Yapmadığım bir şey. Instagram’da takip ettiğim kişilere olumsuz yorumlar yazmak. “Olumsuzluk bana kalsın” diyerek düşünce dünyamdan kovmaya çalışırım. Ancak bu sefer işler böyle yürümedi. Müzik dünyasının en iyilerinden bir takibimin yayınında yorumları okuma hatasına düştüm. Ve dayanamayıp şu yorumu yazıverdim: “Yorumları okumak ve yorumlara yorum yapmak daha iyi olacak. Birincisi seyretmeyenlere: tanınmış ve toplumda kabul gören biri söyledi diye “seyretmeyeceğim” diyorsunuz. Başkasının fikrini sorgulamadan kabulleniyorsunuz. Durumunuz çok vahim. İkincisi “sonuna kadar seyretmeden yorum yapmak doğru değil” diyenlere ve herkese: bir yemeğin kötü mü güzel mi olduğuna karar vermek için tencerenin dibini görmeye gerek yok. Da kime ve neye göre kötü veya güzel? Birçok İzmirliye kahvaltıda ciğer yiyelim desen “had git işine” diyebileceği gibi bir Adanalıya da kahvaltıda ekmeği zeytinyağına bandırıp yiyelim desen “hadi git işine” diyebilir. Üçüncüsü kendime: böyle bir dizi mi varmış? Serenay da kimdir?”
Süreç böyle başladı… İlginç bir şekilde yorumları zihnimde sınıflandırmaya başladım. Bir türlü zihnimden atamıyordum. Tam bir “takıntı” durumu. Ne tetiklemişti?
Bu arada yaptığım yorumda iki sıfatı bilerek çapraz kullanmıştım. Kötü ve güzel. Kötünün zıttı iyi iken güzelin zıttı çirkindi. Yani bir sıfat ruhsal ve karakter durumunu tamlarken diğeri fiziksel durumu tamlıyordu. “Yüzün iyi görünmüyor” dediğinizde bir sıkıntı hissettiğinizi “yüzün güzel görünmüyor” dediğinizde ise kadınsa makyaj erkekse tıraş durumundan bahsetmiş olursunuz. Buradaki ifadelerde olumlu sıfatın negatif söylendiğine dikkat çekmek isterim. Bu da daha az kırıcı etki yapacaktır. Ve yorumda bulunanlardan “böyle olmaz ki” diye bir sesleniş gelmedi.
Obsesif – Kompulsif Bozukluk (OKB)
İnsanın zaman zaman bazı konularda evham, endişe ve takıntılarından dolayı günlük yaşamının etkilenerek kendini kısıtlaması durumunu tanımlayan bir psikolojik rahatsızlık. Türkiye Psikiyatri Derneğinin internet sayfasında şöyle diyor: OKB, obsesyon adı verilen takıntılı düşünce, fikir ve dürtüler ile kompulsiyon adı verilen yineleyici davranışlar ve zihinsel eylemlerden oluşan bir ruhsal hastalıktır.
Simetri, düzen ve sayma konusunda durumumu bildiğim için kendime direkt “yine takıldın kaldın” deyiverdim. Ancak tetikleyici unsurun yorum yapanları sınıflandırmış olmamda yattığını keşfedince rahatladım. Derneğin sayfasında her takıntının da hastalık olmayacağını yazıyor.
Ayrıca sanırım bende kontrol edilebilir durumda ortaya çıkıyor. Yani önüme gelen her şeye takılmıyorum. Elimi şöyle oynatıp “salla gitsin” dediğim çok şey var. Hepsine yetişemem ya. Ancak toplum ve çevre konularında hiç ama hiç atlama olmuyor. Bu diziye takılmam da bu yüzden. Uğur Mumcu’nun dediği gibi “bilgi sahibi olmadan fikir sahibi” olanların yorumlarının beni tetiklemiş olması. İlgili instagram sayfasında son bir yorum daha yayınlayıp okumakta olduğunuz yazıyla bu takıntıya noktayı koyuyorum.
Dünya Mitolojisinde Yılan
“Başlangıçta hiçbir şey yoktu. Sadece kaos denilen geniş, karanlık bir ıssızlık. Bu boşlukta yaratıcı güç ortaya çıktı. Eski Yunanlıların yaradılışa ait çeşitli rivayetlerinde bu güce farklı isimler verilir. Bazıları bu yaradılış sürecini başlatmak üzere “Orphion” adındaki ilk yılanla cinsel ilişkiye giren okyanusları yaratan tanrıça Eurynome’dır. Eurynome güvercine dönüşerek büyük bir yumurta yumurtlar. Orphion bu yumurtanın etrafına dolanır. Isınan yumurta çatlar ve varolan tüm şeyler dışarı çıkar. Uranos, gökyüzü; Ourea, dağlar; Ponıus, deniz ve tüm yıldızlarla gezegenler. Yumurtadan aynı zamanda Toprak Ana Gaia ve dağlanyla nehirleri de çıkmıştır. Bütün bunlar doğduğunda Eurynome ve Orphion Olympos Dağına yerleşirler. Ancak Orphion kendisini evrenin tek yaratıcısı ilan eder ve Eurynome de onu önce kovarak, ısrar ettiği için daha sonra da sonsuza kadar Yeraltı’na sürgüne göndererek cezalandırır”. Antik Yunan mitolojisinde anlatılan budur. Hızlı bir okuma için kaynaklar kısmında bir makale için link vardır. Çok merak edenler Philip Wilkinson’un “Kökenleri ve Anlamlarıyla Efsaneler & Mitler” adlı kitabından faydalanabilirler.
Yılanların öcü…
“Güroluk çamlığında bir Şahmaran varmış. Bir başına dolaşırmış oralarda. Cümle yılanların kralıymış. Oralara insan ayağı uğratmazmış. Oralardan çam değil, çiğdem bile koklatmazmış. Çevresinde kavmi kabilesi. Bir hoş saltanat sürüp gidiyormuş… Duyarsın, benim babam KaraŞali herkesin gittiği yola gitmezmiş. Kalkmış, bir gün, bu yasak dağa saban okluğu kesmeğe gitmiş. Şahmaran, Ayının Bal Yediği Dere’de bir küçük çamın dibindeymiş. Başı tavşan başına benzer. Gözleri tavşan gözünden iri. Kulakları küpeli. Çöreklenmiş yatıyor. Derisinin kimi yeri kırmızı. Beneklerinin kimi beyaz, kimi sarı, kara mara, boz…”.
Yukarıdaki satırlar Fakir Baykurt’un “Yılanların öcü, 1958” kitabından alıntıdır. Kara Bayram, oğlu Ahmet’in “yılan vaaaar” çığlığının ardından karısı Haçça’ya hikâyeyi anlatmaya başlar. Tabii duyduğu bildiği hikâyeyi. İlerleyen satırlarda Kara Bayram şöyle devam eder: “Yılanlar, güya, toplanıp karar vermiş aralarında. Bizim kökümüzü yeryüzünden kazımadıkça içleri rahat etmeyecekmiş!.. Kralları Şahmaran’ı öldürmüşüz çünkü…”
Kara Bayram’ım anlatısı birkaç paragraf köylülerin yılanlar hakkındaki yakıştırmaları üzerine devam eder. Fakir Baykurt’un Yunus Nadi roman ödülü aldığı kitabıdır. Ancak görünen o ki (kitabın ön sözünde kendisi anlatmaktadır) kitaba hem TBMM de hem de MEB’lığında verilen tepkiler yazarın başını derde sokar.
Şahmaran dizisi
Daha diziyi seyretmemiştim. Önce “Şahmaran” efsanesi hakkında biraz bilgi toplamaya çalıştım. Daha sonra asıl hikâyeyi Tomris Uyar’ın “Ödeşmeler ve Şahmeran Hikayesi” kitabından okudum. Sonrasında zihnimdeki yorumları silip dizinin birinci bölümünü açtım.
Dizinin kaynağı Emine Buzkan’ın Şah-ı Mar kitabı. Okuma şansım yoktu. Ancak efsaneden yola çıkarak günümüze uyarlandığını (Bunu mesajla yazara sordum. Ancak cevap almadım. Belki mesajı görmedi ya da cevap vermek istemiyor, “Al kitabı oku” diyor) düşünüyorum. Pınar Bulut tarafından senaryolaştırılmış ve Umut Turagay tarafından çekilmiş. Başrollerde benim tanımadığım iki oyuncu var. İzlemeye başladım.
Birinci bölüm:
İstasyonda toz kaldıran rüzgâr ağacın dallarını sallamıyor??? Taksiden indi valizini almadı ve taksi beklemeye devam ediyor?? Tamam bu anlaşılır. Ancak babası olduğu anlaşılan adamla (ancak bir replikte “adam “torunum” dedi) olan diyalogları neden görsel olarak vermez? Film çekiyorsun. Laftan çok görüntü olması gerekmez mi? Mesela Woody Allen filmleri bana can sıkıcı gelir çünkü sürekli uzun replikler vardır. Diğer konu da İstanbul’dan gelecek ve o otelde kalacak? Burası kasaba mı? Otel odasında tekmeleyip kapıyı kapattıktan sonra kapı bir kez daha açılmalıydı. Görsel espri olurdu. Neden yapmamışlar ki?
Şahsu’nun yaptığı sunum hem psikolojik hem felsefi hem de yönetim becerisi üzerine. Konusu: kurtarıcı kompleksi…
Bu arada Maran ile yanındaki kız (her kimse) sohbetinden (bölüm 1, dakika 24.30) eskiden kalan bir hikâye olduğu anlaşılıyor. İşte bu sohbetteki cümlelerin hepsi kısa ve soru işaretli.
Sıcak bir kasaba (dak 26.20)
Mektuplar. Bir kadının ruh halini anlatıyor. Arkasından uykuda görülen rüya. Dakika 27.25 – 29.15
Göle atladığı yer o kadar derin olamaz ama görüntü muhteşem. Hem de Şahsu’nun ruh halini iyi yansıtıyor. Sonuçta bir film yönetmeni zihindeki düşünce boşluğunu imgelemek için derinliği istediği yerde seçebilir.
Fotoğraf açıklaması: Hangi fotoğrafçı böyle bir kareler çekmek istemez ki? Üçüncü bölümün başında beyaz elbise ile göldeki görüntüler de çok iyi.
Dakika 39 – 40.25 arasında kolye satıcısı ile başlayan diyalog. Dibine kadar felsefi. Önce dinleyene sonra anlayana… “kendini gerçekleştiren kehanet”, diyaloğun ana fikri.
Dakika 43 de tıslama sesler, araya hızla sokulan görüntü ve Hıdırellez ateşi. İstediğiniz hayali kurabilirsiniz. Dakika 46.15’e kadar bu metaforik görüntüler devam eder. Taktığı kolye Şahsu’nun boynunda sıcaktan damga olur. Ancak bu rüya ve gerçek karışımı bir süreçtir.
Fotoğraf açıklaması: Bu akışta yer alan sahnelerin birçoğu fotoğrafik olarak güçlü görüntüler. Ayrıca burada yılanların ateşten çekinmelerine gönderme yapılıyor. Şahsu’nun bayılması ve gözlerini dedesinin evinde açması ile anlatım sona eriyor.
Bunların ötesinde birinci bölümde kamera açıları, kadrajlar ışık kullanımı ve renkler çok çok iyi.
Fotoğraf açıklaması: Bu sahne ekranda uzun sayılabilecek bir süre kalır. Oldukça iyi bir portre çalışmasıdır. Sahneden iki katman vardır. Önde Davud’un üzgün belirsiz bir portresi. Bu portrenin duygusu koyu sarı ışıkla desteklenmiştir. Arkada pencereden bakan ve Davud’un yanında çalışan karı (Medine)-kocanın (Salih) şaşkın ifadeli portreleri. Davut bir odaya sıkışmışken karı-koca açık alandadır. Aradaki duvar aralarındaki fiziksel katmanı oluşturduğu gibi aynı zamanda sosyal statü katmanı olarak yer almaktadır.
En başta söylediğim olumsuz diye betimlediklerimi senaristin ve yönetmenin yorumlaması olarak değerlendirmek doğru olacak. Bu bir müzik parçasında seslerle martıların uçtuğunu ya da çölde bir kervanın yürüdüğünü anlatmak gibi bir şey.
Dizinin tanıtımında Şahsu’nun Adana’ya gittiğini yazmışlar. Bu da çok önemli değil. Sahnelerde neresi olduğu anlaşılmaması doğru bir karar. Keşke Adana diyerek izleyiciyi yönlendirmeselerdi. Ben Adana olarak tanımlamadım.
Daha da önemlisi seyahat aracı olarak “tren” in dizinin teması olan “Şahmaran” a gönderme yapmak için seçildiğini düşünüyorum. Bu açıdan bakınca en başta yazdığım toz bulutu Şahmaran’ın yeraltı dünyasının varlığına gönderme diye düşünmek saçma olmayacak.
Ancak İstanbul-Adana yolu davet edilen bir akademisyen (Şahsu) için en iyi uçakla. Uçağın havadaki izi de Şahmaran’a gönderme yapabilirdi. En azından trenin ovada giderken havadan çekimlerine (bölümde olan çekim sanki uzak bir tepeden çekildiği izlenimi veriyor ve zayıf kalıyor) biraz daha uzun süre vererek yerde hareket eden yılana geçiş yapan bir anlatım sunabilirdi.
Ancak bu satırları yazdıktan sonra şunu fark ettim. Şahsu’nun bindiği tren muhtemelen Adana-Mersin arası çalışan banliyö treni. Ve Şahsu kırsal bir yerin istasyonunda iniyor. Yorum yapanların daha ilk kareye bakarak ortaya koydukları “burası Adana” müneccimliğine ve İstanbul’dan geldiği müneccimliği arasındaki seyahatinin trenle yapıldığına dair bir belirti yok, yok ve yok… Mersin yönü dedim çünkü Şahmaran efsanesi Tarsus yöresine atfedilmiş. Bu banliyö trenine binmediğim için hangi istasyonda indiğini de söyleyemeyeceğim. Ne yazık ki yönetmen trenin üzerinden bilgi okunacak bir an izletmiyor. Keşke bunu yapsaydı. Ancak bu trenin Güneydoğu Ekspresi olmadığı kesin.
Ayrıca otel. Bir akademisyenin o otelde kalması zorlama olmuş. İbis Adana, Sürmeli gibi bir otel akademisyen için daha iyi olurdu. Ya da en doğrusu üniversitenin göl kıyısındaki misafirhanesi. Böylece kurgu anlatım (yazara göre ortaya konan hikâye) gerçeklikle desteklenirdi. Bu da izleyici de kafa karışıklığı yaratır, gerçek ve hayal dünya (büyülü gerçeklik akımı) arasında bocalatırdı.
Şahsu trende neden karşı koltuğu boş iken ters yönde oturuyor? Bunu Şahsu’nun karakterindeki aykırılık olarak tanımlayabilir miyiz? Cevap bence “evet”.
Şahmaran dizisi yorumu birinci kısım…
Birinci bölümde kamera açıları, kadrajlar ışık kullanımı ve renkler çok çok iyi olduğunu söylemiştim. Tamam bir Nuri Bilge Ceylan’ın her anı fotoğraf olan filmlerinden olmayabilir ancak ikinci bölüm de benzer kalitede. Dolayısıyla sonraki bölümlerin dakika dakika analizine girmeyeceğim. Ancak şundan eminim; görüntülerin fotoğrafik kalitesi diğer bölümlerde de devam edecek. Yönetmen birçok an da izleyiciyi soru sormaya zorluyor. Örneğin;
Maran’ın evindeki kadınlardan biri (Diba) kardeşi. De diğer ikisi (onlar da Maran’ın kardeşi. Ancak ya ben gözden kaçırdım ya da dizide açıkça ifade edilmiyor. Adları Hare ve Bike. Bunları internette bulup öğrendim) kim? Neden biri sürekli postmodern poz verip diğeri resim (dördüncü bölümde Diba bu resmi izleyiciye gösterir. Resim karakalem şahmaran tasviridir. Çizim anında modelin duruşu Şahmaran’ın her yerde paylaşılan duruşunu andırmaktadır) yapıyor? Bu üç kadının Maran’la ilişkilerine bakarak Diba’nın efsanede Şahmaran’a yakın olan iyi niyetli ifrit, diğer ikisinin de kötü niyetli ifrit olarak düşünmek mümkün. Biliyorum, son ifade biraz zorlama oldu…
Fotoğraf açıklaması: Bu sahneyi dördüncü bölümü izlemeden önce almıştım.
Maran’ın sol bileğindeki yılan döğmesi nedir? Şahsu’nun annesi gündeme gelirken babası niye bahis dışında? Maran’ın babasının sırrı nedir? Masasındaki kitaplar neyi gösteriyor? Şahsu’nun dedesi (Davut) ile Maran’ın ailesi arasında ne var? Maran’ın annesi ve Şahsu’nun annesinin ölümleri birbirine benziyor mu? Ölüm sebepleri nedir? Yılan kalesinde turistlerin bir kısmı tıslama sesinden sonra neden kendilerini kuyuya attılar?
İki bölümün de başında bölümlerin akışında yer almayan kısa giriş pasajları var. Daha sonra jenerik geliyor ve dizi başlıyor. Bu pasajlar birçok yabancı polisiye dizilerde ya da filmlerde olduğu gibi izleyicide merak uyandırmaya yönelik anlatımlar. Muhtemelen hikâye çözümlenmeye başladığında bu pasajların açıklamaları gelecek. Zaten dikkatli izleyici bölümlerin içinde bu pasajlara kısa gönderme yapan diyalogları fark edecektir.
Fantastik ve Büyülü Gerçekçilik Akımı
Birçok yorumcu diziyi “fantastik” diye tanımlama hatasına düşüp “Games Of Thrones” ile karşılaştırıp “hıh olmamış” diyor. Arkasından da “bizim coğrafyada fantastik senaryo yazan var mı ki? Fantastik dizi yapımcısı var mı?” diyerek lafı dolandırıyorlar. Burada “fantastik” üzerine tanımlama ve açıklama yapmak niyetinde değilim. Sadece büyülü gerçekçilik akımının temellerinden bahsedip noktayı koyacağım. Gerisini diziyi izleyenler ya da izlediği bölümleri anımsayanlar düşünsünler.
Büyülü gerçekçilik akımında beş temel öğeden bahsetmek mümkün:
Eserin gerçekçi kurgusu; Ele alınan konu okuyucunun ya da izleyicinin iyi bildiği bir dünyada yani ortamda/mekânda geçer. Olaylar bu gerçek dünyada olur.
Büyülü unsurların kurgusu: Gerçek dünyada cansız bilinen nesnelerin konuşması, hareket etmesi hatta düşünmesi, artık yaşamda olmayan insanların ortaya çıkması, normal insanların olağanüstü güçlerle donanması gibi normalde dünyada gerçekleşmeyecek fantastik unsurlar hikâyede normal olaylar gibi ele alınır.
Okuyucu ya da İzleyiciye verilen bilginin sınırlı tutulması; Büyülü olduğunu düşündüren olaylar yazar ya da yönetmen tarafından yaşamın içinde normal şeylermiş gibi ele alınarak bunların gerçekten olabileceği fikri güçlendirilir. Ve bu olaylara yol açan büyü açıklanmadan bırakılarak okuyucu ya da izleyici de soru işaretleri ile tereddüt oluşturulur.
Gerçek olaylara gönderme yapan eleştiri kurgusu; Yazar ya da yönetmen toplumun sosyal, siyasi, ekonomik yönlerini ele alan metaforlara yer verir.
Hikâyenin yapısı ve akışı; Eserin yer aldığı sanat dalının diğer ürünlerine göre alışılagelmiş giriş, gelişme ve sonuç akışı görülmez. Olaylar ve karakterler arasında sürekli geçişler vardır. Bir olay sonlanmadan diğerine atlar. Zamanda geriye ve ileriye doğru sıçramalar normal bir şey gibi ele alınır. Okuyucu ya da İzleyici kurgunun ilerleyişi ve karakterler arası olası çatışmaların zamanı hakkında yorum yapamayacağı için daha yoğun okuma veya izleme ihtiyacı duyacaktır.
Nokta nokta nokta (…)
Not: büyülü Gerçekçilik akımı üzerine en iyi eser olarak “Yüzyıllık Yalnızlık – Gabriel García Márquez (1967)” söylenir. Zemberekkuşu’nun Güncesi – Haruki Murakami (1994), bu türün örnekleri arasında yer alır. Bizde “Sevgili Arsız Ölüm – Latife tekin” bu türde bir eserdir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Biraz araştırma yaparak daha fazla eser adına erişilebilir.
Şahmaran dizisi yorumu ikinci kısım…
İkinci bölümle ilgili en çarpıcı sahne -bana göre- konuşma engelli kadının süt getirmesi ve Şahsu’ya içirmeye çalışması. Şahsu önce çiğ sütü içek istemez. Ancak biraz tattıktan sonra başı dönmeye başlar. Burada direkt yılanların sütü sevmesine gönderme yapıyorlar. Araya bir an Maran’ın görüntüsü girer ve çıkar. Gerçekten güzel. Ancak sonrasında Şahsu’nun dedesi mutfakta sütü tencerede kaynatırken görüntüleri girer. Madem Şahsu – süt- yılanlar metaforunu anlatacağım şöyle kurgulardım; “Şahsu konuşma engelli kadının içirmeye çalıştığı sütü burnuna yaklaştırır ve koklar. Burun kıvırarak içmez. Dedesi sütü tahta kaşıkla karıştırırken Şahsu mutfak kapısında belirir. Başını biraz dikerek havayı koklar ve ocakta kaynayan sütü görür. Ayaklarını sürüyerek ocağa yaklaşırken artık etrafı görmez olur. Dedesi bu haline şaşkınlıkla bakmaktadır. Ocağın yanında dedesini sol eliyle ittirir. Dedesinin yüzünde artık korku ifadesi vardır. Şahsu iki eliyle saçlarını toplar. Sol eliyle saçlarını tutarken sağ kolu havada kıvrılarak hareket ediyordur. Yavaşça tencereye eğilir. Başını tencere üzerinde gezdirerek sütten çıkan dumanı içine çeker. Yüzünde aldığı haz ifadesi vardır. Sağ eliyle kaşığı tencereden çıkarır. Süt kaşıktan yere damlarken Şahsu dilini çıkararak kaşığı yalar ve avcunu açar. Dedesi bir adım daha geriye çekilmiş korku içinde Şahsu’ya bakmaktadır. Kaşık yere -ağır çekim- düşerken Şahsu geriye döner ayaklarını sürüyerek mutfak kapısına kadar kendinden geçmiş halde yürür ve durur. Geriye döner. Normal hale gelmiştir. Dedesine normal sesiyle “akşam arkadaşlarla birlikteyiz yemeğe beklemeyin” diyerek çıkar gider. Dedesindeki korku tekrar şaşkınlığa dönmüştür.”
Tren ve süt ile ilgili düşüncelerimin benzerini hatta aynısını yapımcının da düşündüğünü varsayıyorum. Tercih etmemesinin bir nedeni olmalı. Ancak ilerleyen bölümlerde benzer yorumları yapacağım sahneler olacak gibi duruyor. Ancak bu durum anlatım gücünü zayıflatan bir şey değil. Sadece “anlatım daha güçlü olabilir miydi?” nin sorgulanmasıdır.
Sosyal medyada diziyi yerden yere vuran (yorumcuların diliyle resmen gömüyorlar) çok sayıda yorum var. Diğer yandan yere göğe sığdıramayan yorumlar da. Okuyunca “acaba farklı dizileri mi izledik?” diye sormadan edemiyorum. Bence iki uç noktada değil. Bir hikâye anlatıyorsunuz. Efsane tema olsa da yazar, yapımcı konuyu istediği tarzda yorumlama ve anlatma özgürlüğüne sahip. Hata, kopya, eksiklik görebileceğiniz şeyler var mı? Evet. Ancak bunlar dizinin ilk iki bölümünün akışını etkileyen niteliklerde değil.
İnternette bulduğum dizi açıklamalarında oyuncuların dizideki adlarının Şahmaran efsanesindeki karşılıkları da veriliyor. Karşılık aramak gereksiz ve anlamsız bir şey. Hatta “Şahsu” adı bile zorlama olmuş. Yani Şahsu ile Maran birbirini sever (daha doğrusu birleşmeleri lazım) “ŞahMaran” olur demeye getirilmeye çalışıldıysa çok ama çok gereksiz bir şey olmuş.
En -kibarca ifade ederek- acımasız eleştiri programını kendimi zorlayıp 25 dakika izledim. Ne yazık ki yapılan eleştiriler kişisel görüş seviyesinde kalmakta. En başta ve aralarda defalarca “hikâye” demelerine rağmen bu hikâyenin gerçek öğeleri içermediğini söyleyerek yazarın, senaristin ve de yönetmenin efsaneyi yorumlama hakkını gasp ediyorlar. Bu eleştirilere göre Gabriel García Márquez’in büyülü gerçeklik akımı ile yazdığı romanların bir değeri olmaması gerekir. Ya da Andy Warhol’un “Campbell’s Soup Cans” ve “Marilyns” eserleri çöp olmalı. Ya da Salvador Dali’nin yaptıkları da resim mi? Veya Tanpınar’ın “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” hiç olabilir mi? Saçma, İstanbul’da böyle bir yer hiç olmadı… Bu örnekleri çoğaltmak mümkün.
Bu kadar çok yorum okuyup diziyi seyretmeye devam ederken artık şu genelleme yapmak hakkını elde ettiğime inanıyorum: Sanat kavramı içinde ele alınabilecek bir esere ya da ürüne sadece beş duyu organlarının elde ettiği verilerle kısa devre yapıp direkt fikir üretenlerin yanı sıra beş duyu organlarının elde ettiği verileri işleyip eseri zihninde tekrar oluşturanlar var.
Yıktın perdeyi eyledin viran…
Beşinci bölüm dakika 16.45. ne zaman Şahsu tahtaya “ŞAHMARAN” diye yazıp “N” harfinin altını çizdi (niye çizdin?) ve öğrencilerden efsane hakkında bilgi toplayıp “hemen, ertesi sabah derse” getirmesini isteyince izlemeyi durdurdum. Bu talebi isteyiş tarzı ve süresi de anlamsızdı. Bunun üzerine konuşulacak bir yanı yok. Başladım söylenmeye; Eeee be akademisyen, adın Şahsu, konuştuğun adamın adı Maran, sen efsaneyi biliyorsun ve üstelik Adana’dasın, hiç mi bunu adamla masaya yatırıp “Nooluyo yahu?” diye irdelemezsin? Adamın evinde ailesiyle konuşurken Ural’ın gözlerinin içine bakıp da hiç mi sorup kargaşa yaratıp diziye biraz daha fazla gizem katmazsın? Eeeey yönetmen senarist ve her kimse ne diye bir fiske ile diziyi çökertiyorsun? Bu sahneye ihtiyacın mı var? Kesinlikle yok yok ve yok… Madem buna niyetin vardı, başlarda işleyip hikâye akışının içinde ince ince işlesen olmaz mı? Şimdi geri kalan bölümleri bu yıkımın üstüne nasıl izlememi bekliyorsunuz?
Bazı diyaloglardaki anlam düşüklükleri bizim gibi kılı kırk yaranların kulağını tırmalıyor. Son bölümde artık Maran her şeyi Şahsu’ya anlatmaya çalışırken şöyle der: “….. çünkü sen seçilmiş olansın (dakika 35.25) …. Seçilmiş kişi Camşap’ın soyundan gelmek zorundaydı (dakika 35.36) … ihanet edenin soyundan…. Sen Davut’un torunu değilsin aslında (dakika 35.43)….”; işte tam da burada “sen Davut’un torunu değilsin aslında” dedikten sonra Şahsu şöyle sorabilirdi; “ne yani beni leylekler mi getirdi?”. Maran’ın cümlesinde anlam düşüklüğü çok bariz. Söylemek istediği Davut ile Camşap’ın aynı kişi olduğu ve Şahsu’nun Camşap’ın soyundan geldiği. Ama Maran’ın repliği havada kalıyor. Buna benzer hataları kolayca düzeltmek mümkün. Gözden kaçırdıklarını sanmıyorum ama yapmamışlar.
Ural (Mahir Günşiray) sosyal medyada dizinin reklamlarının sadece üç karakter üzerinden yapılmasını eleştirmiş. Haklıdır. Ural dizinin ana karakterlerinden birisi. Ayrıca ilk bölümdeki otelin resepsiyoncusu çok iyi bir oyun sergiliyor. Yardımcı rollerde Salih (Mehmet Bilge Aslan), Lakmu (Hakan Karahan) da oldukça iyi. Maran’ın kardeşleri ayrı bir dünya, laf söylemek gereksiz. Gayet iyiler. Diğer oyuncuların da hakkını vermek gerek.
Yılan ısırığı…
Mesela bir yılan bir insanı ısırmaya kalksa neresinden ısırır? Şahmaran’ın öcü için… Kulak arkasından? Sorsan yılana “bir oranız kaldı” der herhalde. Boynundan? Sorsan “ben vampir miyim?” der. Bacağından? İşte bu. “Yerde gezinirken en kolay ulaşabileceğim” yer der. O halde ne diye Şahsu yere düşmüşken yılan illa boynuna ulaşmaya çalışır? Önünce zaten Şahsu’nun bacakları var. Isır gitsin.
Pekiiii, yılan Tutku hocayı illa boynundan ısırmak için kitaplığı rafına tırmanmak zorunda mı? Yerde ayağından ısırsın gitsin. Maksat ısırmak. Sonrasında kulağından girdi, orta kulağı iç kulağı dağıttı. Tamam. Fanteziniz bu olsun. Niye girdi? Bu belli, Tutku hocaya kötü şeyler yaptıracak. Muhtemelen Şahsu’ya karşı. Bunu da anladık. Bu kötü şey hepsi hepsi Şahsu kuyuya eğilirken görevliyi engellemek mi yani? Hadi canım. Maden yılanı kulaktan soktun daha kötü şeyler yaptır. Bu kısımlar gereksiz fantezi olmuş. Hikâyeye katkısı yok. Akışı etkilemiyor. Ben bu sahneleri kullanmazdım.
Sanırım, Şahsu ısırıldığı için doğa üstü bazı güçlere sahip oluyor. Ben b gücün varlığını ilk önce dedesi -tahminen- kalp krizi geçirip yerde yatarken Maran’a yine boynundan ısırtacağına Şahsu’nun dedesi üzerine kapanıp elini göğsüne koyup gözyaşını dedesinin yüzüne damladığında göstermeyi tercih ederdim.
Bir roman ya da hikâyede gereksiz uzun anlatımlara ve paragraflara denk gelebilirsiniz. Yazar kendini kaptırmış anlatır da anlatır. Aslında yazar ne diyeceğini çoktan söylemiştir. İşte elinize kalem alıp bu kısımları çizseniz de akış gayet güzel devam eder. Aynı durum film ve dizilerde söz konusu. Yazar, senarist ya da yönetmen kendini kaptırır ve devam eder. Ancak görüntüler artık boş ve hikâyeye katkı sağlamamaktadır. İşte bu kısımları zihinde atıp yeniden kurgu yapmak gerekecektir.
Burada en rahatsız olduğum kısmı ele almaya çalıştım. Gözüme çarpan ancak not almadığım başka ufak tefek şeyleri eleştiri olarak konuşmayı doğru bulmuyorum. Her film ve dizide, romanda bu tarz şeyler olabiliyor. Dizideki bu fanteziler bütün içinde çok rahatsızlık vermese de -Allahtan fazla yok- kenara koyarak izlediğinizde diziyi hikâye, hikâyeyi görselleştirme ve teknik olarak başarılı olduğunu söylemek doğru olacak.
Artık son…
Altıncı bölümü de yıkımın üstüne izledim. Dizinin tadı kaçacak düşüncesi zihnimi kurcalayıp duruyordu. Ancak olmadı. Son üç bölümde gerilim giderek başarılı bir şekilde tırmanmaya başladı. Ve sekizinci son bölüm oldukça iyi kapanış yapıyor.
Yukarıda bahsettiğim gibi her bölümün girişinde yer alan ve o bölümde çözümlenmeyen kısa pasajların bir kısmı son bölümde Maran’ın repliklerinde anlam kazanmaya başlıyor. Bir kısmı ise hala duruyor. Bu kapanışa göre dizinin devamı gelebilir. Hikâye, kendi gizemleri ile -bana göre- tamamlanmış olsa da yabancı polisiye ya da avukat dizileri gibi uzatılabilir bırakılmış. Hala beşinci bölüm dakika 16.45 den başlayan anlatımı diziye yapılan gereksiz bir yama gibi buluyorum. Youtube’da -genelde gömmeye gayret eden- yorum videoları çıkıp duruyor. En son yazarla yapılan bir söyleşiyi izledim. “Yazar” diziyi henüz izlemediğini söylüyor. Buna çok ama çok şaşırdım. Ayrıca diziyi dört bölüm hikâye olarak teslim ettiğini ve devamının geleceğini ifade etti. Ancak en iyi denilen yabancı dizilerden izlenimim sonrası zorlama oluyor. Hikâyenin özünü zayıflatıyor. Yazarın söylediğine göre dizi Hindistan’da izlenenler listesinde ilk sıradaymış. Araştırmadım ama doğrudur. Ancak Hintli yorumcuların düşüncelerini duymak ilginç olurdu.
Bütün bunlardan sonra tek cümle ile izlenmeye değer bir dizi.
Zülfü Livane’nin yönettiği ve başrolünü Türkan Şoray’ın oynadığı bir film var. Link bilgisini kaynaklarda veriyorum. Ayrıca 2003 yılında Base Production tarafından görselleştirilen “Melek” dizisinin konusu da Şahmaran efsanesi.
Bize Ulaşın