Bu yazı, İFSAK Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları Grubu‘ndan Nursen Bilgin Kadayıfçıoğlu tarafından hazırlanmıştır.

***************

Auschwitz, bir insan mezbahaya bakıp “ama onlar hayvan” dediği zaman başlar.

Theodor Adorno

Etin Cinsel Politikası

Her on yedi saniyede bir kadın tecavüze uğruyor. Her bir saniyede yüzlerce hayvan öldürülüyor. “Dayak yiyen kadınlar” gerçekliği her gün yüzümüze çarpılıyor ekranlardan ve gazete sayfalarından. Çiftliklerin esir ettiği, mezbahaların katlettiği hayvanlar “marketteki et”e indirgeniyor günümüzde. Etin hem protein için zorunlu olduğuna hem de gücün kaynağı olduğuna inanmamız için örülen mit, aslında erkeğin potansiyel şiddet eğilimi ile üstünlük kurmasına neden oluyor. Etçilleri yiyen etçiller kafamızdaki iktidar piramidinde en üste yerleştiriliyor ve bu haliyle gündelik hayatımızın her köşesine sızıyor. Reklamların neredeyse tamamında eti yenen hayvanların kadını temsil etmesi ve erkek zihninde seks yapılacak kadının et veya piliç görüntüsünde olması yapbozu kendiliğinden tamamlıyor.
İşte Carol J. Adams bu kitapta, yukarıda sayılan olguları ve genel olarak ataerki ile et tüketimi arasındaki bağı çözümlüyor. Ona göre, erkeklik inşasının önemli bir parçası başka bedenleri denetim altında tutmaktır; et yemek de bunun önemli bir aşamasını oluşturur. Yalnızca şiddet ve tahakkümden beslenen erkek egemen kültür, zayıf bulduğu her şeyi ve herkesi “erkek” tanımının dışına atarak alt edecek bir öteki ilan etmekte, özneden nesneye indirgemektedir. Bu gerçeklikle yüzleşmediğimiz sürece, savaşları ve ayrımcılığı olumlayan eril şiddet kültürü ve hiyerarşi aramızdan ayrılmayacaktır.

Oldukça kısaltarak aktardığım bu arka kapak yazısını okur okumaz, kafamın içinde dönüp duran bir yığın sorunun tartışıldığı bir kaynak bulduğumu anladım.

Tahakkümün sadece bir türüne karşı çıkıp diğerlerine yol vermek hak savunuculuğu ile ne kadar bağdaşır?

Hegemonik erkekliğin kadın üzerindeki egemenliğine son verebilir miyiz, insan olmayan hayvanlar ve doğa üzerindeki sınırsız sömürüsü devam ederken?

Bu tahakküm ve sömürü mekanizmaları nasıl oluyor da yüz yıllardır büyük kitleleri suç ortağı yapabiliyor?

Kedimize köpeğimize duyduğumuz sevgiye, hayvan hakları savunuculuğumuza rağmen nasıl oluyor da tabağımızdaki ölü kuzunun etini iştahla mideye indirebiliyoruz?

Ve bu noktada Carol J. Adams yanıtlıyor: “Tahakkümün en iyi işlediği yer, bir kopukluklar ve parçalanmışlıklar kültürüdür. Feminizm ise bağlantılara ışık tutar.”

Nedir bu bağlantılar?

Yalnızca kadınlara değil, egemen olmayan bütün diğer insanlara, hayvanlara yönelik cinsel şiddet ile kötü muamele arasında, doğanın sömürülmesi arasında var olan bağlardır söz konusu olan. Ve devam eder: “Biz yaşayan varlıkların nesnelere dönüştürülmesinin sona ermesini hayal ediyoruz. Biz yırtıcı tüketim modelinin bitişini hayal ediyoruz. Biz eşitliği hayal ediyoruz.”

Burada bir anahtar kelime ile karşılaşıyoruz: nesneleştirme
Tüm tahakküm ve sömürü sistemlerinin üzerinde ilerlediği mekanizma… Nesneleştirmek edilgenleştirmek, eylemsizleştirmek… Bir de kolaylaştırıcısı var bu işleyişin: kayıp gönderge sistemi

Hayvanlar, tüketiciler onların ölü bedenlerini yemeden önce dil tarafından yok edilir. “Et” dediğimizde aklımıza kesilmiş, öldürülmüş hayvanlar değil mutfak gelir. Oysa bir hayvan ölmeden kimse et yiyemez. Hayvanları yerken onlar hakkında konuşma biçimlerimizi değiştiririz. Örneğin hayvanların bebeklerinden değil, süt danası pirzolasından ya da kuzu budundan bahsederiz. Dolayısıyla “et” kelimesinin bir kayıp göndergesi vardır, o da ölü hayvanlardır.

Etten bahsederken kullandığımız dilde cesetlerin olmaması gibi, kültürel şiddetin açıklamalarında da çoğunlukla kadınlar kayıp göndergedir.

Münferit şiddet biçimleri olarak görülen cinsel şiddet ve et yemek, kayıp göndergede bir kesişim noktası bulur. Bazı genelevlere “mezbaha”, seks işçileri ile birlikte olmaya “mala vurmak” ya da “ete gitmek” denilmesi; pornografinin kölelik gereçleri (gütme sopaları, zincirler, köpek tasmaları) gibi.
Dayakçılar, tecavüzcüler, seri katiller ve çocuk istismarcıları hep hayvanları da hedef almıştır. Bir evcil hayvana zarar vererek ya da öldürerek partnerini, kurbanını sıradakinin kendisi olabileceği konusunda uyarırlar.

Fiziksel baskı ile kayıp göndergeye dayanan metaforlara olan bağımlılık arasındaki etkileşim, farklı olanla aramıza mesafe koyduğumuzu ve bunu da onu daha önce nesneleştirdiğimiz bir şeyle kafamızda denkleştirerek yaptığımızı gösterir. İnsan egemenliğinin ahlakı işe hayvanlarla arasına mesafe koyarak, nesneleştirerek başladı. Bu durum hayvan mevkisinde olduğu kabul edilen insanlara kötü muamele edilmesini de meşrulaştırdı.

Kayıp gönderge sistemi; kendini uzaklaştırma, üstünü örtme, yanlış yorumlama ve suçu başkasının üzerine atma aracılığıyla hakimiyetini sürdürür.

Öldürmek yerine “etkisiz hale getirmek” der örneğin. Ya da “sürüyü seyreltmek”, “ odun üretmek”… Oysa insan, hayvan ya da ağaçtır öldürülenler!

Erkek Kimliği ve Et Yeme

İktidar sahibi insanlar hep et yemişlerdir. İşçi sınıfı karbonhidratlardan oluşan bir karışımı tüketirken, aristokrasi her çeşit etle dolu büyük öğünler yemiştir. Beslenme alışkanlıkları, yalnızca sınıfsal ayrımı açığa çıkarmaz aynı zamanda ataerkil ayrımı da belli eder. Kadınların, ikinci sınıf yurttaşların ataerkil kültürde ikinci sınıf sayılan yiyecekleri yemesi daha olasıdır. Etten ziyade sebzeler meyveler ve tahıllar. Et yemedeki cinsiyetçilik sınıf ayrımlarının altını yeniden çizerken bir de anlam sapması doğurur: Tüm sınıflara nüfuz etmiş olan etin erkeksi bir yiyecek olduğu ve et yemenin bir erkek faaliyeti olduğu miti.

Et yemek bireysel ve toplumsal yiğitliği ölçer olur. Et boğa gibi güçlü kılar, erkeklerin ete ihtiyacı vardır-mitleri yoksul ailelerde kadınların ve çocukların sadece patates ve ekmekle beslenmeleri, eti evin babası için saklamaları sonucunu doğurur. Et proteinin hiyerarşisi ırk, sınıf ve cinsiyet hiyerarşisini güçlendirir.
Et ekonomik anlamda değerli bir maldır bu malın kontrolüne sahip olanlar güce de sahip olur. Erkekler avcı olduğuna göre bu ekonomik kaynağın kontrolü de onların elindedir. Denklem basittir: Bir toplumun hayatında et ne kadar mühim ise erkekler de görece o kadar büyük bir egemenlik kuracaktır.

Et insanın tadını çıkardığı ve insanı zirveye çıkaran bir şey iken bitki istenmeyen özellikleri temsil eder; ot gibi yaşamak edilgen bir varoluş sürdürmektir aynı kadınsı olmanın edilgen bir varoluşa yol açacağı gibi… Bitkiler kadınların yiyeceği olarak görülür görülmez çağrışım yoluyla kadınsı ve edilgen olarak da görülmeye başlanmıştır. Vejetaryen olan erkekler erkek rolünün önemli bir kısmı da meydan okur. Eti reddetmek bir adamın kadınsı “hanım evladı”, “nonoş” olduğu anlamına gelir.

Mary Shelley’nin ünlü roman kahramanı Frankenstein’ın vejeteryan oluşunun, romandaki feminist meramın layıkıyla analiz edilmesi için yüz yıl geçmesi gerekmiştir.

Beslenme tercihlerimiz, doğa ile olan ilişkilerimizde kendimizi nerede konumlandırdığımızı ve politik duruşumuzu yansıtır.

“Et yemek erkek iktidarının her öğünde yeniden ilan edilmesidir.” diye devam ediyor Carol J. Adams.

Tarih boyunca düşünürlerin, yazarların, sanatçıların konuyla ilgili tutumlarını öğrendikçe, biyografilerinde vejeteryan olduklarına dair hiçbir ibare okumadığımı hatırlıyorum. 

“Gençliğimden bu yana et yenilmesine karşıyım. Bir gün insanların hayvanları öldürmeyi tıpkı insan öldürmek gibi cinayet kabul edeceğine inanıyorum.” diyen Leonardo da Vinci’ye inanmak istiyorum.

“İnsan et yemeden yaşayıp sağlıklı olabilir; o nedenle et yerse, sırf iştah için hayvanların öldürülmesinde payı olur. Ve böyle davranmak ahlaksızlıktır”. İnsan fizyolojisine dair bilgilerimiz Lev Tolstoy’u doğruluyor. 

Ve Paul Mc Cartney “Mezbahaların cam duvarları olsaydı herkes vejetaryen olurdu.” dediğinde kulaklarımda Adorno’nun sözleri çınlıyor. O zaman da “ama onlar hayvan” der miydik yine!

IFSAK Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları Grubu (Ezberbozan) olarak 2019 yılı Mart ayındaki kuruluşumuzdan bu yana, toplumsal cinsiyetin farklı temsillerini, fotoğraf ve sinema ile ilişkili olarak ele alan çalışmalar yürütüyoruz. Bu çalışmalarda hem fotoğraf üreten kadın ve LGBTIQ bireylerin görünürlüğünü destekliyor, hem de toplumsal cinsiyet alanında yürütülen çalışmaları görünür hale getirmeyi amaçlıyoruz. Bir yandan alanında deneyimli danışmanlarla birlikte fotoğraf projeleri yürütürken bir yandan da toplumsal cinsiyetin farklı boyutlarını ele alan, fotoğraf ve sinemaya gönül verenler için tartışma alanları açmayı hedefleyen etkinlikler yapıyoruz.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Son yazılar: Kültür Sanat

Geçerken Uğradım

Fotoğrafçının Tanıklığı Bir zamanlar hepimiz,  bir biçimde kazınmış fotoğrafların gölgesinde uykuya dalmış, uyandığımızda açılmış zihnimizle yolumuza…