Bu metin 5 Ocak 2021 sabaha karşı yazılmaya başlandı. Dışarıda yağmur sepeliyor, havada günlerdir asılı duran ilkbahar ılıklığı. Rakım 680, arkamız Akdağ. Buralarda Akdağ’ın dişil Babadağ’ın eril olduğunu söylerler. Akdağ suların bol olduğu, kar tutan, kaynakları kurumamış doğurgan bir dağdır. Yükseldikçe katman katman kızıl çamdan sedire, sedirden ardıç ormanlarına geçişler görür insan. İstihsal adı altında devlet eliyle büyük kızılçam ormanları kesiliyor ve bunu gençleştirme bahanesiyle yapıyorlar, sanki doğanın buna gücü yetmezmiş gibi, sedirlerin bir kısmında kurumalar görülüyor. Tüm bunlara rağmen yine de hala çok verimli topraklarda olduğumuz bir gerçek. Ne eksen yetişir dedirtecek kadar. İyi de, ne zamana kadar! Berger ihtimalin içinde hep bir umudun var olduğundan bahseder. Başka bir yaşam mümkün. Bunu her gün toprağa elini değdiren bir insan söylüyorsa eğer…
Bir yönetmen düşünün, çocukluğunda bir Amundsen kitabı okumuş ve beyaz düşler kurmuş, o beyaz düşler hep peşinden gelmiş: Milko Lazarov. Lazarov, çocukluğunda kurduğu hayalleri, bugünün gerçekliği üzerinden bir sanat eseri gerçekleştirebilme gücünü Ága filmiyle bize ulaştırmıştır. Hele post-truth yani hakikat zemininin tamamen ortadan kalktığı bir zamandan geçiyorsak, gerçekle kuracağımız ilişki biçimlerini yeniden düşünmek ve oluşturmak şart. Doğa ile olan ilişkimiz gibi, sanatsal üretimin de bizi gerçeğin zeminine taşıması seçeneklerimizden biri. Hele ki bu sanatsal üretim bizi tekrar doğamıza taşıyorsa!
Lazarov’un Öyküsü: Ága
Ága’nın ana teması ailenin ve toplumun parçalanmasıdır. Buradaki aileden kastımız neoliberal finans sisteminin aileyi yücelterek onu bir sömürü kaynağı olarak tekrar tekrar yaratması asla değil. Bu aile bembeyaz bir ıssızlığın ortasında bir Inuit çadırındaki yaşamın bireyleri. Sanki dünyada en son kalmış ailenin parçaları.

Filmin açılışında geleneksel Yakut giysileri içinde bir kadın ağız arpıyla bize bir ezgi çalar. Sanki bu ezgi tüm filmi anlatan bir ağıt, bir öndeyiş gibidir. Bu kültürde ölüm, kıtlık, afet gibi olayların üstesinden gelmek için, aşık bir insanın duygularını ifade etmesinde, ayrıca özel ya da sıradan olsun her türlü toplantıda duygu birlikteliği sağlamak için ağız arpı – vargan çalınırmış.
Sahne açılır ve karşımıza çıkan kompozisyonda, altta beşte birlik alan karla kaplıdır, gerisi sirius bulutlu gökyüzü; tam bir sonsuzluk ve boşluk hissi. Sonra sağ köşeden küçük bir leke şeklinde tek köpekli kızağıyla bir kişi belirir. Sahneyi kat eder ve sol köşeye yakın bir yerden çıkar. İlk sonsuzluk hissi veren manzara yine bizimledir ama artık anlamı değişmiştir. Manzaraya biri girip çıkmıştır ve boşluk, bir anlamla dolmuştur. Lazarov film boyunca pek çok kez, bir mekanı önce boş, sonra özneli, sonra yine boş göstererek, mekanın anlamı üzerine bizi yoğunlaştırır. Mekan adeta kristalize bir zamanla dolar. Sanki geçmiş ve gelecek şimdide yoğunlaşır.

Nanook ve Ailesi
Ardından yerde kollarını iki yana açmış yatan ve gökyüzüne bakan bir inuit görürüz. Baktığı noktada gökyüzünde bir uçak, ardında karbon ayak izini bırakarak yol almaktadır. Filmin ilk diyalektiği başlamıştır. Kızağıyla ava çıkmış bir inuit’in karşısında kaçınılmaz modernizmin bir nesnesi. Bulunduğu topraklarda yüzyıllardır geleneksel bir şekilde yaşarken, yaşadığı çevreye ait olmayan bu nesnelerin, üzerine yağdırdığı ölümcül atıklara maruz kalmak, tam bir paradoks.

Daha sonra adının Nanook olduğunu öğreneceğimiz adam, elindeki bıçakla yerdeki karı temizler ve kalın buz tabakasına ulaşır. Sonra buzda balık tutmak için genişçe bir çukur açar. Lazarov bizi yine bu çukurla bir süre baş başa bırakır. Bu çukur adeta bir obruğu hatırlatmaktadır. Oltasını sallar ve bekler. Filmdeki Nanook adı ironik bir biçimde Flaherty’nin 1922 yılında belgesel olarak çektiği Kuzeyli Nanook filminin kahramanına bir gönderme olduğu gibi aynı zamanda o filme de bir ağıttır.

Sonra çok uzak planda bir yurt (çadır) görürüz. Sağ köşeden Nanook kızağıyla yurt’a doğru ilerler. Etrafında başka çadırlar olmadığından bir kabileye ait olmadığı bellidir, yalnız kalmış bir yurt, bir karı koca ve köpek. Kadının adı Sedna’dır. Sedna yakut mitolojisinde deniz tanrıçasıdır.
Yurt’un içindeki tüm nesneler son derece işlevsel, primitif ve aynı zamanda birer ilkel sanat eseri gibidirler. Yurt denilen çadırın kendisinin de şaman inancında kozmik bir yeri vardır. Yurt’un tam ortasındaki direk, göğün direği olarak kabul edilir. Direk, bir taraftan yer altı ile bağlantılıyken, yeryüzüyle yani yaşamla ve gökyüzü arasında yer alır. Yurt’un üzerindeki açıklıkta, hem içerideki dumanın dışarı çıkması içindir hem de kozmik alışverişin bağlantı açıklığıdır.

Nanook ve karısı karşılıklı konuştuklarında; Nanook, beş yıldır ilkyaz’ın erken geldiğini, dört gündür hiç balık yakalayamadığını söyler. Sedna bu ilk kez olmuyor ki dediğinde, hatırlamıyorum der. Bu durumda çok ironik tabi, zira bu yazıyı yazarken henüz kış gelmedi, gelemedi.
Kara Leke
Bir ertesi gün karı koca birlikte, yine obruğu andıran bir buz çukuru açıp, balık tuzağı kurarlar. Daha sonraki günlerde Nanook’u takip eden ve ölümü hatırlatan, bir çift kuzgun görürüz ve seslerini duyarız. Nanook bir gün ölü bir tavşan, başka bir gün ölü bir tilki görür. Her ikisinin de bedenlerinde kara lekeler vardır, o leke onların ölümüne sebep olmuştur.
Bir gün Sedna’yı yurtta, bitkilerden krem yaparken görürüz. Karın bölgesini sıyırır ve kremi oraya sürer. Ölü hayvanlardaki aynı leke Sedna’da da vardır.

Başka bir gün motorlu kızakla sevdikleri bir genç olan Chena gelir. Onlara bir miktar odunla, tütün getirmiştir, ayrıca yanında bir de radyo vardır. Chena’da giderken ardında karda aynı kara lekeyi bırakır. Motorlu kızaktan yeryüzüne sızan kara leke, kirlilik.
Lazarov hem hayvanların bedenlerinde onları öldüren kara lekeyi, hem Sedna’yı yavaş yavaş ölüme götüren bedenindeki kara lekeyi ve hem de motorlu kızaktan geriye kalan o kara lekeyi bize göstererek ölümün hiç de doğal olmadığını tekrar tekrar, göstere göstere hatırlatıyor, unutmanın, buna inanmak istememenin alışkanlığa dönüştüğü bir dünyada. Üstelik Sedna belki metafor olarak bir tanrıçadır ama bu dünyanın tanrı ve tanrıçaları çoktan nesneleşmiştir, Sedna’ya yer yoktur.

Film bir taraftan kentsel yaşam dışındaki gençlerin (ki orayı kırsal diye adlandırabiliriz), bir gün modern dünya ile tanışmaları ve onun girdabına kapılmalarının hikayesini anlatırken, bir taraftan da o modern dünyanın nasıl modernizm dışındaki bir dünyayı da etkilediğini farkına varmamızı sağlıyor.
Ága, Yurt’u Terkeder…
Nanook ve Sedna’nın kızları Ága, geleneğe karşı çıkıp, yurt’u terketmiş ve elmas madeninde işçi olarak çalışmaya gitmiştir. Bir anlamda modernizmi seçerken özgürlüğün ardındaki modern köleliği görememiş ya da görmemeyi tercih etmiştir. Çıkarttığı elmasın eski yaşadıkları evrende hiç bir değeri yoktur, oysa yeni evren sanki bu pırıltılı taşın büyüsü üzerine kurulmuştur. O taşa sahip olmak evrene sahip olmak gibidir ama taşı çıkaran için değil tabi. Ayrıca Ága, o taşı çıkarmak için katkıda bulunduğu çevre felaketinin, ardında bıraktığı ebeveynlerini hasta ettiğinin de farkında değildir.
Salgado’nun objektifi bize Brezilya’daki Serra Pelada altın madeninde çalışanları gösterdiğinde dehşete düşmüştük. Ancak o altın madenine inenlerin bir kısmının bir gün kendilerine hak olarak verilen bir çuvaldan altın çıkabilme ihtimaline karşı köle olmayı tercih ettikleri bilgisi daha da dehşete düşürmüştü. Bu yıl büyük piyango kimseye çıkmadı, para varlık fonuna devredildi. SMA’lı çocuklar ölmeye devam ediyor.

Biz yine Chena’nın geldiği güne dönelim. Akşam yurtta yataklar serilip uzandıklarında, Chena yanında getirdiği radyoyu açar ve bir müzik sesi yayılır. Mahler’in 5. Senfonisinin IV. Adagiotto bölümü çalmaktadır.
Chena: Ága'yla ben çocukken, senin masallarını severdik. Nanook: Bir zamanlar, topraklarımızda yaşayan büyük bir avcı varmış. Bilmediği köşe bucak yokmuş. Yıllardan bir yıl, hayvanlar kaybolmaya başlamış. Avcı her gün çıkar ama eli boş dönermiş. Bir sabah çıktığında karşısında bir geyik belirmiş. Geyik kaçmaya başlamış, avcı da peşine düşmüş. Geyik kayalarla kaplı bir tepeye varıp, saklanmış. Avcı usulca sürünmüş, onu öldürmeye hazırmış geyikse parlak bir ışığa bürünmüş ve insan sesiyle konuşmuş: "Ben doğaüstü bir geyiğim", demiş. "Bana kıyma, sana dünyanın tüm zenginliklerini veririm." Geyik toynaklarıyla yeri dövmüş. Ve topraktan elmaslarla altınlar fışkırmaya başlamış. Sonra, avcı demiş ki: "Kıymetli taş lazım değil bana." "Avcıyım ben." "Bana lazım olan avlanacak hayvanlardır." Geyik cevaplamış: "Dileğini yerine getireceğim." Geyik yeri tekrar dövmüş. Ve kar taneleri düşmeye başlamış. Her kar tanesi bir hayvana dönüşmüş. Gelincik, ayı, kurt, sığın (bir geyik türü)... Sonra tüm bu hayvanlar etrafa dağılıvermiş. İşte bu yüzden topraklarımız hayvanlar bakımından bereketli.
Chena’nın gözpınarlarından bir damla yaş yanağından aşağıya doğru kayar. O bir damla yaş, artık çok geç damlasıdır.
Nanook son zamanlarda kendisini çok uzaktan bir erkek geyiğin takip ettiğini görmüştür. Anlattığı masal daha bir anlam kazanır.

Sedna kızı için tilki kürkünden bir başlık yapmaktadır. Bir gün kızı Ága’yla buluşup o başlığı kendisine vermeyi hayal etmektedir. Aynı zamanda babasıyla kızını barıştırmayı. Çünkü Nanook, kızı onlardan ayrıldığında, geleneğe karşı geldiği için kızına darılmıştır.
Kuzgunlar, geyik, hayvanların kara lekelerle ölümü sanki bir kıyamet habercisi gibidir. Nitekim bir gün büyük bir fırtına kopar. Karı koca fırtınadan yurtları uçmasın diye çok çaba sarfederler. Nanook işaretlerden karısının öleceğini anlamıştır, öncesinde bir ağacın altına taşlardan bir mezar yeri hazırlar.

Fırtına sonrası bir akşam yattıklarında, Nanook radyoyu açar. Yine karşımıza Mahler çıkar. Sedna gördüğü bir rüyada bir kutup ayısının onu elinden tutup bir çukura doğru götürdüğünü, çukurun içinin yıldızlarla dolu olduğunu söyler. Ölümünü görmüştür. Mahler çalmaya devam ederken;
Nanook: Derler ki müzik, havada dolaşırmış tıpkı rüzgar gibi. Bu müzik ne hakkında merak ediyorum. Her şeyin ardında mutlaka bir anlam olmalı. Sanki bu müziği besteleyen kişi çok acı çekmiş. O yüzden ruha ağır geliyor. Bu alemde insanlar konuşur...uyur...ve yer. Ama asıl önemli olan aileyi bir arada tutmaktır. Ne olursa olsun.
Nitekim karısı ölür. Tüm bu fırtına ve olanlar Sedna’nın ölümünün ve bir anlamda sanki dünyada kalan son ailenin dağılmasının sembolik anlatımlarıdır.

Sedna’nın ölümünden sonra Nanook karısının Ága için hazırladığı başlığı alır ve yeni dünyaya doğru yola çıkar. Yolda kereste taşıyan bir kamyon onu alır. Birlikte yol alırlarken bir gece yarısı önlerine bir geyik çıkar ve kamyon geyiğe çarpar. Çok çarpıcı bir andır. Sanki tam Nanook’un anlattığı masaldaki geyiktir. Onun için artık yaşamın ve masalların bir anlamı kalmamıştır da kendisini yok etmek üzere kamyonun önüne atlamış gibidir. Geyik kaldırıldığında yerde kalan leke, yine bize o kara lekeleri hatırlatacak bir lekedir. Geyiğin ölümü Nanook’un artık geri dönülemez bir yola çıkmış olduğunun bir göstergesi gibidir.
Nanook, Ága ve Çukurlar
En nihayetinde Nanook elmas madenine ulaşır. Maden, Dante’nin dokuz kattan oluşan cehennemi gibi bir yapıya sahiptir, tam bir cehennem çukuru. Bu sahnenin yapılanması Boticelli’nin Dante cehennemini resmedişinin bir yansımasıdır. Çukurun içinde uzak planda Nanook ve kızı Ága karşı karşıya gelirler. Önce Nanook başındaki başlığı çıkarır, sonra Ága. Ága, annesinin öldüğünü anlamıştır. Her ikisi de bakışlarını göğe yıldızlara doğru kaydırır.

Kamera, geriye doğru çekilerek, maden çukurunu terk ederken, çukurun bir süre sonra Permafrost kraterine dönüştüğünü ve kraterin tam yanında da bir kentin yükseldiğini görürüz. Sibirya’da son yıllarda aniden ortaya çıkan bu kraterlerin sebebinin küresel iklim değişikliğinin bir sonucu olduğu malum. O kent bu kraterin yanında yer alırken, yaşayanlar onu görmüyorsa, aslında o krater yoktur, der sanki yönetmen.

Kutup bölgesinde permafrost, İç Anadolu’da özellikle Karaman yöresinde birden bire oluşan obruklar. Birisi küresel ısıtmanın sonucu, birisi yine yanlış su ve tarım politikalarıyla ile kaybolan yer üstü sularının yerine yeraltı sularının tarımsal üretimde kullanılması sonucu yeraltında oluşan boşlukların yer üstündeki kütleyi taşıyamayarak içe çökmeleri. Peki herhangi bir önlem ya da çözüm önerisi var mı, yok tabi ki. Bu ülkenin yetkilileri su hasadının ne olduğunu biliyorlar mı?

Lazarov’un bu öyküsü, mitoloji ile gerçek yaşam arasındaki geçişkenliklere, metaforik anlatımla izin verirken, son kalan ailenin parçalanışını, doğanın yok oluşuyla bağlayarak, mükemmel bir izlenim yaratmıştır. Minimalist yaklaşım, müzik kullanımının eşlikçi değil organik olması, zaman geçişlerinin nesneler ve ışık üzerinden anlatımı, kompozisyonda kullanılan geniş ve uzak planların yalnızlık hissini pekiştirmesi gibi daha pek çok öge, filmin ruhuna uygun yapılanmayı bize taşır. Filmin başlarında avlanmak için buzda açılan çukurla, filmin sonundaki permafrost çukurunun obruk şeklindeki görüntüsü aynıdır ama anlamları çok çok farklı. Hangisini görmek istersek gerçek odur.
Lazarov bizi Dante’nin cehennem çukuruna indirdi, artık arafta kalmaya vakit yok, öyleyse geriye bir soru kalıyor; sizin Beatrice’niz kim?

Hocam yine ne güzel bir yazı olmuş.
Ufuk açıyorsunuz
Teşekkür Tolgacım, sende biliyorsun yazma eylemi dışa doğru değil önce içre içre kendine doğru gerçekleşiyor. Ya da en azından bende öyle, sonra paylaşınca kendini açıyor. Kaygı tetikleyici oluyor. İnsan yazarkende öğreniyor, birlikte gelişiyoruz.
Sağolasın.
Filmi izlediğimde, derin bir elem, beraberinde kaygı / iç sızısı hissetmiştim. Yazınızı okurken katman katman açıldı, daha da görünür oldu sanki duygular. Sizi dinlemeyi özlemişim.
Teşekkür Gültürk Hanım, sevindim.