Su filminin yönetmeni Tolga Okur’la filmi çekim sürecini, yaşadıkları zorlukları ve gelecek projelerini konuştuk.
Filmin konusu şöyle gelişiyor: İki yakın arkadaş sıcak bir günde arabayla bir yolculuğa çıkarlar. Fakat yolun bir yerinde arabalarında bir arıza çıkar. Böylece Trakya’nın çorak ve ıssız topraklarında susuzlukla mücadele zamanı başlar. Bu sorunu aşmak için çeşitli yöntemler düşünen iki arkadaş, umutlarının tükenmesiyle iç hesaplaşmalar yaşamaya başlarlar.
Amerika, Ukrayna, İtalya, Çin, Hindistan, Fas, Nijerya, Fransa gibi bir çok ülkede gösterilen Su filmi Cannes Film Festivali’nin Kısa Film Köşesi’nde de yer almıştı. Başrollerinde Alper Uzun ve Oğuzcan Koçyiğit’in yer aldığı film, tüm dünyadan elli bini aşkın katılımcının başvurduğu eleme sürecini geçebilen kısa filmler arasında yer alıyor.
Bu filmi yapmaya nasıl karar verdiniz ?
2015 yılının kış aylarıydı. Öncelikle bir yol filmi yapmak istiyordum. O sıralar eski model bir aracım vardı ve sürekli su kaynatıyordu, conta yakıyordu ve bu motorun hararet yaparak yolda kalmasına neden oluyordu. Böylelikle araç için bagajda sürekli su bidonları bulundururduk. Bu da çeşitli maceraları peşinde getiriyordu. Açıkçası çok eğleniyor ve görsel hafızamı geliştiriyordum.
Su filminin baş rolünü Alper Uzun’la birlikte paylaşan Oğuzcan Koçyiğit ile bu konuyu konuştuk. Nevşehirli olan Oğuz, köyde yaşanan bir olayı benimle paylaştı. Küçük bir köyün su kaynağı olan bir çeşmenin su kesmesi ile koca köyün haftalarca susuz kalması nedeniyle yaşanan problemler filmin içindeki su problemini vurgulamamıza etmen oldu. Ayrıca görüntü yönetmenim olan Özgün Kabakçıoğlu ile lise yıllarımızda ehliyetimizi aldığımızda bir arabaya binip hiç durmadan, tabelalara dikkat etmeden keşif yolculuğuna çıkma hayalimiz vardı. Bu hayalden yola çıkarak oluşturduğum karakterleri, kendi aracımda yaşadığımız yolda kalma durumları ve köyde yaşanan su problemini ortak bir payda içerisine yerleştirme kararı aldım. Ozan Yunus Engin de bunu senaryolaştırdı.
Başrollerinden birisi olan ve filmin uluslararası reklamında da birlikte çalıştığım dostum Alper Uzun müziklerini de üstlendi. Türkiye reklamında birlikte çalıştığımız ortağım Soner Bülbül filmin müziklerinde Alper Uzun’a eşlik ettiği gibi filmin set amirliği ve uygulayıcı yapımcılığını da yaptı. Filmin yüzde ellilik bölümü mental bir kuraklık ve tükenmişlik üzerine kurulu iken, diğer yarısı somut bir susuzluk üzerine odaklanmaktadır. Yani bir yanda hayatlarındaki kuraklıktan bunalmış iki gencin maceralı arayış süreci ya da hiçliğin ortasında kalan iki gencin su arayışında iç hesaplaşmalara girmeleri. Suyun yaşamı simgelediği dakikalarda kurumuş ve çürümüş bir su deposu ile karşılaşmaları. Dünyanın dört bir yanı denizlerle çevrili olsa da yaşam kaynağı olan suyu arıtmadıkça, korumadıkça ve üretmedikçe evrensel bir sorun haline gelmesi. Doğanın ayakta kalmasına rağmen insanın kuruması. Bunları anlatmak istedim.
Çekim süreci nasıl geçti, ne gibi zorluklar yaşadınız ve nasıl üstesinden geldiniz ?
2015 yılının yaz aylarında çekime başladık. Çekim için mekân araştırmalarımız sırasında filme en uygun yerin Çatalca’nın Karadeniz kıyısına yakın bölgeleri olduğuna karar verdik. İlk defa kendi bünyemizde profesyonelliğe yakın büyük bir set kurmak için kolları sıvadık. Hepimiz lise yıllarından birbirimizi tanıyorduk. Herkes belirli bir maddi güç ve manevi bir yatırım koydu ortaya. Özellikle yakın arkadaşlardan oluşan bu aynı vizyona sahip ekibi yönetmek ve belirli bir ciddiyetle idare etmek zordu elbette. Karavanımız ve çadırımız yoktu.
Kişisel araçlarımızı çekim alanına getirdik. Kamp sandalyeleri, kamp masası ve plaj şemsiyesinden oluşan bir set kurduk. Soner Bülbül’ün başında olduğu bu durum çok zordu ve üstesinden gelmeyi başardı. Araçlarımızın bagajları mutfağımız oldu. Ayakkabılarımız zemine yapışıyordu. Güneş bizi yakıyor ve ayakta durmamızı zorluyordu. Soner ve ekibi sürekli sete buz getiriyor, çekim ekibi ile oyuncuları ayakta tutmaya çalışıyorlardı. Lâkin o buzlar on dakika içinde eriyordu.
Tek öğünümüz salam- ekmek ve tek sponsorluğumuz bir gıda firmasının bizlere verdiği bir miktar enerji içeceği ile noodle idi. Bunu sağlayan lise arkadaşımız ve o dönemlerde gıda şirketinde çalışan Tezcan Mısırlıoğlu’ydu. Gün ışığını iyi kullanmaya çalışıyorduk ve setin aksamaması gerekiyordu. Uzun tekrarlar ve plan sekanslardan oluşan sahneler, sıcak güneşin altında bizleri adeta eritiyordu.
Sıcakta kaynamış olan sularımızın neredeyse bir önemi yoktu. Öyle ki Deniz karakterini canlandıran Oğuz, setin ilk günü güneş çarpmasından bayıldı ve ara vermek zorunda kaldık. Süremiz ve imkânlarımız kısıtlıydı. Çekim esnasında yolda gördüğüm alanlarda seti hemen oraya kuruyordum ve koca ekip Soner Bülbül’ün sayesinde hemen kuruluveriyordu. Kuru kafalar, kemikler, terk edilen küçük köy, kullanıma kapalı tren rayları ve çürümüş su deposu Yeşilçam’ın bana öğrettiği pratik işleyiş sayesinde filme dahil oldu. Bu yüzden yönetmen Çetin İnanç’a saygım ve sevgim büyüktür.
Aynı filmdeki gibi siz de çekim sürecinde bir hiçliğin ortasında kalmışsınız anlaşılan.
Evet biz de hiçliğin ortasındaydık. Ve ürperiyorduk. Bu sadece doğaüstü durumlardan ötürü değildi. Etrafta uluma sesleri ve çalılarda kıpırtılar vardı.
Gergin bir set ortamı oluşmuş o zaman.
Evet öyleydi. Bu gibi gergin durumlarda herkesi eğlendirmeye ve bu durumun bir macera olduğunu hissettirmeye çalışıyordum. Kırk sekiz saat durmadan süren çekimlerimizin sonunda artık ayakta kalmaya hâlimiz yoktu. Fakat ben enerji dolu olmak durumundaydım. Oyuncularımızın rahatını bozmadan onları uyumaları için tren raylarının üzerinde bulunan kullanıma kapalı vagonlara çıkardım. Uyurlarken onları çektim ve bunu filmde kullandım. Bu gibi durumlar sayesinde filmde bir çok eğlenceli kayıtlar elde ettim. Bazıları kamera arkası bile olsa filmde bunları kullandım. Karakterlerin yorgunluğu, susuzluğu ve açlığı gerçekti. Tüm set olarak yorgunduk.
Benim idarecilik ve insan yönetimi biçimim hiyerarşi üzerine değil, herkesi ortak bir gaye üzerine bir arada tutmak ve biz olgusunu hissettirmek üzerine kuruluydu. Bu yüzden Su filmi setinde yakın arkadaşlardan oluşan aralarında birbirleriyle konuşmayan insanların bile bir arada bulunabildiği bir seti kurabildim ve onları çalıştırabildim. Sinemanın evrenselliğine inanmam ve kendimi sinema savaşçısı olarak görmemin sebebi de birlik ve beraberlik olgusu güçlü bir takım olabilmenin çaycının bile bu davaya inanmasının sebebi bu. Büyük bir işin ve büyük bir amacın parçası olmak.
Çekimler bittikten sonra kurgu süresinin yaklaşık bir yıl aldığını söylemiştiniz. Ve otuz beş dakikadan on beş dakikaya indirmişsiniz. Biraz da çekim sonrasından bahseder misiniz ?
Filmimiz bitti, ekibimizden yollarımızı ayırdığımız arkadaşlarımız da oldu. Elimizde kaba hali ile otuz beş dakikalık bir film vardı. Örnek aldığım yönetmen Martin Scorsese’dir. Ve ben de hızlı kamera hareketlerini ve izleyiciyi filmin içine dahil etmeyi seven bir sinemacıyım. Naturel ve sabit açılar pek benim tarzım değil. Su filminde tarzım olmayan bir çok plan bulunuyordu. Çünkü odaklandığım nokta zor şartlar altında herkesi bir arada tutabilmekti bu da öyküyü naturel bir şekilde anlatmama sebep oldu.
Film bir yıl kadar kurguda kaldı. Anlatmak istediğim şeyleri tam anlamıyla anlatamadığımı fark ettim. On yedi revize aldım. Film neredeyse rafa kaldırılmıştı. Yılmadım ve kendi anlatım tarzıma yakın bir versiyonu çıkartmayı başardım. Kamera arkası, çekim hataları ve hızlı planlardan oluşan hızlı bir kurgu dili oluşturduk. Görüntü yönetmenim Özgün Kabakçıoğlu ile filmi tamamladık ve sonunda otuz beş dakikadan on beş dakikaya indirmeyi başardık.
Filminizi dünyada bir çok festivalde gösterdiniz. Filminiz yurtdışında nasıl bir yolculuğa çıktı ?
En azından bir film elde etmek ümidi ile bitirdiğimiz filmden dolayı mutluyduk. Anlatım biçimimiz Türkiye’deki kısa film anlayışının uzağındaydı. Türkiye’de bir çok festivalden reddedildik. Yardımcı yönetmenim ile filmimizi uluslararası platformlarda yarıştırma kararı aldık ve seçildiğimiz, finalist olduğumuz, ilk uluslararası festival Amerika’da düzenlenen Uluslararası Kaliforniya Film Festivali idi. Bu bize umut oldu ve Amerika’da bir festivale daha seçildik. Amerikalılar filmimizi sevdi.
Avrupa’da pek şansımız olduğunu düşünmezken İtalya’da düzenlenen bir festivalde yarı finalist olduk. Daha sonra Hindistan’da finalist olduk. Tepkiler çok iyiydi ve dünyanın dört bir yanını dolaşıyordu. Yetmiş birincisi düzenlenen dünyanın en büyük festivali Cannes neden olmasın dediğimiz bir durum oldu. Filmimizi gönderdik ve on iki saat içinde tebrik ve kabul maili aldık.
Su filmi artık dünyanın en büyük film pazarı ve festivalinde izleyici ile buluşacaktı. Bu süreci başarılı bir şekilde tamamlayıp ülkemizi temsil ettik. Dokuz ülkeden oluşan uluslararası bir ekip kurduk ve bir sonraki projemizin temellerini Cannes’da attık.
Su Filmi, 2017 yılında çıktığı festival yolculuğunda on dört festivalde gösterildi ve aktif olarak hâlâ yarışmaktadır. Bu başarı hepimizin ve bağımsız sinemanındır.
Sinema sevginiz nasıl başladı ? Çocukken çok film izler miydiniz ?
Sinemayı sevmemi sağlayan Yeşilçam oldu. Bende film izleme alışkanlığı oluşturdu. Böylelikle her filmi yabancı veya yerli demeden izleyerek geçen çocukluğum sayesinde sinefil oldum. Ve bir izleyicinin ne istediğini çok iyi bilecek birisiyim. Bu yüzden izlemek hayali dünyayı daha iyi bir yer haline getirmek için film yapmak, sanat için başarı kazanmak, bu başarı sayesinde en sevdiğim, sanatın her dalını kapsayan sinema ve tüm sinemacılar için üretimi hızlandırmak. Sinemanın evrenselliğini yaymak ve yaşatmak.
Sinema görüşüm sadece suç filmleri yapmak değil.
Sanatsal değerleri içinde buluşturan, sinemanın evrenselliğini kapsayan ve seyir keyfi barındıran her filmi yapmak isterim. Tarkovsky’nin anlatmak istediği bir şeyi Steven Spielberg gibi anlatıp, James Cameron gibi devrim yapıp, Yavuz Turgul gibi sinemayı sevdirebilmeyi savunurum. Neden olmasın? En güzeli de imkânsızlıklarla imkânsızı başarmak. İmkânsızı başardıktan sonra herhangi bir sınır kalmıyor. Sinema, nefes aldığımız bu dünyada özgürce düşünüp hareket edebileceğimiz tek portal. Bizi uzaya da çıkaran , süper kahraman olduğumuza da inandıran , tutkuyla bağlı olduğum asla vaz geçmeyeceğim büyük bir aşk.
Bugünlerde yönetmenliğini yaptığınız yeni kısa filminiz Arise’ın galasını yapmaya hazırlandığınızı biliyorum. Biraz da Arise’dan bahseder misiniz ?
Arise kısa filmi, hikâyesini Alper Uzun’un yazdığı projemiz. Senaryosunu Alper Uzun ile birlikte yazdık. Filmi İngilizce dilinde çektik. Arise distopik bir bilimkurgu kısa filmidir. Filmin projesi 71. Cannes Film Festivali sürecinde belirlendi. Orada yapılan sunumlar doğrultusunda beğeni toplayınca on aylık bir çalışmanın ardından çekimlerini tamamladık. Filmin kadrosunda bir çok usta oyuncu yer aldı. Arise ile uluslararası platformda Türk Sineması’nı temsil etmeye hazırlanıyoruz. İmkânsızlıklarla imkânsızı başarmış olduğumuz Arise’ın bağımsız sinemanın bir sembolü haline gelmesini istiyorum ve bu yüzden daha önce bir kısa film için görüşmemiş bir organizasyonla düzenlenecek sinema, tiyatro, moda, basın ve sanat dünyasından saygın bir çok ismin katılımı ile gerçekleştirmeyi düşündüğümüz bir gala hazırlığındayız.
Kısaca konusunu anlatır mısınız ?
Arise filmi bir sistem eleştirisi olarak distopik bir düzende, insanların sistem tarafından kodlandığını ve bu düzenin dışında kalan Deniz karakterinin, kodlardan bahsettiği andan itibaren sistem tarafından yok edilmeye maruz bırakıldığı bir evrende geçmektedir. Bu film uzun metraj olarak tasarlanan bağımsız bir kısa filmdir. Yani lise arkadaşları Su ile başlayan yolcuklarına Arise ile devam etmekteler.
Bize Ulaşın