Parazit, Bir filmin Düşündürdükleri…

//

Film eleştirmeni değilim. Bir fotoğrafçı ve bir kitap-okuyucu olarak beni etkileyen bir film hakkında düşüncelerimi paylaşmaya niyetlendim. Bu aynı zamanda anılarımı da canlandırdı. Kısaca araya sıkıştırıverdim.

Güney Kore ile ilişkilerimizin gelişmesinde Kuzey Kore ile savaşmaya gönderilen askerlerimiz, oradaki şehitlerimiz, gazilerimiz, malullerimizin ya da bütün bunlardan sonra Güney Kore’nin bize gösterdiği yakınlığın etkisi vardır. Buna ek benim ilgi nedenim Vestel’de çalıştığım dönemde Vestel-Goldstar (şimdiki adıyla LG) ile yaptığımız iş ortaklığı anlaşmasının altında imzamın olmasıdır. Bu münasebetle çok Koreli arkadaşım olmuştu. Birbirimizle irtibatımız yıllarca sürmüş ve ne yazık ki zaman içinde koptuk.

Güney Kore için vurgulamak istediğim diğer nokta da kültür sanat etkileşimi ile ortaya çıkan eserlerin uzak doğu sanatı içinde özgün bir yeri olmasıdır. Bir fotoğrafçı için çok zenginliği olmasına rağmen ne yazık ki seyahatlerimden elimde dişe dokunur fotoğraf pek yoktur. Bu olumsuzluk için sıkı bir “X kuşağı” olarak hayattaki tek amacımızın çalışmak, çalışmak ve çalışmak olmasında teselli buluyorum. Dürüst olmak gerekirse bu tam bir züğürt tesellisidir… Siz siz olun hayatınızda hiçbir şeyi ertelemeyin…

Ancak burada sunduğum fotoğraf benim için çok özel ve önemli bir anın karesidir.

“Sepet kafalı rahipler” in bir tören yürüyüşünden yanılmıyorsan 1986 yılında Seul’da çekmiştim. “Sepet kafalı rahipler” olarak ifade etmem hoşuma gitti. İngilizce adı “Basket head monks” olsa da yerinde “Komusō” diye tanımlanır. Japon kökenli Budist rahipler olmasına rağmen ben Seul’da karşılaşmıştım. İnternette arattığınızda çok bilgi bulacaksınız. Ancak sizin de fark edeceğiniz üzere bunların tamamına yakını sadece anı fotoğrafı niteliğinde. Bence bu rahipler fotoğrafçılardan uzak durmaya çalışıyorlar.

Yakın zamanda TRT Kore dizileri göze batmaya başladı. “Kralın Kızı- Soo Baek Hyang”, “Işığın Prensesi- Hwajung”, “Hapishanedeki Çiçek”, “İmparatoriçe Ki”, “Düşlerimin Prensesi”, “Saraydaki Mücevher”, “Sarayın Rüzgarları”, “Muhteşem Kraliçe”, “Sarayın Doktoru”, “Sarayın İncisi”, “Tacir”, “Denziler İmparatoru”, “Efsane Prens”, “Zoraki Prens”, “Savaşçı”, “Büyük Hayaller”, “Prensin Şarkısı”, “Yaban Çiçeği” bugüne kadar gösterilenler. Yeni anlaşma yapılanların olduğunu da sosyal medya vasıtası ile öğrendim. Bunun yanı sıra bu dizilerden feyz alıp yerli versiyonları olduğunu da söylemem gerek.

Bu kadar saray, prenses, prens, imparatoriçe, kraliçe üzerine dizi ismi okuduğunuzda her ne düşünüyorsanız art niyetlisiniz derim. Bu diziler biz kıskanç fotoğrafçıların iyi bir fotoğrafı çeken arkadaşımıza kızdırmak için söylediğimiz gibi “denk gelmiştir”

Bayramın birinci günü akşamına doğru oğlumun önerisi üzerine izlemeye başladığımız bir Güney Kore filminin etkisine kapılıp başka bir aleme geçiş yapmıştım. Daha önce izlediğim Güney Kore filmlerinin bir kısmını fantastik bulmam nedeniyle yarım bırakmıştım. Sosyete partisine gidecek gibi süslenmiş püslenmiş ve makyaj yapmış elinde kılıçla uçarken savaşan kadınların olduğu filmler Hint filmlerine nispet yapar gibiydi. Bir diğer filmin konusu ise Güney-Kuzey arasına sıkışmış bir balıkçının hikayesiydi. Yine bir polisiye ve bir öğretmenin hikayesini anlatan diğer iki film beni Güney Kore sinemasının dünya çapında ses getirecek yapımlara doğru yol aldığı izlemini bırakmıştı. Yanılmamışım.

“Parazit” filmi Cannes’da altın palmiye aldıktan sonra en iyi yönetmen Oscar’ı, altın kürede en iyi yabancı dildeki film ödülünü almış. Filmin yönetmeni ve senaristi Bong Joon-Ho bu ödülleri fazlasıyla hak ediyor.   Film, 8,6 IMBD puanı ile tüm zamanların en iyi filmleri listesinde 21’nci sıraya yerleşiyor.

Film Güney Kore’nin gittikçe dikkat çeken -sanırım- kendi içlerinde görmezden gelinen ya da artık kanıksanan gelir uçurumunu anlatıyor. Filmin başlarında tanıtılan iki aileyi izleyince ister istemez “aaa ben bunu biliyorum” diyorsunuz. Tipik bir 60lı 70 yılların Yeşilçam senaryosu olan “zengin kız-fakir oğlan” filmi izlenimini bırakırken fakir ailenin diyaloglarından olayların farklı gelişeceği işaretlerini okumak mümkün. Yönetmen filmin her anında sosyal, politik, ekonomik hatta yönetim üzerine mesajlar veriyor. Tabii böyle bir filmde Kuzey Kore’de nasibini alıyor.

Bong Joon-Ho “parazit” tanımını sosyal statüleri farklı insanlar üzerinden anlatır. Kim ailesi, Seul’da bajihalarda yaşayanları sembolize ederken Park ailesi de zengin ve erişilmez bir kesimi simgeler. Bu evlerdeki yaşam Pekin’deki hutonglara benzer. Bizde yakın zamandaki karşılığı biraz İzmir kortejo evleridir. Bu evlerin fotoğraf projesi sevgili dostum Birol Üzmez’in objektifinden yapılmıştır. Viyana’da Habsburg hanedanının hizmetkarları için de benzer evler olduğunu hatırlıyorum. Ancak bu evlerin adı aklıma gelmiyor ve internette bilgi bulamadım. Bu evlerin bulunduğu sokağı gezdiğimde evlerin Viyana mimarisine uygun olduğunu gördüm. Zaten Viyana’da “Belediye evleri” diye bir emlak organizasyonu var. Neyse, kaldığımız yerden devam edelim.

Filmin düz anlamı fakir bir ailenin daha iyi yaşam koşulları için sahtekarlığı gibi okunsa da yan anlamları çok daha fazladır. Bong Joon-Ho’nun vurgulamak istediği yan anlamlardadır. Ancak filmdeki anlatım katmanları o kadar girişim yapmıştır ki Bong Joon-Ho ne demek istediği daha iyi anlaşılsın diye yer yer mesajlarını oyunculara doğrudan söyletir. Bunu izleyiciyi rahatsız etmeyecek şekilde yapar. Öyle ki bu söylemler sanki akıştaki sahnelerin özetidir.

Filmde seyirciye zaman zaman Kim ailesinin içine düştüğü komik durumlar izletilir. Ancak bu sahneler kökeninde acınası bir durumu anlatır. İzleyici “komik” diye düşünse de gülümseyemez. Şaşkınlık içinde “bu da olacak şey miydi?” diye aklından geçirir. 

İçine düştükleri umutsuz durumda baba bir planı olduğunu söylemiştir. Araya başka sahneler girer ve yönetmen babanın oğluyla olan bu diyaloğa hemen devam etmez. Aşırı yağan yağmur ve evleri basan su sahneleri araya girer. Film bu kısmında katmanlar halinde olaylar arasında gidip gelmektedir. Bu farklı karakterler arasında sanki gelişigüzel izlenimi verir. Bence filmin cazibesi de burada yatmaktadır. Sel felaketinin ardında bir spor salonuna sığınmış iken çocuk sorar;

  • Babacığım planını söyler misin?

Baba önce çocuğun ne dediğini (Aslında baba filmin başından beri plan yapabilecek eğitime sahip olmadığı yönetmen tarafından seyirciye defalarca gösterilmiştir) anlamaz. Çocuk hatırlattığında soruyla cevap verir. Muhtemelen bunun nedeni bir planı olmamasıdır;

  • Nasıl bir plan hiç başarısız olmaz biliyor musun?

Eğitim ve kültüründen beklenmeyen ifadelerle sözüne devam eder:

  • Plansız olmak oğlum, plan yapmamak. Bir plan yaptığında hayat o planı mutlaka bozar. Etrafına baksana (selden evini kaybedip sığınan diğer insanları kastediyor) geceyi spor salonunda mı geçirelim diye düşündüler? Planın yoksa hiçbir şey ters gitmez. Bu kadar basit. Bunun dışında da bir şey olacağı varsa olsun zaten.

Bu ifadenin altında babanın daha iyi bir yaşam için yaptığı planların gerçekleşmemiş olmasını tahmin etmek yanlış olmayacak. Kelimeler dökülmeye başladığında babanın umutsuz ve çaresiz yüz ifadesinden bunu anlarsınız.

Burada aklıma şu söz geldi: Hayat sen planlar yaparken başına gelenlerdir…  

Ben ve benim gibi yılların yöneticisi olarak planlamanın iliklerimize kadar işleyen insanlara bu diyalog garip gelse de içimden “doğru söze ne denir ki” demek geliyor.

Bir an Bong Joon-Ho’nun direkt ülkenin büyüme ana planlarını yapanlara seslendiğini düşündüm. Gelişmiş bir ekonomiye (dünyanın 11 nci büyük ekonomisi) ve yüksek bir GSYİH ye sahipken halkın büyük bir kesimi sefalet içinde bajihalarda yaşamaktadır. Ve yönetmen şöyle bağırmaktadır: YAPTIĞINIZ PLANLARIN SONUCUNU GÖRÜN İŞTE…

Filmin her anında sosyal ve ekonomik statü farkını görmek ve hissetmek mümkün. Yönetmen bunu çok ama çok iyi yapıyor. Filmin bir sahnesinde evin küçük oğlu şoförü, hizmetçiyi ve resim öğretmenini koklayarak “hepsi aynı kokuyor” der. Aslında aynı tepkiyi önce köpekleri vermiştir. Anne ve baba Park buna bir anlam (filmi henüz izlemeyenler için bunu açıklamıyorum) veremez. Ancak baba şoförünün kokusunu arabasında da duymaktadır.

Film, açan güneşle beraber Park ailesinin ele avuca sığmaz oğlu için planlamaya çalıştıkları doğum günü partisiyle her anı bilinmez ve sürprize açık olarak seyirciye “şimdi bir şeyler patlayacak” dedirtircesine son anlarına doğru ilerler. Bana ilginç gelen ise yönetmenin her anı bilinmezlerle dolu olan filmin son dakikalarında artık izleyiciye “bunun için fazla kafa yorma, önemli olanları buraya kadar zaten söyledim” dercesine basitleştirmesidir.  

Film her anında izleyiciye katmanlar arasındaki bağlantılara zorlar. Bu bağlantılar sözler, simgeler ve davranışlarla yapılır. Filmin birçok sahnesi ışık ve kompozisyon olarak tek başına bir fotoğraf karesini andırır. Bu da fotoğraf severleri filmin içine çeker.

Filmi internette arattığınızda birçok yerde değişik yorumlarını okuyabilirsiniz. Ancak büyük gazete gibi görünen bir tanesi yorum niyetine filmi anlatarak Bong Joon-Ho’un temalarını görmezden gelmektedir. Neden böyle olduğunu tabii ki yorumlamayacağım.

Bong Joon-Ho’nun temaları hakkında yazılabilecek çok şey var. Diyaloglar ve sahneler tek tek ele alınıp yorumlanabilir. Filmin yorumu bir kitap olabilir. Ancak en doğrusu okuyucuyu filme imrendirecek kadar yazıp filmi seyretmeye yöneltmekti. Kaynaklar kısmında bazı linkleri vermeme rağmen siz internette daha fazlasını bulabilirsiniz. İyi seyirler diliyorum.

Not: 12 Ağustos 2021 tarihinde basında Kore ile ilgili iki haber düştü;

Kaynaklar:

1955 yılında Salihli’de dünyaya geldim. İ.T.Ü. Elektronik ve Haberleşme Fakültesi mezunuyum. Kariyerimi özel şirketlerde üst düzey yönetici olarak sürdürdüm.
Fotoğrafçılıkla tanışmam (https://www.arthenos.com/fotograf-ile-nasil-tanistim-fotobiyografi/) 1960’lı yıllara dayanır. O yıllar, elimde babamdan kalma Kodak Retina ile başlayan hatıra fotoğrafları dönemidir. Üniversite yıllarında ilk refleks makinamı almamla, karanlık odada siyah beyaz filmle ve baskı işleriyle fotoğraf daha ciddi bir uğraşım haline geldi. Böylece 1970 li yılların önemli fotoğrafçılık dergilerde baskıya giren çalışmalarım oldu.
Üniversite sonrasında iş hayatı koşuşturmasıyla arka planda kalan fotoğrafçılıkla 1996 yılında dijital teknolojinin fotoğrafçılık alanına girişinin getirdiği kolaylıkla tekrar yoğun olarak fotoğrafla ilgilenmeye başladım. Karma sergilerde yayınlanan fotoğraflarımın yanı sıra internette birçok fotoğraf sitesinde “günün fotoğrafı” seçilen çalışmalarım var. 2014 yılından bu yana yedi kişisel sergim gerçekleşti. Aynı zamanda İFOD bünyesinde birçok karma sergiye katıldım. Halen hem dijital hem de siyah beyaz film teknolojisiyle fotoğraf uğraşım devam ediyor. Ayrıca www.arthenos.com blog sayfamızda fotoğraf üzerine yazılar yazıyorum.

1 Yorum

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Son yazılar: Filmlere Dair

Kuru Otlar Üstüne

Koza(1995) adlı kısa filmiyle başlayan Cannes film festivali ödül serüveni Kasaba(1998) ile Berlin Film Festivali’nde gelen…

Kim bu kuşlar…

Yanımızdan yöremizden değil, iliklerimizden geçen bir seçim yaşadık. Çocuklara çocuk olmayı, sanatçılara sanatçı olmayı, öğrencilere öğrenci…

Okul Tıraşı

Yolu okuldan geçen iyi sanat ürünlerinin çoğu yakıcıdır nedense. Hele çocuk gözünden anlatılırsa. Çocukların dünyasına bakarken…