Bir yolculuk ne zaman başlar?

Fikir akla ilk düştüğünde mi? Aylar öncesinden biletler alındığında mı? Hiç bilinmedik bir ülkenin kokusunu ilk alışında mı?

Fikrin somutlaştığı ilk andan sonra bana esen rüzgarlar değişmeye başlamıştı bile. Sekiz ay sonrasını bekleyen bir geri sayım saatim vardı artık. Rutinimin içinde zaman zaman bana göz kırpıyor ve kaçınılmaz bir doğrultuda olduğumu hatırlatıyordu. Dilini, tarihini, tadını bilmediğim o yere doğru ufak adımlar atmaya başladım ben de. Zamanın imkanları bir dönemin gezginlerini kıskandıracak kadar fazla. Fakat gerçekte de öyle mi? Sosyal medyadan kulaklarımıza ve gözlerimize dolanlar, milyonlarca yorumlar, videolar neyi anlatıyor? Birbirinin çok benzeri fotoğraflar ve videolar bir süre sonra tek bir ses gibi gelmeye başlıyor. Bunun farkına varınca yolculuğun bir başka aşamasına geçiliyor belki de. O kadim soru eşliğinde. Ben neyi arıyorum?

16. yüzyılda Portekizli kaşiflerin ayak basmasıyla batı ile tanışan ada insanları Batılıları epey yadırgamış. Kapalı toplumlarının binlerce yıllık geleneklerce şekillenen gözleri batıdan gelen insanın kendisinden çok farklı olduğunu düşünmüş. Bugün de geleneklerinin Batı tarafından anlaşılmadığını düşündüklerini biliyorum, turistik bölgelerde yılgın ama elbette hep oldukları gibi kibar bir mesafeden görmeden görüyor gibiler biz turistleri.

Oldukça maceralı bir uçuştan sonra kapağı yeni açılmış ve dış ortamın oksijeni ile temas etmiş bir konserve içeriği gibiyim. Osaka’yı soluyorum. Şaşkın, yorgun ve hafif gerginim. Elimde bir sürü not, hafif valizim, zorlukla araladığım göz kapaklarımla otobüse bindiğimde alık alık göründüğümden eminim. Otobüs yavaşça yol alıyor küçük kasabaların, köylerin yanından geçiyor. Yağmurlu kapalı bir gün. Siyah dik bir etek gibi kıvrılan çatıları izliyorum, böyle bir yeşili başka bir yerde görmemişim gibi geliyor. Koyu, net, cömertçe gelişmiş, sessiz. Hava farklı, temiz, yabancı, sakin. Kyoto’ya doğru yol alırken uyuyakalıyorum, arasıra açılan gözlerim ve bedenim mekanları karıştırıyor birbirine, sanki hala İstanbul’dayım ve bu bir sabah düşü sadece.
Kyoto’da bavulu verip otel giriş saatine dek şehirde dolanıyorum. Kahvaltı, 1-2 cümle İngilizce ve hemen işaret ve beden diline giriş. Japonya’da bundan sonra böyle oluyor. Gülümseyen yüzler ve yardım etmek için uğraşan insanlarla iletişim sadece dil üzerinden kurulmuyor.

Roland Barthes Japonya’ya yaptığı bir seyahatten sonra yazdığı kitabı  Göstergeler İmparatorluğu’nda (1) kendisine sorulan dil sorununu nasıl çözdünüz sorusunun tek bir anlamla yani iletişimin yalnız sözle gerçekleşebildiği önyargısı ile sorulduğunu belirtir ve yanıt verir.“Japonya’da gösterenler imparatorluğu öylesine geniştir ki sözü öylesine aşar ki dilin saydamsızlığına karşın, hatta bazı bazı bu saydamsızlığın yardımıyla, gösterge alışverişi büyüleyici bir zenginliğe , büyüleyici bir devingenliğe, büyüleyici bir inceliğe ulaşır. Bunun nedeni de orada bedenin isterisiz özsevisiz olarak incelikle ölçülü olmakla birlikte, saltık bir kösnül tasarıya göre var olması, açılması, etkinlik göstermesi, kendini vermesidir.”

Kokuların farklılığı dikkatimi çekiyor, yemek dışında da güzel bir tütsü kokuyor gibi geliyor ülke. Bir yeri diğerinden ayıran en kalın çizgilerden koku. Gözlerin kapalı nerede olduğunu anlayabilirsin bir süre o kokuya aşina olduktan sonra. Kokunun hafızası hatırladıklarımızdan çoğu kez daha güçlü. Buradaysa tarihe yön vermiş baharatlar da giriyor işin içine, adını bilmediğim nesneler kokuyor, biraz hüzünlü bir karşılaşma bu çünkü bir diğer bakış açısıyla oraya ait olmadığını, annelerin çocuklarına yaptığı çorbaların, ergenlikte okul çıkışı zevkle yenen tatlıların, aile toplantılarında masanın ortasına konan dumanlı yiyeceklerin yabancısı olduğun bir yerde olduğunu söylüyor sana. Yabancı ve yalnızsın. Üstelik çok ama çok uzaklardasın.

Ve sonra film başlıyor, adımlarım adımlarıma ekleniyor, saatlerce yürüyorum her gün. Gözümün önünden bir taşıttaymışım gibi akıyor görüntüler gün içinde, hızlıyım genelde biraz telaşlı gibi hatta. Ellerim, ayaklarım, otobüs biletimle şehri anlamaya, sınırlarını çizmeye çalışıyorum. Görünmez kentlerden biri Kyoto, Calvino’nun kadın isimli kentleri gibi, çok katmanlı, yansımalı, kadim, sır dolu. Çok eski ile modernin, çatışmadan durabildiği bir yer gibi. Gibi. Çünkü bu bakış, bir yabancının hikâyeye dışarıdan bakışı, orada yaşadığında kaybolacak bir bakış. Yine de belki de tam bu yüzden olabildiğince “ilk” ve eşsiz. İkince kez aynı şehre gittiğinde bile ulaşamayacağın kadar saf.

Bu yazı bir günlük olmadığından aslında belki de bir rüyayı hatırlama çabası olduğundan fragmanlar halinde olmasının da bir sakıncası yok bence. Hatta tam da böyle olmalı. Bir mekândan diğerine, bir ana, bir bakışa.  O halde sabahın en erken saatlerinden birinde Kyoto’nun çevre mahallerinden birinin sokaklarını anımsayayım. Otelin sokağından çıkıyorum kimsecikler yokken etrafta. Dar, tertemiz sokaklarda yürüyorum. Evler film setinden fırlamış gibi sanki, minik, bakımlı dışlarında çeşitli objelerle süslü, biblolar, Buda heykelleri,kabaklar, zarif parçalar. Garip hissettiriyor insansızlık, yabancılığım daha bir vurgulanıyor gibi. Mahalle içinde ufak bir tapınak görüyorum, usulca giriyorum, kimse yok, tertemiz, sıkça kullanıldığı belli, her yer öylesine sessiz ki fısıldamak daha doğru gibi geliyor. Ana caddelere vardıkça hayat akışı da başlıyor. Okula giden bir örnek giyinmiş çocuklar, takım elbiseli adamlar uzun etekli kadınlar ve turistler. Şimdi her şey biraz daha normal görünüyor. Adım seslerimi duyduğum o eski ve sessiz mahalle geride kaldı. Kiyamizu Dera tapınağına doğru tırmanırken sokaklar hâlâ boş. İnstagram’da gördüğüm o meşhur sokak ıssız. Bir saat sonra inerken tanımayacağım bir kimlikte şu an. Kepenkleri kapalı eski tipte binalar, yolun sonunda heybetle yükselen ahşap bir pagoda. Şehre yukarıdan bakarken o binbeş yüz yıllık tapınakta Zen’in Budizm’in, Şintoizm’in sarmal kollarının derin kültürünü hissetmemek mümkün değil. Çok hakim olmasa da kişi doğaya duyulan saygıyı, sulardan gelen şifayı, kültürüne sahip çıkmanın gururunu taşıdıklarını hissedebiliyor. Gri, serin, yağmurlu gün, tapınağın bin yıllık ahşabının rengi, kokusu, yeşilin tonu, Otowa şelalesinin üç kanalından akan bilgi, sağlık ve uzun ömür birleşiyor zihnimde. Temiz saf su anlamındaki bu güzel yerden kalabalıklar işgal ederken ayrılıyorum. Eski mahallenin hala hıncahınç dolmamış sokaklarından aşağı yürüyorum. Narin bir nesne gibi korunmuş evler, geçmişleriyle bağlarını koparmak istemiyor şehrin bu eski kalbinde. Küçük bir kafede kahvaltı molası veriyorum. Yediğim her şey lezzetli, ama belli ki Japonlar için daha da önemli olanı sunum. Cuniçiro Tanizaki Gölgeye Övgü (2) adlı kitabında Japonya’nın derin bilgisinden bize ipuçları verir. Japon yemeklerinin yemek için değil bakmak üzere yapıldığı deyişini bir adım öteye götürerek bakmaktan öte derin düşüncelere dalmak için yapıldıklarını öne sürer. “Bu aynı zamanda karanlıkta titreşen ışıkla lake kâsenin bir araya gelerek oluşturduğu sessiz müziğin iş birliğidir… Geleneksel yokan tatlısının renginin tefekküre sürükleyen bir tarafı vardır. Yokanın yeşim taşı gibi yer yer gölgeli yüzeyinin güneş ışığını derinlerine çeken, dışarıya hayali denecek kadar az ışık veren o görüntüsü, renginin derinliği, karmaşıklığı… Bunlar bir batı tatlısında katiyen göremeyeceğiniz şeylerdir.” Ona göre Japonlar gölgelerde saklanan güzelliğe değer verir ve hayatın her alanında ev içi alanlarda, yemekte, sanatlarında, var oluşlarının özünde bulunan gölgeyi kollarlar, onunla savaşmaz getireceği güzelliklerle kabul ederler.

Fotoğraf: Aslıhan Demiral
Fotoğraf: Aslıhan Demiral

Hep çok nazik, saygılı ve inceler. Ruhen ve fiziken inceler işin aslı. Kimi zaman insanın kendisini kaba saba hissetmesine neden olacak kadar hatta. Restoranların önünde asılı kırmızı bayraklar arasından süzülerek içeri girdiğinde dış dünyayla bağın kesiliveriyor artık önemli olan şey yiyeceğin ve onun nasıl sunulduğu, senin yediğin şeye duyduğun saygı ve farkındalığın.

Başka bir tapınak. Zen bahçelerinin incilerinden ve en ünlülerinden biri. Dikdörtgen bir çerçeve içinde beyaz çakıl taşları ile sarılı 15 kaya. Zen bahçelerinin kuralı tek sayıların dengesi.  Oturup bir süre izliyorum onu. Okuduklarım zihnimde geçit yapıyor. Sırrı tam da çözülememiş bir bahçe, neyi anlatmak istediği konusunda teoriler mevcut. Nereden bakarsan bak (tepeden bakış hariç) sadece 14’ünü görebiliyorsun kayaların. Peki ya 15.? Onu görmek içinse başka bir gözün açılmış olması gerekiyor. Ya da daha doğrusu samadhi evresine yani mükemmel zihne, en büyük farkındalık haline girmek. İnsan zihninin ulaşabileceği en üst noktaya varabilmek. Tüm dinlerde karşılığı olan bir tanım. Yapılan bir araştırmada Ryoan-ji bahçesinin şekil analizi modelini oluşturmuşlar ve bahçenin boşluğu anlatan kısımlarına aslında tamamıyla biçim verilmiş olduğunu fark etmişler. Analiz sonucunda kaya yerleşiminin bir ağacın bilinçaltıyla algılanan bir görüntüsünü oluşturduğunu ortaya koymuşlar. Buna göre kayaları ve boşluğu gören zihnimiz alt metinde, kayalar arasında anlamlı bir ilişkiyi algılıyor, görünmez bir ağaç imgesiyle bahçe kişinin iç dünyasına yöneliyor ve orada bir karşılık buluyor. (3)

Fotoğraf: Aslıhan Demiral

Benimse zihnim bir kez daha görünmeyene kayıyor. Doğunun anlamın temelinde yatanı gösterme biçiminin göstermeme olduğunu iliklerime dek hissediyorum. Boşluğun büyüleyici gücü beni Ozu’yu düşünmeye götürüyor. Mezarında sadece mu yazan sevdiğim yönetmen. Mu yani hiçlik, boşluk. Ama onun şehri burası değil, sırası gelecek onun da.

Uzunca oturdum bahçenin yanında. İnsanların varlığını unutmaya çalışarak düşündüm. Binlerce yıllık ahşap sade yapının kıyısında, kokusunda Ryohan-ji’ deyim. Mimarın (keşişin) bakılmak üzere tasarladığı bir görüntüye bakıyorum. Huzurlu ejderhanın tapınağındayım. Ursula’nın ejderhalarını anımsıyorum, acaba o da geldi mi buraya, Yerdeniz’i (4) yazarken kâğıt kapılara çizilmiş eşsiz ejderha desenleri kovaladı mı peşini rüyalarında.

Kyoto’da olmak demek bir süre sonra tapınakları kanıksamak demek. Burada yaşasaydım sanırım birkaçı ile bağ kurar ve her mevsim farklı bir yüzünü görmek için ziyaret ederdim. Özellikle dağlarda, sık ormanın içinde yerleşmiş olanları karla kaplı ya da kızıl yaprak zamanı, hadi itiraf edeyim bir de az ya da hiç insanlı görmek, orada zaman geçirmek isterdim. Sırt çantalı ve telaşlı bir turist görüntüm bunu çok açık etmese de kök salabilmek konusunda fena değilim aslında.

Elbette Ghibli stüdyosundan çıkma prenses kaguya masalını seyretmiş biri olarak bambu ormanına da gittim. Şehirde hissettiğim bir bilgi doğrulandı zihnimde. Japon animeleri olmayan bir şeyi hayal edip bize göstermiyor. Çizdikleri yer ve kişiler gerçekten var. Bu çok garip bir his doğrusu. Gerçek mi animeyi taklit ediyor, anime mi gerçeği bunu yabancı gözlerim ayırt edemez ama bu ortaklık onların dünyasının gördüğümden daha da farklı olabileceğini düşündürüyor bana. Mimariye, sanata, yemeğe bir Batılıdan keskin hatlarla ayrılan gözleriyle bakıyorlar. Batılı güneşin tüm aydınlığını talep ederken, Japon gölgesiyle barışmayı seçmiş. Puslu ve karanlık havanın ışığının daha da dışarıda kalmasına neden olacak saçaklar inşa etmiş evlerine. Doğa ile inatlaşmamış sadece kabul etmiş. Buradan gölgenin ve sadeliğin gücü ortaya çıkmış. Minimal eşyalı bir Japon odasında az miktarda giren ışık nişlerde, kâğıt duvarlarda katmanlaşmış, hikâyelermiş. Parlak bir obje bu kıymetli ışıkta gerçek değerini göstermiş. “Açıkça sergilemek değil ama ima etmek, sonsuzluğun sırrıdır. Mükemmellik, tüm olgunluklar gibi etkilemede başarısız olur, çünkü gelişme ihtimalinden yoksundur.” (5)

Aşırı kalabalık bunaltıcı olunca, ormandan sakin sokaklara doğru savuruyorum kendimi. Biraz turist görmezsem daha iyi hissedeceğim (nasıl bir kibir ki iki günde sahibi oldum sanki adanın) ama dileğim gerçekleşiyor, kendini gizlemek için olağanüstü bir gayret sarf etmiş önünde soluk hiragana ya da kanji alfabesi ile yazı bulunan iki bez parçasının arasından süzülerek bir çay evine giriyorum. Ve bingo, içerisi bomboş. Japonya’da kaldığım süre içinde yiyip içtiğim, dinlendiğim çoğu yerde elliler cazı çalıyor burası da böyle. Çok yaşlı, özenli giyimli, hafif eğik yürüyüşlü, makyajlı  zarif bir hanım gülümseyerek buyur ediyor, mekanın loşluğu, müzik, herbiri özenle seçilmiş fincanlar, sunum tepsisindeki inanılmaz küçük detaylar, duvarlardaki eski seçilmiş objeler, çay, sessizlik, tamamen sözsüz bir iletişim, gülümsemeler, Japon standardına göre dizayn edilmiş boyuttaki mobilyalar, çayın yanında gelen ikramın oyuncak bebek mutfak malzemeleri gibi minik tabakları, hepsi ama hepsi yorgun vücudumu ele geçiriyor, göz kapaklarım kapanmamak için direniyor, ışık giderek azalıyor, fonda Elvis mi çalıyor, siyah saçlı kadın dudağının kenarıyla neden gülümsüyor ve ben neden tavşan deliğinden aşağı bir girdaba kapılmış düşüyorum düşüyorum düşüyorum…

Fotoğraf: Tolga Büyükada

Hızlı trenin camından kırsal manzarayı izliyorum. İçerisi inanılmaz konforlu, Japon mucizelerinden birindeyim. Bir görevli vagonda yürüyor, tam diğer vagona geçecekken arkasını dönüp eğilip selam veriyor biz yolculara ve bu her seferinde tekrar ediyor. Kyoto artık geride kaldı. Tokyo istasyonunda indiğimde birden başka bir gezegene düştüğümü fark ediyorum. Dakik, hızlı, sessiz, çok kalabalık, devasa gökdelenlerle tıka basa dolu bir şehir. Daha sonra şehrin kalbindeki parkları da göreceğim hayretle, bir metropolde olduğunu unutturacak kadar güzel, izole parklar.

Fotoğraf: Tolga Büyükada

Ama beni buraya sürükleyen içimdeki ses eminim hemen herkesin bayılarak izlediği Wim Wenders’in Perfect Days’indeki Tokyo. Bay Hirayama’nın tatlı, farkında gülümsemesiyle izlediği, köklendirmeye çalıştığı Japon akçaağaçları. Sonbaharın içindeyiz şimdi ve yavaştan kızararak göz kırpıyorlar bana. Wim Wenders’in Tokyo’da çektiği Tokyo Ga belgeseli, esasen çok sevdiği yönetmen Ozu’nun izini sürmeye çalışır. Bilindiği gibi Ozu 50’li yıllarda çektiği Tokyo üçlemesi ile sinema dünyasını derinden etkilemiş, dönüştürmüştür. Karlı bir İstanbul gününe dönüyor zihnim, bütün bir hafta boyunca Ozu filmlerini arka arkaya izlemiştim. Ve o gün sinema okumaları için buluşacaktık Beyoğlu’nda ama o kadar zor bir hava koşulu vardı ki sınıfa sadece 5-6 kişi gelebilmişti. En güzel oturum oydu, bir şişe şarap açtık ve hocamız haikular eşliğinde usul usul paylaştı bizimle Ozu’yu. Şimdi düşünüyorum da onu anlayabilmek için bir nevi Zen ortamının, tam o anda ve orada olanın, sakinliğin, zorlama olmayanın, tatami seviyesinin gerçekleşmesi lazımmış. Evet bazen şanslıyım kabul ediyorum. Wim Wenders 80’li yıllarda Tokyo üçlemesinin çekildiği mahallerin izini bulamamıştı, benim gördüğüm Tokyo ise seksenlerden de farklıydı. Müthiş bir turist çekim gücü, Batıya gönderdiği stereotipik çekicilik mesajları, kendini merkezin belirsiz olduğu bir dairesel yayılmanın akışına bırakmış olmasıyla büyüleyici, baş döndürücü ve bir miktar korkutucuydu. Bu dünyanın en güvenli şehirlerinden biri beni onu keşfedememe endişesi ile korkutuyordu. Neredeydi Tokyo? Kimdi buralı olan?

Lauren Elkin Flanöz isimli kitabında (6) zorunlu sebeplerle bir süre yaşadığı Tokyo’dan da bahseder. Şehirde yürüyememek, doğrusal zemini bir türlü bulamamak, güvendiği adımlarından yardım alamamak onu bunaltır. Gerçekten de Tokyo flanörün serbest ritmine uymakta zorluk yaratabilir. Çoğu kez devasa gökdelenlerin arasında bacakların acizliği kendini belli eder. İstasyonlarda yönler sayısızca karışır, bir labirentten asla çıkamayacakmışsın gibi hissedersin. Ve insanlar sessizce, karınca gibi, hızla çevrenden akar gider. Hedefine kilitlenmiş gibi görünen bu kitle ciddi yüzleriyle metrolardaki ölümcül sessizlikleri ile ser verip sır vermez. Bir yabancının, o topraklarda kendine ait bir odası olmayanın, meraklı gözleri çok sakınmadan izler onları. Dilin aramıza yerleştirdiği o devasa duvarın ardından bakar yabancı bu insanlara ve ister istemez oluşan sessizlikte kendi hikâyesini yazar onlar hakkında. “Bir yolculuk rehberini açın: genellikle küçük bir sözlük bulursunuz burada, ama bu sözlük tuhaf bir biçimde sıkıcı ve yararsız şeylere ilişkindir: gümrük, posta, otel, berber, hekim fiyatları. Oysa, yolculuk etmek nedir? Karşılaşmak. Tek önemli sözlük randevunun sözlüğüdür.”(1)

Bu fragmanlar tam olarak bundan başka bir şey de değil zaten, karşılaşmaya dair derin bir arzu. Kızıl bir ağaçla, taptaze bir lokma balıkla, bir dağla, çekik bir gözün anlık bakışıyla…

Bir tabloya bakar gibiyim ama hayır aslında bu bir yemek tabağı. Mevsimsel, az hatta hiç pişmemiş ürünlerin tabakla uyumlu, porsiyonun küçüklüğünü geride bırakıyor. Sanki yenmek için değil de bakılmak ve saygı duyulmak için hazırlanmış tabaklar bunlar. Parlak lake tabakların içinde kontrast renklere bakıyorum, malzemeye saygıyla aşırı işlemden geçmemiş yiyecekler. Etrafımı izliyorum göz ucuyla, zevkle minnetle kabul ediyor yanımda oturan Japon yemeğini, karşılıklı olarak şefle yemeğin önünde defalarca eğiliyorlar ve yemek bir üçüncü kişi gibi aralarında duruyor. Geleneksel olan metropolün zemininde hala hissediliyor sanki.

Gökdelenlerin arasında bunalmış bir haldeyken araya sıkışmış bir Şinto tapınağına giriyorum. Olduğu gibi korunmuş hissi veren bu boyasız basit bina mimari ile ilgili okuduklarıma götürüyor beni. Geleneksel evleri inşa eden bir işçi, doğayı evde tutmak için eve uygun malzeme (kereste) arar, bu parçanın bitiş deseniyle uyumlu olabilmesi için uzun bir ön mesai harcar, orijinal yüzeyi korur, kıvrımları, yumruları, izleri olduğu gibi bırakır ve genellikle boyamazmış. Evin ucuna inşa edilen veranda bahçe ile aynı düzlemde olur böylece çok az sayıda eşya içeren odada bulunan kişi iyi düzenlenmiş bahçe ve doğa ile temas halinde olabilirmiş. Bahçe düzeni zihni Zen halinde tutmaya yardımcı olurken, gereksiz yüklerden arınmış oda, bir nişin içinde kaligrafi, çiçekler ve tütsü sergilermiş ve bu gelen misafire bir saygı göstergesi imiş. Kentliler olarak ortak derdimiz doğadan kopmuş olmak ya, dünyanın neresinde olursak olalım kırsalda yaşayanın doğa ile kurduğu ilişki bize otantik geliyor. Şehir insanı olarak kendi küçük çabalarımı sevgiyle kucaklıyorum, yirmi yıldır benimle olan artık bir ağaç olan benjaminimi, balkondaki biberlerimi, maydanozlarımı, sardunyalarımı zihnimden geçiriyorum. Dışarıdaki beton deryasının içinde Calvino’nun dediği gibi (7) cehennemin içinde cehennem olmayanı bulmak ve yaşatmak ona fırsat vermek içimi sevinçle dolduruyor ve belki de Zen tam da o anda orada vücut buluyor.

Fotoğraf: Tolga Büyükada
Fotoğraf: Tolga Büyükada

Tokyo’nun bitmek bilmeyen neon ışıkları, her köşe başındaki otomatları, marketleri, alt ve üst geçitleri, taksinin penceresinden görünen aşılmaz caddeleri, yağmuru, nezaketle para üstü uzatan ve mırıl mırıl konuşan satıcıları, ukiyo-e lerin başka bir zamandan günlük manzaraları işaret eden desenleri, Fujisan’ın kendini göstermeyişi, dumanlarla fokurdayan ramenciler ve insanlar insanlar, anime karakterli kızlar, çok ama çok yaşlı adamlar,  kimonoları içinde salınan kadınlar, kokular başımı döndürüyor, su toplamış  ayaklarım yürümeyi terk ediyor, konforlu bembeyaz otel çarşafları içinde derin rüyasız bir uykuya yatıyorum, ya da bilemiyorum belki de uyanıyorum.

Bir yolculuk bazen tam da bittiğinde başlar.  Katmanları eşeleyen zihninde uzak çok uzak bir ülke kendini büyütmeye devam eder. İmgesinin gölgesi ne tam Doğulu ne de tam Batılı olan kişinin üzerine düşer ve çoğu gece aynı rüyayı görmesine neden olur. Sonra o rüyadan ötekinin boşluğuyla uyanır kişi ve nihayet tamamlanmış hisseder kendini.
İstanbul Ekim 2024

Kaynaklar

1)        Roland Barthes, Göstergeler İmparatorluğu, YKY, İstanbul, 2021.
2)        Cuniçiro Tanizaki, Gölgeye Övgü, İthaki Yayınları, İstanbul, 2022
3)         Minyatür Bir Dünya – Zen Bahçeleri “Ryoan-ji Örneği” Orman Fakültesi dergisi Yıl 2008, Cilt: 58 Sayı: 2, 41 – 51,
4)        Ursula K. LeGuin, Yerdeniz Serisi
5)        K. Okakura, The Book of Tea and Buddhist art
6)        Lauren Elkin, Flanöz, Şehirde yürüyen kadınlar, Nebula Kitap, 2021
7)        İtalo Calvino, Görünmez Kentler, Remzi Kitabevi, 1990

ASLIHAN DEMİRAL

Trakya Üniversitesi Tıp fakültesinden mezun oldu. İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi Mikrobiyoloji anabilim dalında uzmanlık eğitimini tamamladı. Üniversite yıllarında İFSAK ile tanıştı ve temel fotoğraf eğitimi aldı. İFSAK’da Yalçın Savuran ile sinemayı okumak atölyelerine, Altan Bal ile belgesel fotoğrafçılık eğitimlerine katıldı. Birkaç karma fotoğraf sergisinde yer aldı. Dünyayı edebiyat, fotoğraf, sinema, yollar ve doğa üzerinden sezinleme girişimleri halen devam etmektedir.

 

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Son yazılar: Fotoğraf

Beklerken

Yeryüzünün Gizli Görüntüleri Fotoğraf ve caz müziği birbirine çok benzer. Fotoğrafın da caz gibi türleri, icra…

Foto Sürreal

Fotograf ortamında bir süredir sürreal fotograf başlıklı seminer, atölye, sergi, gösteri gibi etkinlikler göze çarpıyor. Geleneksel/Modern…

Kendim Olmayı Seçtim

Güvenli ve korunaklı hissettiğimiz evimiz, hareket alanlarını daraltırken, özgürlüklerimizi sınırlar mı? Toplumun koyduğu görünmez duvarların ilk…

Yapay Zekâ ve Fotoğraf

Analog fotoğrafçılık yerini dijital teknolojilere terk ederken çoğumuz büyük bir devrime şahitlik ettiğimizi düşündük. Oysa filmli…

Nepal, Mumbai (Yaz 2024)

Bölüm 12, Umman, Maskat 10 Temmuz 2024 – Çarşamba Kurduğumuz saatte, sabaha karşı saat altıda uyanıyoruz.…

Büyükanne Orada mısın…

Bir ressam düşünün ki, bilinen tüm fotoğrafları yaşlılık dönemine ait olsun ve yaşadığımız dünya onu “Büyükanne”…

Nepal, Mumbai (Yaz 2024)

Bölüm 11, Hindistan, Mumbai (Devam) 9 Temmuz 2024 – Salı Sabah yine aynı saate kalkıp, kahvaltımızı…

Köy Enstitüleri Ruhuyla

‘Ağlarken gördüğümüz insanları, şimdi dans ederken görmek mutluluk verici’ Yazımın temellerini dayanışma gönüllüsü, sanatçı arkadaşım Meral…

Paris Yalnızlığı

Bayram Yılmaz Fotoğraf Kitabı Üzerine   Sert kapak, 154 sayfa 108 Siyah-beyaz, duotone fotoğraf Ebat 23×26…

Bir Öğrenci Sorduğunda

Minor White‘a ait bu yazı, İfsak Blog Ekibi tarafından Espas Sanat Kuram Yayınları’nın izniyle “Fotoğrafçının Eğitimi” …