Güneşle uyandı. Gözünü, “Süleyman’ın Hazineleri’ne açtı. Kahire’nin gülleri ne renkti; gözlerini kapadı ve tozlarla dans eden bir kenti hatırladı. Yüzüne vuran güneş ışığına karşı koymadı, yüreğinin gölgeliklerinde yazdı yazılarını. Beyaz kağıtlara düşürdü, Arapça’nın önce kadınlar ve çocukları kurtarmaya yeminli filikalarını. Sağdan sola esti rüzgâr ve gelecek günler için Latin harfleriyle sözleşti.
Herkesin farklı tarafından tuttuğu bir kara parçasıydı Mısır. Yıllarca Sedat’tı ve kimi oryantalistlerin Nil’de tekne yolculuğu fantezisiydi. Gezginlerin son duraklarında, piramitlerin dibinde ruhlarla yaptığı danstı. Batının ölü sevicileri, heyecanla dolaşırken salonları; ansızın uyandı Kahire Müzesi’nin ölüm kokulu mumyaları. Bir kuş başını almış gidiyordu, otuza tamamlamak için sayıyı, yoldaşlarını arıyordu.
Necib Mahfuz: Onu, onun gibi anlatamayacağımız için, belki de bir fotoğrafın yardımıyla daha fazla çözebilecektik gizini. Bu altyazısız filmde, bakışlarıyla ihbar edecekti kendini, hep yazar olmak isteyen Mahfuz. Tanrı ile bilimin arasına gerdiği mahyaya ekletti adını. Romanları, öyküleri ve film senaryolarıyla doldurdu yaşamını. Konuşmayı hiç sevmedi. Ömrü boyunca Perşembe ve Cuma günleri dışında hep yazdı. O günlerde de kahvede arkadaşlarıyla buluşuyor ve dünyayı bir de onların ağızlarından dinlemeyi yeğliyordu. Yakıtını alıyor, yağını-suyunu değiştiriyor, aküsünü dolduruyor ve yoluna devam ediyordu.
Ani bir dönüş. Şık bir hareket. Cümlelerin arasından sıyrılış ve bir sokağın fotoğrafında yeniden doğuş. (Önündeki boşluk yeterli, kompozisyon ters olsa da) Mahfuz, fotoğrafta, yaz-kış yapraklarını dökmeyen bir ağaç gibi duruyor. Elinde gazetesi ve dergileri, başında şapkası, gözünde kara gözlüğü, sanki bakışları “güneş ne zaman tutulacak”diye soruyor. Hemen fotoğrafın arkasında birbirine paralel motosikletlerin üzerinde iki resmi üniformalı görevli. Motorlar Jawa, Çekoslavakya’dan armağan gibi duruyor Mısır’a.
Chris Steele-Perkins, yüzlerce önemli fotoğrafa imza atan kişi o değilmişçesine, “Nobel”li Necib Mahfuz’u oradan geçen sade bir yurttaş gibi çerçevesine buyur ediyor. Sokağın dokusu içinde yadırganmayan bu adam, zamanı delen bakışını, bir bıçak gibi objektifin tam ortasına fırlatıveriyor. Belki de bu anda Mahfuz, yeni romanında Chris Steele-Perkins’i hangi karakterle eşleştireceğini düşünüyor.
Yazarlar, yaşadıklarını yazarlar. Biz de okuduklarımızı, yaşadıklarımızla aynı paydada eşitleyerek, aslında en uzak olanının bile bize ne kadar yakın olduğunu anlarız. Tanımadığımız insanları hayatımızın parçası yaparız. Çağdaş Arap Edebiyatı’nın en önemli yazarı ve Kahire Üçlemesi’nin isim babası Necib Mahfuz, bu fotoğrafın çekildiği tarihten bir yıl önce Nobel Ödülü’nü kazandığını öğrendiğinde (Mahfuz, Nobel’i 1988’de aldı.) “Mısırlıları kutlarım, onların küçük bir adamı büyük bir ödül kazandı” diye alçakgönüllü bir açıklamada bulunmuştu.
Güneşin tahtından inmediği ülkelerde gölgelik yerlerin önemi büyüktür. Necip Mahfuz da gideceği yerlere, göğe tabak gibi çakılı güneşe rağmen sözcüklerin oluşturduğu gölgeler üzerinden ulaştı ve yazarın dünyası, okuyucularının dünyası oldu. Kahire Üçlemesi’ni bir tente gibi gerdi Arap Edebiyatı’nın üzerine. Eli bıçaklıların ölüm listesinde olmak dahi onu hiçbir zaman korkutamadı. Yolunda inançla yürüdü.
Dili başka bir dile çevirmek zordur ama birbirini anlamaya ve kavramaya çalışan ruhların her zaman daha fazla şansı vardır. Bu efsane adam sayesinde Kahire ile İstanbul arasındaki tarifeli seferler, ilk kitabının çevrildiği tarihten bugüne dek düzenli olarak yapılmakta. Edebiyat üzerinden açılan yolla zihinler nefes almakta. Bilimin ve fotoğrafın ışığı ilelebet üzerinde olsun.
Bize Ulaşın