Üzerinde yaşadığımız gezegenin yaklaşık 4,5 milyar yaşında olduğu, genel kabul görmüş bilimsel bir bilgidir, malûm. Gezegenin kalan ömrü için 2 milyar yıl ile 5 milyar yıl aralığında birbirinden epeyce farklı tahminler olmakla birlikte, yaklaşık olarak geride bıraktığı ömür kadar daha ömrü olduğu kanaati ağır basar. Şükran duygumuzu ifade etmek için ‘Toprak Ana’ dediğimiz, adını ‘Dünya’ koyduğumuz bu ender gezegenin cüssesi dikkate alınıp düşünüldüğünde, milyarla telaffuz edilen yılların pek de yadırganmayacak bir ömür süresine tekabül ettiği biraz daha rahat tahayyül edilebilir. Yüzbinlerle ifade edilen sayıda canlı türe ev sahipliği yapan gezegenimiz, anlaşılan o ki ömrünün orta yaşını idrak ediyor veya orta yaşı aşmış, yaşlılığa yüz tutmuş bir evrede.
Ömrünü tamamlamasından kasıt güneşten uzaklaşması, güneş tarafından yutulması veya güneşin sönmesi sonucu mevcut canlı yaşamın sona ereceği midir, dünyanın yere düşen bir bardak gibi tuzla buz olup boşluğa savrulacağı mıdır, yoksa dünyanın bağlı bulunduğu sistemde başka bir doğal eylemin gerçekleşeceği midir? Bu ve benzeri bütün konularda bilim insanlarına kulak vermek gerek. Çünkü onlar, ‘benden sonra tufan’ demeyip eldeki bütün bilgi ve veriler ışığında geleceğe dair öngörüde bulunurlar.
Yeryüzü şimdiye dek, bilim çevrelerince tespit edilebilen 5 büyük altüst oluş yaşamış, her defasında türlerin yüzde sekseninden fazlası yok olmuş ve sonra yeni türler ortaya çıkmış. ‘Kıtaların Ayrılması Teorisi’ dikkate alındığında bile dünyanın nelere gebe olduğu kolaylıkla öngörülebilir.
Dünya da, bağlı bulunduğu sistem de büyük altüst oluşlar ve küçük hareketlerle kendi döngüsünde bir organizmadır esasen. Gezegenlerin, güneş sistemlerinin, galaksilerin, evrenin birbirine bağlı düzeni veya işleyişi içinde Dünya, oldukça küçük ve önemsiz bir yer işgal eder. Fakat başta insan olmak üzere yeryüzündeki bütün canlılar için maddi anlamda ondan daha önemlisi yoktur.
Dünyanın güneş çevresindeki hareketi/dönüşü sırasında ikisi arasındaki uzaklık sürekli aynı kalmıyor. Dünyanın güneşe uzak olduğu-yakın olduğu zamanlar var. Eksen değişiyor, kutupların konumu da sürekli aynı kalmıyor. Bir yıllık devinim süresinde bu oluyorken, örneğin ellibin yıllık bir devinimde durum ne olur? Bunu düşününce, geçmişte yaşanan büyük ve küçük buzul dönemlerinin gelecekte de vuku bulacağını kanaati oluşur ve bu da katiyen kehanet olarak yorumlanamaz. Devasa gök taşlarının gezegenimize çarpması sonucunda oluşacak vahim hallerin geçmişte olduğu gibi gelecekte mümkün olduğunu varsaymak da kehanet değildir. Suyun ve toprağın (denizlerin ve karaların) geçmişte olduğu gibi gelecekte yer değiştirebileceğini söylemek de kehanet değildir. Çöllerin verimli topraklara, verimli toprakların çöle dönüşebileceği olasılığını dillendirmek de kehanet değildir. Büyük bir altüst oluşla gezegenimizdeki türlerin yüzde seksenden fazlasının yok olacağı kanaati de kehanet değildir.
Bilim çevreleri ve dünyayı yönetenler böyle bir hal öngördükleri için olsa gerek, yeryüzündeki bütün bitki tohumları dağların derinliklerinde depolanıp muhafaza altına alınıyor. Uzay programları, genetik çalışmaların hiç olmazsa bir bölümü böyle bir meseleyle başa çıkabilmek için olsa gerektir. ‘İnsansı robot’ yapımı da bir ölçüde bu kaygının sonucu gibi görünüyor. Ondan daha önemlisi ise, ‘robotsu insan’ a dair çalışmalardır.
Gezegen, içinde yer aldığı sistemin bir parçası olarak devinimini sürdürürken, kısacık ömrü olan bizlere stabil gibi görünen doğal döngü, çok açık ki hakikatteki doğal döngü değil. Yaşam için norm haline getirdiğimiz tanımlara, saptamalara uygun doğal döngü birkaç onbin yıl veya birkaç yüzbin yıl sürse bile gezegenin tarihinde kayda değer değildir. Doğal döngüde belli periyodlarla küçük ve büyük yıkımlar var. Buna ‘yenilenme’ demek belki daha doğru olur. Doğayı böyle ele almak, böyle düşünmek icap eder. İnsan türü kendisini gezegenin ve hayatın merkezine koyma eğiliminde olduğundan, genel olarak akılcı davranmayı rehber edinse bile böylesi konularda maalesef aklı devre dışı bırakabiliyor. O yüzden, evrensel döngünün azameti karşısında neredeyse ‘hiç değerinde’ olduğumuzu görmezden geliyoruz. Dürtülerin ve yığınla vesvesenin bizi yönlendirmesiyle hem kendimize, hem diğer canlılara hayatı zindan ediyoruz.
İnsan türünün kendi yaşamını idame ettirebilmesi için muhtaç olduğu elemanlar bağlamında bizatihi insanın yerkürenin doğal döngüsü üzerindeki negatif etkisi ne kadar büyük olursa olsun, doğanın öz döngüsü yanında hiç kalır. Gayet açık ki sıkı sıkıya bağlı olduğu sistemin bir parçası olarak yerkürenin olmazsa olmaz büyük çalkantılarının gerçekleşeceği evrede insanın ve diğer canlı türlerin büyük bir kısmının hayata tutunabilme olanağı neredeyse tamamen ortadan kalkacaktır. Diğer gezegenlere yapılan yolculuklar, uzaya insansız gönderilen araçlar, bütün keşif çalışmaları ve uzun yolculukların salimen yapılabilmesini temin edecek teknolojilerin ısrarla üretilmesinin gerisinde bulunan asıl kaygı gelecekteki çok büyük bir altüst oluşa veya yok oluşa karşı tedbir geliştirmektir. Bu kaygıyı hiç kimse yadırgayamaz elbette ki.
Mamafih, yeryüzünde hayatın yok olması olasılığına karşı tedbir olarak insan türünün bir kısmının başka gezegenlere yerleştiğini varsaysak bile durum gene de çok parlak görünmüyor. Çünkü yapılan hesaplara göre yaklaşık onmilyar yıl sonra güneş ömrünü tamamlayacak. Üzerinde yaşadığımız gezegene hayat veren güneş sisteminden öte bir güneş sistemine geçiş ise, en azından şimdilik imkânsız gibi görünüyor. Onun da ötesine geçildiğini varsayalım, o takdirde de dünyanın içinde yer aldığı galaksinin ötesindeki bir galaksiye geçiş pek mümkün görünmüyor. Galaksi durağan değil, onun da topyekûn bir devinimi var. En nihayet galaksi de ömrünü tamamlayacaktır. Hadi bir an için onun da ötesine geçilebildiğini varsayalım, mamafih içinde yer aldığımız evren için aynı şeyler geçerli. Evren büyüyor, tıpkı yeryüzündeki canlılar gibi. Ancak unutmamalı ki bütün canlılar doğuyor, büyüyor ve ölüyor. İnsanın izanını ziyadesiyle aşan süreler bağlamındaki olasılıklar bunlar. Fakat hiçbiri olasılık dışı değil. Paralel evrenlerden birine geçişi sağlayabilme kudreti olacak mı insan türünün? Bu garip tür ne yapar, nasıl yapar, ne kadarını yapar, hiçbirini bu günden öngörmemiz mümkün değil. Bildiğimiz o ki, varlığını sürdürebilmek için ‘son dem’ e kadar durmaksızın çabalayacak, asla vazgeçmeyecektir. Aksi, insan tabiatına aykırıdır.
Belki, “niye varız?” sorusunun yanıtını bulabildiğinde, varlık ve devam problemini çözmesi daha kolay olabilir.
Meselenin bu son derece önemli boyutu bir yana, yaşadığımız evrede yerkürenin doğal yapısına veya döngüsüne kendi elimizle verdiğimiz zararı elbette ki küçümsemiyoruz, tersine çok da önemsiyoruz. Yerkürede yaşamın olmazsa olmazları için gereken yapıtaşlarını yerinden oynatan, bozan, ortadan kaldırmak için adeta canla başla uğraşan insan, doymak bilmeyen iştahının bedelini kısmen kendisi ödese dahi, eline sopayı aldığı günden itibaren bütün ağırlığıyla diğer türlere ödetiyor.
Naif bir bakış açısı ile dahi, insanın öncelikle kendisini çıkmaza sürüklediği rahatlıkla söylenebilir. Aynı bakış açısıyla ve yaklaşık üç yıldır yaşadığımız ağır pandemi koşulları nedeniyle güncel olduğu için şu soru sorulabilir: Bir virüs gibi aşırılaştıkça ölümüne yol açacağı bedenle birlikte kendisinin de yok olacağını ne zaman kavrayacaktır insan türü?
İnsanın doğayı yönetmesi, evirip çevirmesi mümkün değil, fakat kendisinin ve kendisiyle birlikte diğer türlerin yaşam koşullarını mahvetmesi mümkündür. Nitekim yaptığı da bundan başka bir şey değil. İnsan ancak doğayı anlamaya, açıklamaya çalışabilir. Ne gezegeni, ne güneş sistemini, ne galaksiyi, ne de evreni bozup dağıtacak kudreti yoktur insanın. Hayatı kendisi için ve diğer canlılar için zorlaştırır, yaşam koşullarını büsbütün berbat eder veya yaşanmaz hale getirir belki. Fakat insan her ne yaparsa yapsın, gezegenin umurunda değildir. Hatta bazı türlerin yok oluşu gezegenin rehabilite olmasını bile sağlayabilir.
Sapiens, her şeye hükmetmeye çalışıyor. Bu denli önüne geçilemez vahşi hükümranlık arzusu niye?
Orman kıyımı, bizon katliamı, balina katliamı, fok katliamı, nehir yataklarının değişmesi, zehir saçan tarım ilaçları, toprağın doğal yapısını bozan sun’i gübre, betondan mütevellit uçsuz bucaksız yerleşim alanları, milyonlarca kilometre asfalt, kimyasal atıklar, nükleer atıklar, zehirli gaz salınımı, milyon kilometre kare büyüklüğüne erişmiş plastik atıklarla kaplı deniz yüzeyi, toprak yüzeyde kasaba-kent büyüklüğüne erişmiş çöp yığınları, yüzbinlerce hayvanın tıkış tepiş yaşadığı ve masum bir halde boyunlarının kesilmesini bekledikleri besi çiftlikleri, dünyanın çevresine yerleştirilmiş onbinlerce uydu ve daha bir yığın başka şey.
Zavallı fillerin artık diş çıkartmadıklarını duymak insanın derinden sarsıyor. Fil neden diş çıkartmayı reddeder? Dişleri için asırlardır öldürülen fillerin sayısını tahmin bile edemeyiz. İnsan karşısında acze düşen bu dev cüsseli harikulade hayvan çareyi diş çıkartmamakta bulmuş.
İlaç kullanarak böcekleri yok ediyoruz. Küçük canlılar oldukları için mi önemsemiyoruz? Onların da birer canlı olduklarını neden unutuyoruz? Yeryüzünde insana ne hak ise, yaşayan her canlıya hak olduğu gibi, böceklere de hak’tır. Aksini hangi ‘hak’ la söyleyebiliriz?!
Biz, insan türü, ne kadar doğasever/hayvansever olsak da bîla istisna hepimiz yeryüzündeki her şeye özü itibariyle kötülük ediyoruz. Kimimiz dünya üzerindeki her şeyin emrimize amade olduğu, bizim için varoldukları bilgisiyle; kimimiz, kâr/kazanç uğruna büsbütün körleştiğimiz/duyarsızlaştığımız için; kimimiz duyarlı olsak bile, meselenin özünü kavrayamadığımız için ve daha pek çok nedenden ötürü her şeyi tahrip ediyoruz, mahvediyoruz, yok ediyoruz.
Dünyanın çeşitli coğrafyalarında koruma alanı olarak belirlenmiş adına milli park dediğimiz az sayıdaki arazi parçasının her biri özünde büyük çaplı birer hayvanat bahçesidir. Vaziyeti bundan başka bir şeyle izah etmek insaf ehline uygun olmasa gerektir.
Yeryüzünde tarım arazisi açabilmek için kuruttuğumuz bataklıkların toplam yüzölçümünü bilen var mı? Suyunu yok ettiğimiz göllerin toplamdaki yüzölçümünü, önünü kapatıp doğal akışına engel olduğumuz akarsuların sayısını, kurumasına yol açtığımız yeraltı kaynaklarının sayısını, yok ettiğimiz ormanların yerküredeki toplam yüzölçümünü bilen var mı?
‘Gezegenin şah damarı’ diyebileceğimiz yağmur ormanlarını talan etmeye başladık.
Bir an için her gün tükettiğimiz süt, yumurta, et miktarını düşünüp, bütün bunların nereden (kimden) nasıl elde edildiklerini gözümüzün önüne getirirsek, bizim dışımızdaki bütün canlıların bizden ötürü ne halde olduklarını çok daha rahat tahayyül edebiliriz.
Hayatın her alanı amansız bir yarış ortamı haline getirildiğinde başka ne olabilirdi ki? Çok büyük bir ciddiyetle ve aşırı maharetle gerçekleştirdiğimiz yağma, özü itibariyle acınası bir insanlık halidir. Başka perspektiften söylersek, yaşanan şey esasen bir insanlık trajedisidir. İnsanla sınırlı olsaydı bir teselli bulunabilirdi, fakat öyle değil, yeryüzünde bizimle hayatı paylaşan ve en az bizim kadar hayat hakkı olan bütün canlılara insan eliyle yaşatılan çok büyük bir trajedi.
Kendisini süslü erdem öyküleriyle donatan ve bu doğrultuda her şeyi hizaya getirmeye çalışan biz insanoğlu, doğadaki en acımasız ve vahşi yaratık değiliz de neyiz? Kendimizi başka nasıl tarif edebiliriz ki? Yaptıklarımızın doğurduğu negatif sonuçları bizzat kendi türümüze acımasızca yaşattığımız gibi, diğer bütün canlı türlerine misliyle ve çok daha acımasız şekilde yaşatıyoruz.
Altını kalın çizgilerle çizmiş olmak için şu soruyu soralım: Yeryüzünde yaşam sona erdiğinde, bundan gezegen (dünya) etkilenir mi? Cevap çok açık: Hayır. İnsanlı ya da insansız, üzerinde canlı herhangi bir şey bulunsun ya da bulunmasın, dünya ömrünü tamamlayıncaya kadar rutin döngüsünü sürdürür.
İnsanın feryadı aslında kendisi için. Oksijenin azalması, çevre kirliliği, suların ve toprağın zehirlenmesi, ormanın yok edilmesi, çeşitli canlı türlerinin yok olması, atmosferin zarar görmesi, buzulların erimesi vb her şey öncelikle insanı ilgilendiriyor, diğer canlı türleri insan gibi kaygı gütmedikleri için durumu idrak edemezler, binaenaleyh böyle şeyler gezegeni zerrece ilgilendirmiyor. Özetle, insan türünün dünyaya hiçbir etkisi yok, insan türünün etkilediği şey dünya üzerindeki canlılık, yani topyekûn yaşam.
O yüzden, Holosen Çağ olarak tanımlanmış bir çağda iken, insandan kaynaklı mevcut kötülük durumu dikkate alınmak suretiyle Antroposen Çağ olarak tanımlanması önerilen ve büyük ölçüde de kabul gören evre, dünyaya değil, dünya üzerinde gerçekleşen canlılığa yahut hayata insanın egemen olması halinedir özünde.
Binlerce metre derinlikten petrol ve gaz çekseniz, yüzlerce metre çukurlar açıp maden çıkartsanız, yeşili ve ormanı büsbütün yok etseniz, bütün suların önünü kesip baraj yapsanız, iklimi tamamen değiştirseniz, türlerin büyük bir bölümünü yok etseniz, atmosferin canına okusanız ne çıkar? Bundan dünyaya ne? Olan, sizinle birlikte yeryüzünde yaşamaya çalışan bütün canlı organizmalara olur ve nihayetinde çuvaldız başkalarına batarken iğnenin ucu da size batar. Esasen insan veçhesinden ele alırken bu kadar yumuşatmak da doğru değil. O noktada çuvaldız-iğne metaforu bir eleştiri veya uyarı örneği olarak çok hafif kalacağı için, hakikatteki durumun bir Samuray kılıcıyla harakiri yapmaktan farklı olmadığını kabul etmek gerek.
İnsan türü intiharın eşiğinde, fakat yaşayan her şeyi kendisiyle beraber mezara götürmek niyetinde.
Maateessüf, ne kadar yese-yutsa da katiyen doymak bilmeyen insan, kendisiyle birlikte diğer türlerin sonunu hazırlıyor. Belki kakalak hayatta kalır ve zehir ihtiva etse de bazı virüsler toprağa, suya, havaya tutunurlar.
Bu kadar karamsar bir tablo henüz yok tabii ki. Ancak işittiğimiz ayak sesleri, böyle devam edildiği takdirde çok da uzak olmayan bir gelecekte ağır bir karamsar tablonun ortaya çıkacağını söylüyor.
Antroposen çağın başlangıcını insan etkinliğinin çeşitli evreleriyle ilişkilendirenler var. Herkes farklı bir noktadan ele alıyor ve her biri ele aldığı nokta itibariyle iddiasına ilişkin argümanı da ortaya koyuyor. Hangi evrede başladığından daha önemlisi nereye doğru gittiği, neye evrileceği meselesi olduğu ve ayrıca önermelerin hepsi maddi bir temele dayandırıldığı için ilgili söylemlerin her birinin kendi içinde tutarlılık ihtiva ettiği söylenebilir.
İnsan avcı toplayıcı iken yeryüzünde yaşayan diğer canlılarla neredeyse aynı avantajlara sahipti, henüz fazlaca bir üstünlük elde edememişti. Alet edevat yapımını iyiden iyi geliştirdiği, toprağı işlediği, hayvanları evcilleştirdiği, sabit yerleşim yerleri inşa ettiği, sınırlar çizdiği, o sınırlar içindeki toprağın kendisine ait olduğunu söylediği, başka gruplarla çatışmaya başladığı, stok yaptığı, ticarete meylettiği, dolayısıyla ‘rekabet’e giriştiği zaman çok belirleyici olmuştur.
Toprağı işleyebilmek için açık alanlara ihtiyaç vardı, yüzeydeki çalılıklar ve orman kesilip atıldı. Barınak inşa edebilmek ve yakmak için ağaca ihtiyaç vardı, orman katledildi. Ağır iş gücü için at, eşek, öküz, deve, fil gibi güçlü canlılar gerekliydi, bu zavallı hayvanlar için esaret dönemi başladı. Yün, süt, et, yumurta ihtiyacı için koyun, keçi, inek, tavuk gerekliydi, onlara da pranga vuruldu. Şimdi bakalım; insanın yeryüzündeki diğer yaşam formlarına müdahalesinin veya diğer yaşam ögelerini kendisine tabi kılmaya başlamasının miladı hangi evredir? Kuşkusuz, avcı toplayıcı koşulların sona erdiği evredir.
‘Homo homini lupus’ (İnsan, insanın kurdudur) sözü eksik kalır. Çünkü insanın doğası, tarih boyu hem kendi türüne, hem diğer türlere çok büyük kötülükler yapmaya, gezegen üzerinde dehşet saçmaya elvermiştir. Yaşayan ne varsa, hepsini esir almıştır. Onlarla birlikte uyum içinde yaşamayı değil, onlara pranga vurmayı kendisine hak saymıştır.
Ve fakat insan doğası, bu kötücül halin üstesinden gelmeye de elverir. Mizan terazisi hayli bozuk, özrü kabahatinden büyük, suç dosyası çok kabarık olan insan soyu bunu düzeltir mi, kritik gidişatı geriye döndürür mü? Nafile, böyle birşeyi öngörebilmek hakikaten çok zor. İyimser olmak için, en azından şimdilik, çok küçük bir olumlu işaret bile yok, buna mukabil karamsar olmaya yol açan yığınla olumsuz şey orta yerde duruyor ve üstelik bu yığın sürekli büyüyor.
Önce taş-sopa kullanıyorduk, sonra metal (‘delikli demir çıktı, mertlik bozuldu’), şimdi plastik.
Taşla, sopayla başlamıştı kavga. İnsanlık ilerleme kaydetti; okla, kılıçla, kargıyla, gürzle, mancınıkla devam etti kavgalar. İlerleme durmadı; topla, tüfekle, biyolojik silahlarla, kimyasal bombalarla ve nihayet nükleer güçle daha büyük kavgalar yaşandı. Ne ilerleme ama… Hepsi hükümranlık için, yiyip yutmak için. Kötüydü, insanlık dışıydı, hiçbir değerle bağdaşmıyordu. O yüzden kimi insan şiddetle itiraz etti, ‘hak’ diye ortaya atıldı. Onların da her daim hakkından gelindi.
Öylesi hoyrat, kaba, acımasız kavgalar, yaşadığımız çağda yerini belli ki daha yumuşak görünümlü ama daha da acımasız kavgalara bırakacak. Eski kavgalar, çapı ne kadar büyük olursa olsun, nispeten lokal idi. Bazı toplumlar kısmen veya tamamen kavganın dışında kalmayı başarabiliyorlardı. Fakat bildiğimiz anlamda, belleklerimizde yer etmiş biçimiyle kavga sanki tarihe karışıyor. Sürekli geliştirilen yeni teknolojik olanaklar hükümranlık alanını yeryüzünde yaşayan her ferdi kapsayacak hale getirmeye matuf. Görünen o ki tek fert kontrol dışında kalamayacak.
Küresel egemenlik talep eden güç, diğer bir ifadeyle ‘ileri kapitalist güç’, bir seçenek sunuyor insanlık âlemine. “Bîla istisna herkesi kontrol altında tutarsam, kötülük problemi ortadan kalkar.” Ardından doğal olarak akla şu gelir: “Kötülük sorunu ortadan kalktığında, iyiliğe ihtiyaç kalmaz.” Böyle bir sav işitir gibiyiz.
Hakikatte böylesi bir pembe tablo oluşabilir mi? Sanmıyoruz, çünkü kapitalist sistemin karakterinin buna elvermediğini biliyoruz. Üstelik net olarak biliyoruz ki sistem başka seçeneklere tamamen kapalı. Yeni teknolojik olanaklar sayesinde insanın eline kelepçe, ayağına pranga vurulmasına gerek yok. Böyle iç sızlatıcı kaba görüntüler olmayacak. Pranga zihinlere vurulacak, gönüllere vurulacak. Öyle görünüyor.
İleri kapitalist (küresel kapitalist) sürecin son evresinde, başkalarının haklarını gasp etmeye ve/ya yeryüzündeki her şeyi yiyip yutmaya ihtiyaç duyulmadığı, rekabete, kavgaya gerek kalmadığı bir aşamada belki bir çıkış yolu açılır insanlık için. Tabii o vakit dünyanın hali nicedir, yaşama elverişli bir şey kalmış mıdır? Öngörebilmek hayli zor.
Kötülük probleminin ortadan kaldırılması meselesinden söz etmişken, konuyla doğrudan ilgili küçük bir ufuk turu yapmakta yarar görüyoruz. Bir ömür emek verip biriktirdiği her şeyi dolandırıcılara kaptıran herhangi bir insanı düşünün. Dolandırıcılar sırra kadem basıp gidiyorlar. Yaşlılığında rahat edeceği umuduyla kırk yıl durmaksızın çalışmış, yiyip içmemiş, gezip eğlenmemiş, biriktirmiş insanın böyle bir hal karşısında yaşayacağı travmayı tahayyül edebilir misiniz? Küresel egemen güç yapay zekâ (veya süper zekâ) marifetiyle böyle olumsuzlukları tamamen önleyeceğini, hiç kimsenin bir başkasına bu travmayı yaşatma şansı bulamayacağını söylediğinde, bunu gerçekleştireceğine yüzdeyüz emin olacaktır geniş toplumsal kesimler. Çünkü mevcut teknoloji bunu gerçekleştirmeye ziyadesiyle elverir. Kuşku duymak için herhangi bir neden bulamayacaktır insanlar. Hırsız, postundan kımıldayamayacak; arsız, yol kesip kimseyi yumruklayamayacak; namussuz, çoluk çocuğa zarar veremeyecek; hilekâr, tartının ayarıyla oynayamayacak; hoyrat, linç girişimini aklından bile geçiremeyecek; haksız, eş-dost akraba kayırıp başkalarının haklarını gasp edemeyecek, …vs vs. Bu denli ciddi ve hayati önemi olan vaadler, şayet yapılabilme olanakları görünür şekilde orta yerde duruyorsa, kendi halinde ortalama her insanı ziyadesiyle cezbeder, ikna eder. O da büyük çoğunluk (yığınlar) nezdinde yeni durumun benimsenmesi ve kabulü anlamına gelir. İlave olarak genetik çalışmalar, insanın kötülük yapma eğilimini minimum seviyeye düşürmeyi veya kötülüğü büsbütün yok etmeyi taahhüt ederse, ortalama insanın tutumu bunu desteklemekten yana olacaktır hiç kuşkusuz. Fakat biliyoruz ki bunun koşulları oluşturulurken aynı zamanda insanın çok kolay güdülecek bir kuzu haline getirilmesi, iradesinin tamamen elinden alınması da sağlanabilir.
İnsanın bir türlü düzelmek bilmeyen abartılı kötücül hali, önümüzdeki zamanlarda her ferdin uzaktan kumandayla zapt-u rapt altına alınmasına itirazsız herkesin razı olmasına yol açabilir. Bunun tersinin gerçekleşeceği umuduna kapılmaksa, büyük olasılıkla hayalden ibaret kalır.
Verili duruma bakıp tahayyül etmeye çalışınca, bildiğimiz anlamdaki kan ve irin akan bir astığı astık kestiği kestik hal olmayacağını, ‘yumuşak diken’ kıvamında fakat çok daha etkili bir vaziyet doğacağını düşünmek yanlış olmasa gerektir.
Milyonlarca yıldır süregelen doğal elemenin, yerini yapay seçilim koşullarına bırakmasına doğru adım adım ilerliyoruz. Hayvanlarda ve bitkilerde zaten uzun zamandır yapılıyordu. İşe yaramadığı, ters teptiği sabit üstelik. Her coğrafyanın toprak, su ve iklim koşullarına milyon yılda uyum sağlamış, genetik yapısı güçlenerek bu zamana kadar gelmiş bitki ve hayvan türlerini neredeyse yok ettik. Daha verimli olduğu kanaatiyle, kapitalist sistemin en temel öğretisi olan ‘maksimum kâr’ hırsıyla başka coğrafyaların bitkilerini ve hayvanlarını toplayıp uyum sağlamakta güçlük çekecekleri coğrafyalara taşıdık. Olmadı, olmaz da. Tutunabilmeleri için bin türlü ilaç, kimyevî gübre ve genetik operasyonlar sürüp gidiyor. Bu kadar büyük tecrübe ve oldukça hazin tablo orta yerde duruyorken, insan üzerinde aynı operasyonlara girişmek, insan türünün kendisine yapabileceği en büyük kötülük olabilir.
Muhtemeldir ki akla gelir; ‘Neden bir ton laf ettik ve sadede ne zaman geleceğiz?’
Şunun için bir ton laf ettik: Manzarayı resmetmek (Foto-Grafını yapmak) istiyorsak, önce manzarayı görmemiz gerek. Naçizane manzarayı ortaya koymaya, görünür kılmaya çalıştık. Fakat fotografçıların malûmudur, manzara resmedilirken iyi ışık aldığı zamanlar beklenir, böylece estetik bir görsel kayıt ortaya koymak arzu edilir. Bu yapıldığında, kadrajın içinde yer almakla birlikte gölgede veya karanlıkta kalan ve detayları görülemeyen kısımlar olur. Kadraj içinde kalan her şeyin detayları görülüyor olsa bile, bazı şeylerin dikkat çekmesi istenir ve onlar öne çıkartılır. Bu durumda da diğer şeyler gözden kaçar. Kadraj içindeki her bir noktanın tam anlamıyla görülmesi sağlandığında ise, kadraj dışında kalan kısımlar vardır. Her hal ve kârda, resmeden kişi, görülmesini arzu ettiği kısmı gösterir, bazı yerleri dışarıda bırakır.
İmdi, manzarayı kısmen ortaya koymaya çalıştığımız için bir ton laf ettik, sadede gelebilmemiz için ise bir miktar daha yol almalıyız. Gölgede veya karanlıkta kalan, arka plana itilip flûlaştırılan veya kadraj dışında kalan kısımlara dikkatli bakmazsak, en önemli şeyleri gözden kaçırabiliriz. O yüzden biraz daha yürümemiz gerekiyor.
Post-modern tanımıyla başlayıp devam eden süreçle birlikte post-endüstri, post-kapital, post-human, post-marksizm, post şu, post bu… derken son elli-altmış yılın en popüler kavramlarının başında gelen ‘post’ (sonra) sözcüğü ve bir zaman sonra oldukça sık telaffuz edilmeye başlanan ‘meta’ (öte) sözcüğü (ki onun belki ilki ve en önemlisi teoloji bağlamlı ‘metafizik’ kavramıydı) düşün, söylem, tartışma alanının en önemli kavramları arasına girdiler. Bu kavramlar insanlık âleminin varacağı yeni dönemin bir bakıma habercisi olma niteliği taşıyorlardı.
Doğayı tahrip eden, mahveden insan, kendi doğasıyla da ciddi şekilde oynama eğiliminde, malûm. Doğaya verilen zararı sadece hava kirliliği, su kirliliği, toprak kirliliği olarak algılamak yanlışa sürükler, çünkü bu kadarı eksik bilgidir. Bunlardan daha önemlisi bitkilerin ve hayvanların genetiğiyle oynamak, doğal seleksiyon yerine yapay seçilimi ikame etmektir. Ne için yapay seçilim? Daha az giderle, daha fazla verim sağlamak, yani daha fazla kazanç elde etmek için. Öyle oluyor mu? Katiyen olmuyor. Çünkü uzun vadede insanlığa ve yeryüzüne bunun maliyeti, binlerce yıl boyu karşılanamayacak kadar yüksek olacaktır, nitekim belirgin şekilde maliyetin çok yüksek olmaya başladığına hep birlikte tanığız.
‘Post-nature’ yolu böyle inşa edildi. Ve insan şimdi de kendi türü için aynı programı geliştiriyor. Yoksa post-insan başka nasıl ortaya çıkacaktı?! Nitekim insana dair bu vahim hal aynı zamanda post-nature kavramı içinde de ele alınabilir. Neden vahim? Çünkü bunun gerisinde yatan ana fikir, genetik olarak sağlam/dayanıklı, atletik, güzel-yakışıklı, zeki ve hiç kuşku yok ‘edilgen’ yeni insanı inşa etmektir. İleri safhayı öngöremeyecek kadar kör ve düz bir mantıkla bakıldığında iyi bir şey gibi görünür kuşkusuz. Soyut düşünme kabiliyetinden yoksun yığınlar düz mantıkla bakacaklardır. Bunda yadırganacak bir şey yok. Başka ne beklenebilir ki? Fakat soyut düşünme kabiliyeti gelişmiş intelijans vaziyetin nereye varacağını, sonucun ne olacağını görür ve itiraz ederse, düşün alanındaki üstad-ı âzamlar bu önemli meseleye ciddi şekilde eğilirse bir nebze umut var demektir.
Ufuk açmak için bitkiler üzerinde yapılan genetik çalışmaları hatırlayın. Sonuç beklenenin tersi oldu. Her bitki, her toprakta ve her iklim koşulunda, yani dünyanın her yerinde aynı kabiliyeti gösteremedi. Bazı yerlerde hastalandı, çürüyüp ölmeye başladı. Bunu önlemek için ilaç boca edildi, normalin üç-beş katı kimyevi gübre kullanıldı, gereğinden fazla su verildi. Gene de olmadı. Olan, toprağa oldu. Toprak zehirlendi, aşırı derecede kirlendi, yüzlerce yıl kendisini toparlayamayacak kadar tahrip oldu. Özetle, toprak mahvedildi.
Buna rağmen dur durak bilmiyor ve toprağı örselemeye devam ediyoruz. Neden? Aşırı kâr elde etmek için. Uzun vadede ipleri tamamen ele geçirmek, herkesi kendine muhtaç kılmak için. Bire kırk değil de, bire on veren ve fakat her tür iklim koşulunda, susuz kıraç arazilerde yetişebilen, çoğunluk beyaz buğday çıksa da, yarıya yakın çavdar çıkan dayanıklı tohum nerede? Koyu renk ekmek çıktığı için istenmeyen çavdarın ne kadar değerli olduğunu ise, iş işten geçtikten sonra öğreniyoruz. Narenciye yetişen Akdeniz kıyılarında daha düne kadar otuz çeşide yakın portakal, mandalina, limon yetişiyordu. Herbirinin formu, rengi, büyüklüğü, sululuk oranı, tadı, rahiyası farklıydı. Birini buradan alıp şurada yetiştirmek istediğinizde, yetişmezdi. Her birinin yetiştiği bir ortam vardı. Neredeyse hepsini yok edip, başka ülkelerden getirilen oldukça iri (darası ağır çeken), kalın kabuklu ama lezzeti iyi olmayan türler tercih edildi. Yaşı 60-70 olmuş insanımıza soralım; çocukluk yıllarında yedikleri portakal, mandalina ve limonun lezzetini şimdi bulabiliyorlar mı? O kokuyu, tadı, sululuk oranını şimdi bulamadıkları gün gibi ortada.
Manzaranın karanlıkta veya gölgede kalan, o yüzden gözlerimizle detaylarını seçemediğimiz kısmı için verdiğimiz örneklerdi bunlar. Örnekler çoğaltılabilir, fakat bu kadarının yeterli olduğu kanısındayız. Bir kez daha soruya başvuralım ve kendimize birkaç basit soru sorarak bu kısmı noktalayalım. Yeryüzünde yaşayan binlerce karınca çeşidini yok edip, sadece üç-dört çeşit karınca kalmasına yol açmamız doğru olur mu? Bu soruyu bir de arılar için düşünelim, kuşlar için düşünelim, böcekler ve memeliler için düşünelim. Yeryüzünde bulunan binbir çeşit ağacı yok edip, örneğin sadece çam, ardıç ve meşe ağacı bırakmak evla mıdır? Ne büyük kötülük! Böyle soruları kendimize yöneltirken türleri yok etmenin doğayı yok etmek olduğu, onun da nihai olarak insana dokunacağı bilgisinden yola çıkmak yetmez. Onun dışına taşmak icap eder. Böyle bir meseleyi bitkiler-böcekler yönünden, ağaçlar yönünden, hayvanlar yönünden ele almak gerekmez mi? Kesip atarak yok ettiğimiz bir zeytin veya portakal türüne bunu yapmaya hakkımız var mı? Bir türü yok etmek, soykırım değil midir? Onun yaşamaya hakkı olan bir canlı olduğunu, gövdesinde asla akıl erdiremeyeceğimiz özel devinime sahip koca bir evren taşıdığını niye düşünemiyoruz? Biz bir canlı tür olarak ne kadar ‘hak’a sahip isek, o da o kadar ‘hak’a sahip değil mi? Meselenin özü bundan başka ne olabilir?! Kıymamalıyız, yeryüzünde yaşayan bütün canlılar için böyle düşünmeliyiz. Hak, her canlı için geçerli.
Öte yandan, aklımıza getirmek istemediğimiz çok önemli bir şey var: Biz onlara hiçbir şey vermiyoruz, her şeyi onlar bize veriyor. Bu hal kulaklara küpe olmalı ve hakiki erdem arayışında, öncelikle bitkilere ve hayvanlara bakmalı. Sahip oldukları her şeyi alıyoruz ve hiçbir şey vermiyoruz. Bunu akılda tutar ve zaman zaman hatırlarsak belki vicdanımız daha kolay harekete geçer.
Kendi ömrümüzle sınırlı zamanı dikkate alıp düşündüğümüzde bile, yeryüzünde homojen bir yapı inşa etme çabasının sürekli güç kazandığı kanaati ağır basıyor. Eldeki aygıtlar ve piyasaya sürülmesi muhtemel yeni aygıtlar bunu adım adım gerçekleştirmek için son derece elverişli. Ne ki, bu yaklaşım isabetli değildir, büyük bir hatadır, sonuçları itibariyle insanın ve diğer canlıların felaketidir. Farklı bedensel özellikleriyle, farklı renkleriyle, farklı kültürleriyle tanıdığımız, görmeye alışık olduğumuz bu cümbüşü ortadan kaldırmaya çalışmak akıl dışı bir yaklaşımdır, katiyen bilimsel değildir.
Manzaranın kadraj dışında kalan kısmına gelince: Hakiki anlamıyla ‘samimi’ şekilde, “bize (insana) ne olacağı önemli değil, yeryüzündeki diğer canlılara bir şey olmasın” diyecek kadar duyarlı doğasever, hayvansever, diğerkâm kimse var mı? İstisna kabul edilecek kadar belki vardır. Baskın çoğunluk böyle bir şeyi katiyen samimi şekilde söyleyemez. Çünkü biz (insan türü) megalomanız, kendimize aşığız; doğayı, bütün canlıları kendi varlığımızı garanti altına almak ve konforumuzu artırmak için istiyoruz. Doğadaki en kudretli canlı olan bizi, insan türünü ve doğada yaşam savaşı veren her canlıyı birlikte ele almak en iyisidir, en isabetlisidir. Sahip olduğumuz kudreti, diğer canlıları esaret altına almak veya yok etmek için değil, hep birlikte daha rahat koşullarda yaşayabilmek için kullanırsak ortada sorun kalmaz.
Yeni dönemin/yeniçağın bize vadettikleri kadraj içinde parlak şekilde ve ön planda gösterildiği halde, bizden istediklerinin bir kısmı arka planda flû, bir kısmı da kadraj dışında. Bu bağlamda olmak üzere NFT, Metaverse vb alanları irdelemek icap ederdi, fakat bu yazı kapsamında öyle konulara girersek, biliyoruz ki okunabilir sayfa adedini çok aşarız. O yüzden başka bir yazının konusu olarak bir kenara bırakıyor ve kendimize yöneltebileceğimiz basit bir soruyla devam etmek istiyoruz. Ayda kaç saat yakın dostlarımızla, aile bireyleriyle biraraya gelip aynı sofrayı paylaşıyor ve sohbet ediyoruz? Ayda kaç saat cep telefonlarında sosyal medyayı takip ediyoruz? Malûm, akıllı telefonlar haftalık sosyal medyada gezinme raporu bildiriyor. Şüphe götürmez, kesin bilgidir. İnsana, doğaya, kendimize ne kadar yabancılaştığımız ve ne kadar üretim dışı kaldığımızı rahatlıkla görürüz.
Sosyal bir varlık olan insan için ‘boş zaman’ kuşkusuz çok değerlidir. İnsanın kendisine zaman ayırması gibi önemli bir mesele oldum olası konuşulur. Parasızlıkla birlikte zamansızlık da endüstri toplumunun önemli sancılarından biriydi. Çalışan, üreten insanın kendisine ayıracak zamanı ve parası olmaması büyük bir problemdi. Bilgisayar sistemleri, yapay zekâ, robotik uygulamalar en nihayet çalışan insana bir miktar boş zaman bıraktı. Bıraktı da, ne oldu? En değerli zaman, gözler cep telefonuna kilitlenmiş halde kafayı kaldırmadan sosyal (ya da asosyal) medya ortamında tüketiliyor. Televizyonlardaki dizi, yarışma veya tartışma (üstelik hep aynı insanlar ve aynı şeyleri söylüyorlar) programlarını saatlerce izleyerek kıymetli zaman heba ediliyor.
Pandemiden ötürü ortaya çıkan, geçici olmasını dilediğimiz koşulları bir kenara bırakarak düşünelim: Dostlarla, aile bireyleriyle, başkalarıyla biraraya gelip saatlerce sohbet ettiğimiz, görüş alışverişinde bulunduğumuz, yabancılaşmak yerine kaynaştığımız, yardımlaşıp dayanışarak bir şeyleri kotardığımız ne kadar zaman var? Samimi olarak kendimizi sorgulayalım; entelektüel altyapımızı güçlendirmeye matuf kaç kitap, dergi, makale okuduk? Hangi meseleye enine boyuna ciddi anlamda kafa yorduk? Bizden herhangi bir konuda kaç kez yardım ve destek talep edildi, hangisine koştuk? Ne ürettik? Bir haftada, bir ayda, bir yılda toplam kaç saat bu şekilde geçti? Açık yürekli olmak lazım; sosyal medyada geçirdiğimiz zamanla kıyaslandığında, yok denecek kadar az bir zamana tekabül ettiğini görürüz.
Hani şu çizgi filmlerde veya bilimkurgu filmlerden aklımızda kalan hümanoidler, siborglar, insan yedek parçalarının üretilmesi, transhüman vb pek çok şey (bir kısmı aleni, bir kısmı gizli) hayata sokuluyor işte. Böyle projeler için inşa edilen veya planlanan mega kentler konuşuluyor. Savaşlarda cepheye sürülmek üzere acıma, korku, endişe, kaygı vb duygulardan arındırılmış ve düşünme kabiliyeti elinden alınmış insan modelinin planlandığını veya hayata geçirildiğini duymak, dehşete kapılmak için yeterli değil mi? Siyasi yelpazenin bir ucundan diğerine her görüşten insanın tereddütsüz ‘vahşi kapitalizm’ dediği, kapitalizmin en acımasız son evresi. Hepsi ona matuf işler.
Kadraj dışında kalan, kadraj içinde kalmakla birlikte karanlıkta veya gölgede kaldığı için yeterince iyi seçilemeyen yahut arka palana atılıp flû kalan yerlere ilişkin sözümüzü de bir nebze dillendirdik.
Gelelim sadede.
Yeniçağın anormal bir hızla geliştirilen teknolojileri, ola ki insan lehine ve insanla birlikte yeryüzünde yaşayan bütün canlılar lehine kullanılırsa ne âlâ, ne güzel. Fakat bu şekilde cereyan edeceğine dair bir umut var mı?
Ne yapabiliriz?
İşte zurnanın ses çıkardığı yer burası.
Teknolojik ilerlemeye, gelişmeye, dönüşmeye hiçbir şey yapamayız. Hayatı belirleyen de, insan tavrını belirleyen de bu nevi gelişmelerdir. Onun önünde duramayız. Durmamalıyız da. Teknoloji ilerlemeli, gelişmeli. Ancak yeryüzüne egemen olan bir avuç insan lehine değil, topyekûn insanlık ve topyekûn diğer canlılar lehine ilerleyip gelişmeli. Elde dayanışma ve yardımlaşma kabiliyeti dışında hiçbir güç yok. Umut var mı? Bu sorunun yanıtını verebilmek hakikaten çok zor. Çünkü insan evladının elinden bu kabiliyet gün be gün alınmaya başlandı bile. Birey olunacaktı; yani rüzgâra kapılmayacak, özgür düşünecek, özgün davranacak insan olunacaktı. Yazık ki öyle olmadı. İnsan, adım adım yalnızlaştı ve yabancılaştı.
Öyleyse, bu denli can alıcı meselede bilim insanları, düşünürler, sanat insanları, özelde fotografçılar ne yapar?
Biz öncelikle kendimize, başka bir deyişle sanat ortamında en fazla yer kaplayan fotograf âlemine bakalım. Bu güne dek büyük bir çoğunlukla (bazı istisnalar olduğunu kabul etmeli ve fakat istisna olduklarını teslim ederek) mağdur olanın, en alttakilerin belgeselini yaptık, sürekli objektifimizi onlara yönelttik. Kariyer sağlamak, popülarite elde etmek amacıyla bunu yaptığımızı kabul etmesek de, işin aslı bu beklenti en önemli motivasyon kaynağıydı. Zaten o yüzden yapılanlar da işe yaramıyor, amaca ulaşamıyor, hatta bazen tersi etkiye yol açıp mağdur olanın mağduriyetinin katmerlenmesine yol açıyor, fotoğraf tutkunlarının ruhu duymasa bile. Sadece ender sayıda fotografçının ender sayıda fotoğrafının insanlık adına, doğa adına olumlu adımlar atılmasına yol açabiliyor olmasını açıklayan hal, bu haldir.
Şunun altını kalın çizgilerle çizmek isteriz: Niyet çok önemli. Fakat yetmez. Diyelim ki hakikaten çok iyi niyetlisiniz. Ancak iyi niyetinizi destekleyecek ve arzu ettiğiniz sonuçlara yol açacak bilgiye, birikime ihtiyacınız var. O bilgi ve birikim olmadan sözünüz hep yarım kalır veya kastınız dışında anlaşılırsınız, arzu etmediğiniz şekilde algılanırsınız.
Bilgisi ve birikimi, sözünü tam söylemeye ve söylediği gibi anlaşılmaya elveren fotografçılara gelince: Onlar, üstad-ı âzamlar. O yüzden fazla söze gerek yok. Objektiflerin kadraj dışında kalana, kadraj içinde yer alıyor olsa bile gölgede/karanlıkta kalana veya arka plana itilip flûlaştırılmış olana, diğer bir ifadeyle, görünene/gösterilene değil, arka planda olup bitene yöneltilmesi ve alt kesimin hal-i pür melalini ortaya koymadaki ustalığın/maharetin biraz da o noktada gösterilmesi gerektiğini söylemek yeterlidir.
Öte yandan, karamsarlığa yol açan bütün olay ve olgulara karşın, kimi zaman beklenmedik anlarda çok küçük bir umut belirir. Tokyo’da yapılan 2020 Olimpiyat Oyunlarında, ‘Yüksek Atlama’ dalında Katarlı ve İtalyan iki sporcu finalde yarışmaktan vazgeçip altın madalyayı paylaştılar. Hangi saikle yapıldığından ziyade ‘ben’in alt edilmesine ve dostluğun, dayanışmanın vücut bulmasına örnek teşkil etmesi bakımından oldukça anlamlıdır. İnsan evladı davranışlarını yavaş yavaş bu düzleme çekmeyi başarabilirse, çok küçük bir umut büyüyüp devleşebilir.
Yoksa ne olur?
Bize ulaşan yazılı metinlerden hatırlayalım: Birinci Dünya Savaşının büyük tahribatı yaşandıktan sonra, intelijans, insanlığın o savaştan büyük bir ders aldığını, bir daha asla o denli büyük savaşların yaşanmayacağını yüksek sesle dillendirmişti. Her entelektüel aydın büyük çapta bir savaşın bir daha olmayacağından emindi. Öyle mi oldu? Birkaç on yıl sonra İkinci Dünya Savaşı yaşandı, bu kez nükleer silahlar kullanıldı ve çok daha büyük tahribata yol açtı. Atom bombalarının gücünün Hiroşima ve Nagazaki’ye atılanlardan on binlerce kat daha yüksek olduğu ve bilemediğimiz çok daha etkili başka silahların üretildiği bu zamanda artık nükleer bir savaş olmayacağı konusunda da aynı emin söylem var sanki. Hiç belli olmaz. İnsanlığı ve/ya yeryüzünü tarumar edecek yeni bir savaşın olmayacağını kimse garanti edemez.
Netice nereye varır?
Mağara duvarlarında başladı, mağara duvarlarında biter.
Bize Ulaşın