Francisko’nun işlek caddesinin birinde iki dirhem bir çekirdek, kendinden çoook emin Melanie “evcil hayvan” dükkânına girerken kuşlar havada dolanmaya başlar. Kızımız merdivenleri çıkar, satıcıyı bulur. Evcilleştirecek kuşla böylece tanışırız. Peki, kuş Melanie’yi kim evcilleştirecek? Tabii ki elinde fötr şapkasıyla dükkâna giren, merdivenleri hızla çıkan Avukat Mitch. Tanışırken flörtleşmeleri sırasında kafesinden kaçan kanaryanın üstüne fötr şapkasını atarak yakalayan Mitch noktayı koyar. Melanie yakalanmıştır. İki saat boyunca Melanie’nin evcilleştirilmesini izleriz. Hem de ne iki saat! Anne baba terbiyesi almamış bu kızcağız sanırım sekizinci kuş saldırısında bilincini kaybedecek/ölecek, kendine gelir gibi olduğunda -olaylar dolunay zamanına denk gelir – kayın annesinin şefkatli kollarında yeniden doğacaktır. O doğarken helak olan kim? Ben! Melanie’ye her kuş saldırısında koltuğun içine doğru çekilip, korkuyla birlikte ağlama gülme arası bir hıçkırıkla sarsılıp durdum. Diyaloglar öyle sağlam bir yerden geliyor ki, koyu bir “kızım sana söylüyorum gelinim sen anla” formatı. Hele o kuşlar! Martılar, serçeler, kargalar mitolojik canavar olmuş; kara kara bulutların altında toplanıp bir ordu disiplininde Zeus komutasında saldırıyorlar kızcağıza. Kuzgun adını duydum bir ara. Eyvah dedim işin içinde kimler var? Bu fikri kafamdan kovdum, filme döndüm. Öğretmen Annie ve çiftçi komşu niye öldürüldü ki ? Aaaa! Mitch’in eski sevgilisi Annie’nin hâlâ ayakaltında dolaşması; kocası dört yıl önce ölen, yalnızlık çeken anne Lydia’nın gönlünün komşuya doğru kayması kuşların gözünden kaçar mıydı? Kaçmazdı. Saldırıdan çocuklar niye nasiplendiler? Ağaç yaşken eğilirdi! Sonuç olarak arabanın içine perişanca sığınan aile pirüpak/lekesiz aile miydi artık? Ne saçma! Birden filmden soğudum, televizyonu kapattım. Türk atasözlerini, deyimlerini alt alta koyarak Hitchcock izlenir mi yahu? Yuh bana…
Koş Birhan…
Üzerimde kuş tüyü var mı diye bakınırken yakaladım kendimi. Şiraze bu kadar kaymamalı diye söylenirken telefona düşen habere göz attım: Merve Dizdar, Cannes Film Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü aldı. Yutkundum. Haberin tamamını okudum, videosunu izledim. Gözlerim yine dolu dolu. Dur dedim kendime. Salya sümüğe bağlamadan kalktım, pencereyi açtım. Koooocaman bir nefes aldım. Geceye baktım. Karanlığa alkışla bir avuç Merve Dizdar bıraktım. Bir avuç Nuri Bilge bıraktım. Bir avuç Deniz Celiloğlu bıraktım. Bir avuç onlarcasının emeğini bıraktım. Bıraktığım her sesin yankısıyla yüzümü yıkadım. Biraz daha diyerek seslendim: Koş Birhan… Bu sefer yüzümü Birhan Keskin’in şiirlerine bıraktım. Kim Bağışlayacak Beni kitabındaki İz şiirini kaç kere, kaç biçimde okudum o gece, bilmiyorum!
“Kurtar beni! Daha fazla ölemem
Ah Ingeborg,
Neden mi?
Bilmiyorum.
Pek çok şeyi bilmediğim gibi.
Sana daha önce yazdığım mektupları neden
atmadığımı bilmediğim gibi.
Sevgili Ingeborg,
Birkaç gece önce seni rüyamda gördüm.
Ben çok üzgündüm. Bir yerden,
bir şeyi kurtaramamış olarak dönüyordum.
Mekânlar çok garip
yerlerdi. Tanımıyordum. Seni çağırsaydım
belki sen tanırdın. Çok üzgündüm.
Çok yorgundum.
Çünkü kurtaramamıştım.
Oysa ki, kurtarabilmek için “o şeyi”
kan ter içinde kalmıştım.
Tanrıya çok yalvarmış, çok yakarmıştım.
Sonra, garip şekilde bu rüyanın bitişinde
sen vardın. Yanağına dayanmış elin vardı.
Gözlerinde uykusuzluk, rutubet vardı.
Ama ne garip, bana çoook sıcaktın. Ben de
sanki senin sıcaklığını özlemiş gibiydim.
Seninle çok garip merdivenlerden inip,
çok garip odalara girdik
SENİ ÇOOOK ÖZLEMİŞMİŞİMDİ.
………………………………………..
Bir avuç alkışı da Birhan’a gönderdim. Sabahında, saat 9.00’da oyumu kullandım. Sonrasında arkadaşımla sokak kızı olduk, Kadıköy’ü boydan boya, enden ene dolaştık. Sokaklar tenha, dükkânların çoğu kapalıydı. Eve dönerken yakınımda silah sesleri, yakınımda korna sesleri vardı. Yürüdüm. Yüzümde bir gülümseme aralarından geçtim. Kapıyı açan eşim, çok merak ettim, dedi. Ben iyiydim… Bir mısranın peşinde olduğumu söylemedim.
“Bir mısra daha söylesek sanki her şey düzelecek” Cemal Süreya
Nigar ablacım ne güzel bir yazı…
Biz mısraları söylemeye devam edelim. Umutla…
Sevgiler
Yüreğin kömürle iz düşümü olmuş beyaza.. yüreğinize sağlık 🥰🫶🏻