Fotograf ortamında bir süredir sürreal fotograf başlıklı seminer, atölye, sergi, gösteri gibi etkinlikler göze çarpıyor. Geleneksel/Modern fotografik yaklaşımın normlarını kavramış, bazılarını genç kuşak olarak düşünebileceğimiz deneyimli, birikimli usta fotografçıların atölye ve sergi duyurularında, sosyal medya paylaşımlarında gerçeküstü fotograf yapma çabalarının hayli öne çıktığına tanık oluyoruz. Bu vaziyet, geleneksel normları, hazır reçeteleri aşma gayretine delalet eder, dolayısıyla takdire şayandır.

Verili durumun ötesine geçmeye çalışmak bilim, sanat, felsefe insanının asla elden bırakmayacağı bir tutum olduğu için, özellikle amatör fotograf ortamında yaşanan bu yöndeki çabaların hepsi önemlidir, kıymetlidir. Benimsenen yol-yordam bu iken, içinde bulunduğumuz kısır döngünün yakın gelecekte daha kolay aşılabileceği umudu doğal olarak güç kazanır. Hazır reçetelere boğulmuş bunaltıcı yığın üretiminin dışına taşmaya çalışan, bu itibarla sürreal fotograf yapma gayretinde olan fotografçıların, yapıp etmelerini beğenelim-beğenmeyelim, mevcut durumun sıradanlığını ve kısır döngü halini fark ettikleri için bu vaziyetten çıkmak üzere arayış içinde olduklarını teslim etmek ve gelecek zamanlar başka çalışmalara da imza atabilecek potansiyeli taşıdıklarını varsaymak zorundayız.

Yeter ki taklit ve takip konumunda kalmasınlar, zihinsel etkinliğe ağırlık versinler, okuyup araştırarak kafa yorsunlar. O vakit yeni, farklı, anlamlı, kıymetli, önemli fotografik etkinliklere tanık olmamız pekâlâ mümkündür. Süreklilik arz eden taklit hali içinde olmak, oradan bir türlü çıkamamak, önemli bir handikaptır. Kısır döngünün oluşması, yerinde sayma durumuna düşülmesi, taklidin süreklilik arz etmesindendir. Taklit edilebilir elbette ki. Bunda bir sorun yok. Ancak taklit sürekli hale getirildiğinde problem başlar. Taklidin sürekli hale getirilmesinin temel nedeni ise, muhtemelen, yeni bir yaklaşımı, yeni bir tarzı (üslubu), farklı bir tavrı ilk kez ortaya koyanların bununla neyi anlatmak istediklerini anlayamamış yahut kavrayamamış olmak, yani içeriği ıskalamaktır. Sadece biçime bakıldığı vakit, söz konusu biçimi kullanarak eser sahibinin ne söylediği kavranamaz. O da, salt biçime odaklanıp kalmaya yol açar. Şayet içerik üzerinde durulsa, ona kafa yorulsa (bunu yapanlar da var tabii ki), bir meselenin, bir derdin, taklide konu olan biçime yaslanarak anlatıldığı kavranır ve taklit edilse bile, süreklilik arz etmez.

Batılı araştırmacılar, sanat tarihçileri bir sanat akımı olarak Sürrealizm’Birinci Dünya Savaşı sonrası ile İkinci Dünya Savaşı’nın alt yapısının inşa edildiği evreye, iki dünya savaşı arasındaki zaman dilimine sıkıştırırlar çoğunlukla. Batılı sanat tarihçisinin yaklaşımıyla bu saptama doğru olabilir. Üzerine yazılıp çizilen, yorumlanan, değerlendirilen, eleştirilen, sergilenen, alınıp-satılan, manifestosu kaleme alınmış yeni ve başka bir sanat akımının inşası bağlamında saptanan tarih aralığı haklı olabilir.

Ancak sürreal (gerçeküstü, gerçek ötesi) anlatımın, tavrın kökeni çok eskilere gider. Şaman ritüellerini araştırıp inceleyenler, gerçeküstücülüğün daha o zamanlar ne kadar etkin olduğunu bilirler. İnsan evladı açıklayamadığı ve korktuğu, endişe duyduğu şeyleri diğer insanlara anlatıp kendi duygu halini aktarırken karşısındakileri etkileyebilmek için abartır, hatta çoğu kez ipin ucunu kaçırıp aşırılaştırır.

Bir dudağı yerde bir dudağı gökte olan dev, bir karış boyunda cüce, yedi başlı ejderha, tek gözlü insan azmanı, insan başlı at, insan başlı aslan, insan başlı teke, uçan at, uçan halı, sihirli flüt, sihirli lamba, sihirli kapı, kurt tarafından emzirilip büyütülen çocuk, eritilip ikiye ayrılan dağ, bir sözle akışı ters yöne döndürülen nehir, bir sopa darbesiyle fışkıran su, süpürgeye binip uçan cadı ve daha bir yığın abartı, hatta abartının abartısı.

Hepsi sürreal (gerçeküstü) kuşkusuz. Halk masalları, destanlar, büyük anlatılar neye tekabül ediyor? Tek kılıç darbesiyle yetmiş kelle birden uçurulmuş olması, sürreal anlatıdan başka ne olabilir? Atıyla bir kaleden diğerine atlamak nasıl izah edilir? Ferhat’ın Şirin için dağı delmesi de, Mecnun’un Leyla için çöllere düşmesi de, Kerem ile Aslı da, Yusuf ile Züleyha da, Arzu ile Kamber de abartıdan payına düşeni almıştır. Köroğlu, Nasreddin Hoca gibi önemli figürlerde dahi ciddi anlamda abartıya rastlarız. Olağandışılık, insan evladının anlatısında sürekli yer aldı, bundan sonra da almaya devam edecektir.

Zombiler, hayaletler, yedi kat yerin altında yaşayan korkunç yaratıklar ne ola ki? İnsan evladı, başka insan evladını sığınılacak yüce bir güç, kanatları altına girip güven içinde yaşanacak olağanüstü güçlü bir mevki olarak görme arzusunu öyle abartmıştır ki her biri olağandışı yaratık, insan ötesi canlı, ilah, Tanrının çocuğu veya Tanrı olup çıkmış. Kendilerini dış etkilerden koruyup kollayan ölümsüz soyut figürler var edilmiş. Sadece koruyucu varlıklar değil, aynı zamanda korkutucu, sindirici soyut varlıklar da üretilmiş. İnsan ya da başka bir şey olmayan, akıllara ziyan ihtişama, güzelliğe, güce sahip başka türlü yaratıklar inşa edilmiş. Ve tam tersi, tüyler ürpertici görünüme, karşı konulması mümkün olmayan aşırı kötücül güce sahip yaratıklar da inşa edilmiş. Ona biat edilmiş, ondan medet umulmuş. Onların mezarları da (ki her biri binlerce insanın ölümüne yol açmış mezarlardır) bu anlayışın ürünüdür. Tabutları, tahnit işlemleri, önünde diz çökülüp medet umulması da bu inancın sonucudur. Abartılarak anlatılan ne varsa, bir zaman sonra inanca dönüşmüş, ardından ritüeli oluşturulmuş ve sonraki kuşaklara inanıp uymaları gereken birer norm olarak aktarılmıştır.

Olağan ile olağandışı olan, gerçek ile mucizevî olan atbaşı gider insan hayatında. Kendisini aciz görür, çünkü çeşitli zorluklar karşısında acze düşer. Sel baskını olur, çığ düşer, gök gürler, şimşek çakar, deprem olur, yangın çıkar, mahsul kıt olur, saldırıya uğrar, heyelan olur, hastalanır, çocuğu olmaz, yakınları ölür, aşk derdine düşer, gurbette kalır, …velhasıl sıkıntıya düştüğünde olağanüstü güçlere sığınır, onlara yakarır ve yardım diler. Beklenmedik bir iyilik haliyle karşılaştığı zaman da, onu mucize olarak yorumlar, yakarısının karşılığı olarak değerlendirir ve inancı pekişir, artar. Sonra bu iyilik hali abartılı bir anlatıya dönüşür ve her defasında biraz daha abartılmak suretiyle dilden dile dolaşır. Aynı zamanda kötülük var tabii ki. Kötülük hali. Kötülüğe maruz kalındığında da abartılarak anlatılır ve o da dilden dile daha da abartılmak suretiyle aktarılır.

Sadece mitolojiye değil, destansı anlatılara veya masallara değil, heykele, resme, romana, öyküye, şiire konu olmuştur gerçeküstü anlatı. Dikkatli bir incelemeyle mimaride dahi görürüz örneklerini. Geçmiş zamanın anıtsal yapılarında, mabetlerinde bunu açıkça hissederiz. Oldukça yıpranmış olsalar da antik dönem mimari kalıntılarını, piramitleri ve kökü çok eski tarihlere giden diğer yapıları dikkate alınca gerçeküstü etkiyi rahatlıkla hissedebiliyoruz. Yakın zamanın katedralleri, kiliseleri, kaleleri ve şatoları, malikâneleri, manastırları da benzer bir etkiye yol açar. Çünkü böyle yapılar, inşa edilmeden önce sürreal bir etkiye yol açsınlar diye tasarlanırlar. Mekâna giren her birey, içeriye adımını atar atmaz boyun eğmeli, teslim olmalıdır. Arzu edilen budur. Mimari eserlerin içine ve dışına yerleştirilen heykeller, resimler, içeriye süzülen ışık, ayinler, kısacası insan eliyle oluşturulan atmosfer, söz konusu etkiyi katmerleştirir ve teslim olması gerekenlerin teslim olmasını kolaylaştırırlar.

Gerçek (veya ‘gerçekçi’) olan, ne kadar yüksek seviyede olursa olsun böyle bir etkiye yol açmaz. Kesin kanaate, inanmaya ve itaate yol açmak isteyenler, arzu edilen etkiyi elde edebilmek için gerçeküstüne müracaat etmeleri gerektiğini bilirler. Nitekim tarih boyu yapılan da budur.

Peki, yaşadığımız zamanda durum nedir? Sanatta ve hayatta hâlâ sürrealizm kullanılmakta mıdır? İşte mesele tam olarak burada düğümlenmektedir. Fotografı bir kenara bırakarak hep birlikte düşünelim. ‘Taş Devri’ isminde bir çizgi film vardı, eskiler hatırlar. ‘Çakmaktaşlar’ ve ‘Moloztaşlar’. Kullandıkları araç gereç ve yaşam biçimleri sürreal değil miydi? ‘Şirinler’ isimli çizgi filmi hemen herkes bilir. Küçük mavi insanlar ve kötü adam ‘Gargamel’; mekânlar ve yaşam formu sürreal değil mi? ‘Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler’ sürreal değil mi? Pek çok çizgi film karakteri ne insana benzer, ne de başka bir canlıya. Yaşadıkları mekân da öyledir. Peki, Noel Baba için ne düşünüyorsunuz? Sizce gerçeküstü değil midir? Süpermen, Örümcek Adam, Maske gibi sinema kahramanları gerçeküstü değil mi? Üçyüz Spartalı nedir peki? Gölgesinden daha hızlı silah çeken Red Kid sürreal bir figür değil mi? Yüzüklerin Efendisi son yılların en popüler edebiyat ve sinema fenomeni. Oradaki canlılar, mekânlar ve olaylar için ne söyleyebiliriz? Yakına gelip kendi topraklarımıza bakalım. ‘Yedi Uyurlar’ nedir sizce? Katıksız bir gerçeküstücülükle karşılaşırız Yedi Uyurlar’da. Hepimiz izlememiş olabiliriz, ama aramızdan bazıları televizyonda ‘animasyon’ ve ‘anime’ örneklerini izlemiştir. Denebilir ki neredeyse hepsi (en azından büyük bir bölümü) has birer sürreal örneğidir. Zamanda yolculuktan, uzay kolonilerinden, uzay araçlarından, uzay savaşlarından, garip görünümlü uzaylılardan söz etmeye bile gerek yok.

Sürreal (gerçeküstü) oldukları için okumaktan veya izlemekten imtina etmiyoruz. Çoğunlukla severek izliyoruz, beğeniyoruz. İnsan türü geçmiş zamanda gerçeküstü anlatımdan, gerçeküstü mekândan ve gerçeküstü görselden nasıl yararlandıysa, bu günde aynı şekilde yararlanıyor. Prensip aynı, malzeme farklı. Aynı amaç için, aynı yol ve yöntemle (gerçeküstü ile) ve farklı materyalle süreç devam ediyor. Düşler âlemine yolculuk yaptırmak suretiyle gönüller okşanıp hoş tutuluyor ve arzu edilen etki elde ediliyor. Bırakın şimdiki zamanın materyalini, geçmişten kalan materyalin karşısına geçip baktığımızda mest olup büyülenmiyor muyuz? Tarihi bir yapının hem içinde hem dışında paralize olmuş vaziyette kalmıyor muyuz?

Yakın geçmiş tarihlere gidip Batı’nın özellikle de resmine göz atmakta yarar var. Ancak Doğu’yu başka şeylerde olduğu gibi bunda da hiçe sayan Batı’ya küçük bir itiraz için Doğu’ya kısacık bakmak gerek. Mehmed Siyah Kalem’in resimlerine bakınca, şüphesiz şahane sürreal örnekler olduğu söylenebilir. Fakat bunu Batı’lı sanat tarihçisi söylemez, söylemek istemez. Çok da araştırmamıştır aslında. Eksikliği yeterince araştırmamış olmasından da kaynaklanır. Ya Osmanlı coğrafyasında zirveye ulaşan minyatür sanatı için ne diyeceğiz? Geçmişi Uygur duvar resimlerine kadar uzanan, Mısır papirüslerinin de dahil olduğu minyatür sanatı, sürreal değil midir? Afrika halklarının, Amerika ve Avustralya’daki yerli halkların maskları, diğer süsleme ürünleri gerçeküstü değilse, nedir? Daha pek çok örnek vermek mümkün. Doğu’nun destanları, masalları, hikâyeleri, meselleri, mitolojik birikimi muazzam bir sürreal içeriğe sahiptir. Ne ki bunu Batılı yazar-çizer, araştırmacı, sanat tarihçisi fazlaca dikkate almaz. Kadim İran, Çin, Hint, Arap uygarlıklarını ve bizim uygarlığımızı yeterince inceleseler Batı’daki pek çok şeyin köklerini de Doğu’da bulacaklardır.

Batı’nın eksik bıraktığını söyledik ya. Başkasına çuvaldızı batırırken, iğneyi de kendimize batırmamız icap eder. Biz araştırıp gün yüzüne çıkarttık mı, bahsettiğimiz bu devasa kültürü? Ne gezer. Öyle bir şey yapmış olsaydık, şimdi bunları söylemek durumunda kalmazdık. Sözlü anlatım aracılığıyla kültür ögeleri yüz bin yıl daha aktarılamazdı. Yazılı hale getirilmeleri gerekiyordu. Masallarımızı, müziğimizi, danslarımızı, oyunlarımızı, destanlarımızı, hikâyelerimizi yeterince yazılı ve basılı hale getirdiğimizi söyleyemeyiz. Böyle bir eksikliğin sonucu olarak şimdi Batı’nın ürettiği sürreal içerikli edebiyatı, sinema ve televizyon filmlerini, animasyonları, çizgi filmleri büyük bir ilgiyle okuyor ve izliyoruz. O da yetmiyor, ister istemez onlarla ilgili tartışıyor, yorum yapıyor, değerlendirme metinleri hazırlıyoruz. Peki, böyle bir şey yapmayalım mı? Yapalım tabii ki. Yapalım ki entelektüel bilgimiz artsın, ufkumuz genişlesin. Fakat şunun da farkında olalım: Sanat ortamında çoğunlukla başkalarının yapıp etmeleri üzerine istesek de istemesek de düşünüyor, konuşuyor, tartışıyor, yazıp çiziyoruz ve böylece onlara arzu ettiklerinden daha fazla katkıda bulunuyoruz. Meselenin doğal akışı bizi oraya taşıyor. Bunun yadırganacak bir tarafı yok. Ne zaman ki kadim toprakların geçmişine uzun yolculuklar gerçekleştirir, araştırıp gün yüzüne çıkartır, elde ettiğimiz verileri kaleme alıp kitaplaştırır ve sinemaya aktarırız, işte o zaman yaşadığımız yere dair yazıp-çizer, tartışır, yorum yapar ve bulunduğumuz yeri zenginleştiririz. O zaman meselenin doğası mevcut entelektüel çabaların akış yönünün değişmesine yol açar, buraya odaklanmasını sağlar ve bambaşka bir şey çıkar ortaya.

Demek ki üzerinde yaşadığımız kadim toprakların kültürüne dair şeyleri bilmemiz, varsa (ki var, hem de çok miktarda var) gerçeküstü anlatılarını, bu gün en etkili iletişim ve etkileşim aracı olan sinema ve televizyonda gösterime çıkacak yapıtlar haline getirmemiz gerekiyor.

Gelelim fotografa. Fotograf alanı, büsbütün ekipmanın sağladığı teknik olanaklara yaslanmak suretiyle mütemadiyen aynı şeyleri ve/ya benzer şeyleri üretip paylaşmaktan vazgeçmeli. Onu da yapmalı tabii ki. Ancak sadece onunla yetinildiğinde, kısa sürede kısır döngü oluşur ve yerinde sayıp durmaktan öte geçilemez. Sıkışıp kaldığımız geleneksel normların ötesine geçmek için bir eşik atlamaya çalışırken sürreal bir düzleme geçerek ferahlamış olsak da, şayet içeriğe odaklanmayıp salt biçimle oyalanırsak sürreal düzlemde de sıkışıp kalırız.

Doğu’nun ve elbette ki kendi ülkemizin sürreal birikimine hâkim olmamız ve neyin nasıl yapıldığını, bir meselenin gerçeküstücü yaklaşımla nasıl anlatıldığını incelememiz gerek. Batılı örnekleri ihmal etmek de doğru değil. Antik döneme, Orta Çağ ve sonrasına bakınca muhtemelen yaklaşımımız epeyce değişir ve teknik oynamalar yerine başka türden düzenlemelere yöneliriz. Picasso’ya, Miro’ya, Dali’ye bakmak epeyce bilgi verir. Ernst, Pollock, Masson, Bunuel, Seligmann, Klee, Brauner, Picabia, Man Ray gibi daha pek çok sanatçının yapıtlarını incelemekte yarar var. Böyle bir incelemeyi onları taklit için değil, ufuk turu için yapmalı. Onları da geçip günümüzün popüler alanlarına bakalım. Mesela grafiti sanatı, mesela karikatür sanatı. Bu sanat alanlarına derinlemesine bakmakta yarar var. Bir söz, bir dert, bir mesele böyle tekniklere, böyle biçimlere başvurulmak suretiyle nasıl anlatılıyor? Bunlara kafa yormadan, anlayıp kavramadan yapılacaklar, rüzgâra karşı yelken açmaktan farklı sonuç vermez.

Sanat ortamında pek çok insanın kütüphanesinde bulunduğuna kuşku duymadığım bir kitabı, henüz alıp kütüphanesine koymamış olan fotografçı dostlara önerebiliriz. Rene Passeron’un Sürrealizm Sanat Ansiklopedisi. Passeron bir süreci, Batıdaki bir sanat sürecini inceleyip gözler önüne seriyor. Bu perspektiften kitabı incelemek, ancak gerçeküstü meselesini daha geniş bir perspektiften ve tarihin derinliklerinden görmeye çalışmak, örneğin bir süreliğine mitoloji alanına yönelmek, ilaveten yazarın incelemesi dışında kalan diğer alanları ve çok farklı bir sürece girmiş olan günümüz sanat çalışmalarını dikkate almak suretiyle meseleye kafa yormak isabetli ve yararlı olabilir.

Dünyayı boynuzlarında taşıyan muhteşem öküzle başlayan sürreal serüven, insansı robot ve robotsu insan ile devam edecek gibi görünüyor. Diğer yandan, Bilim-Kurgu kapsamında düşünülebilecek her şey özünde sürreal olsa da, insan evladının gün be gün gerçekleştirdiği şeyler nedeniyle bazısı sürreal olmaktan âzâd olup, gerçeğe dönüşebiliyor. Jules Verne’nin eserlerini hemen herkes okumuştur. Bir vakitler neredeyse tamamı gerçeküstü idi, şimdi hemen hepsi o sıfattan sıyrılıp gerçek oldu. Şimdiki Bilim-Kurgu eserlerinde gerçeküstü görünen herhangi bir olgu, olay gelecekte gerçek olabilir. Gün gelir başka bir gezegende yaşayan farklı bir canlı formuyla karşılaşırız, o bize gerçeküstü görünürken, biz de ona gerçeküstü görünürüz. Farklı mekân, farklı yaşam formu, farklı alet-edevat, doğası gereği aynı etkiye yol açar.

Sanat insanının işi sadece pratik yapmaktan ibaret değildir. Somut el becerisi, yapıp etme mahareti kazanmış olmak kuşkusuz önemli ve değerlidir. Mamafih, yeterli değildir. Zihinsel etkinlik asla bir kenara itilmemeli. İtilmediği gibi, her şeyden önde gelmeli. Zihinsel etkinliği geliştirip zenginleştirme süreci, okuyup araştırmak ve konuşup tartışmakla başlar. Sadece kendi meşgalesiyle yetinip yüzeysel şeyler üretme girdabına düşmemek ve meseleleri derinlemesine resmedebilmek için, diğer alanlarla kısmen dahi olsa meşgul olarak, hayata, hayatın içinde olup bitenlere kayıtsız kalmayarak devam eder sanat serüveni.

Fotograf serüveni, aynı zamanda sanat serüvenidir. İçi boş bir sanat süreci yaşamayı, koca bir ömrü yavan, beyhude bir fotograf serüveni haline getirmeyi kimse istemez. Öyleyse ne yapmalı? Beyhude yere milyon kere deklanşöre dokunmak yerine, anlamlı bir içerik ve güçlü bir anlatımla donanmış az sayıda fotografa hayat vermek yeğlenmeli, kanaatimizce. İşte o vakit, sanat ortamında hakikaten var oluruz.

Not: Bu yazı Tekin Ertuğ’un “Fotoloji / Fotologya” isimli kitabından alınmıştır.

İlk gençlik yıllarında amatör olarak uzun süre resim ve karikatür yaptı, edebiyat dünyasına yakın durdu. Üniversite sonrası amatör olarak Halk Müziği ve Kültürü konusuna eğildi. 90’lı yılların başlarında amatör olarak fotografa başladı.
Resmi ve Özel Kurum ve Kuruluşlarda Temel Fotoğraf Eğitimi Seminerleri ve İleri Düzey Fotograf Seminerleri verdi, Atölyeler gerçekleştirdi. Basılı ve sanal ortamda Felsefe, Yazın ve Fotograf dergilerinde fotografa ve sinemaya dair yazıları yayınlandı.
Sinemaya, edebiyata, müziğe, fotografa ilişkin okumalarını sürdürmekte, çeşitli metinler kaleme almakta, denemeler ve/ya eleştirel denemelerle yazı serüveni devam etmektedir.
Ulusal ve uluslararası fotograf yarışmalarında jüri üyesi oldu, çeşitli platformlarda gösteriler ve söyleşiler gerçekleştirdi, panelist oldu, çalıştaylarda bildiri sundu.
Fotografın farklı kulvarlarındaki usta fotografçılarla bir dizi söyleşi/röportaj gerçekleştirmek suretiyle onların yaşam öykülerini, fotograf serüvenlerini, duygu ve düşünce dünyalarını kitaplaştırıp sonraki kuşaklara aktarmaya çalıştı.
Kitapları:
“Fotograf Sanatı Üzerine” 4 cilt.
“Fotoğraf Ustaları” 10 cilt
“Işıkla Resmedenler” 16 cilt
“Handan Tunç ile Sanat (Özelde Fotograf) Üzerine Söyleşi
“Kan Çiçekleri” (Ressam Hikmet Çetinkaya’nın otobiyografisi)
“Sicim” (Ressam Ahmet Yeşil’in biyografisi)
“Bir Lisan-ı Münasip Foto-Graf”
“Dikensiz Kirpi” (Eleştirel Deneme)
“Köhne Bahar” (Roman)
“Demir Çıra” (Öykü)
“Kırık Köşe Taşları” (Öykü)
"Foto İntelijansiya"
"Fotoloji / Fotologya"

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Son yazılar: Fotoğraf

Çok Gözlü Adam

Akan günler, sanayi devriminden iletişim çağına, bilimden sanata kadar farklı çizgiler üzerinden yaşamımızın değerlerini belirlemeye ve…

Foto Ütopya

Zaman, su gibi akıp geçer. Su ise zamansız yolcu; akar, gider. Önüne çıkan engelin yanından yöresinden…

Neden Fotoğraf Çekiyoruz?

Başlıktaki soruya psikoloji perspektifiyle bakıldığında akla birden fazla yanıt geliyor. İlk ve en basit yanıt Freudçu…

Beklerken

Yeryüzünün Gizli Görüntüleri Fotoğraf ve caz müziği birbirine çok benzer. Fotoğrafın da caz gibi türleri, icra…

Kendim Olmayı Seçtim

Güvenli ve korunaklı hissettiğimiz evimiz, hareket alanlarını daraltırken, özgürlüklerimizi sınırlar mı? Toplumun koyduğu görünmez duvarların ilk…

Yapay Zekâ ve Fotoğraf

Analog fotoğrafçılık yerini dijital teknolojilere terk ederken çoğumuz büyük bir devrime şahitlik ettiğimizi düşündük. Oysa filmli…

Nepal, Mumbai (Yaz 2024)

Bölüm 12, Umman, Maskat 10 Temmuz 2024 – Çarşamba Kurduğumuz saatte, sabaha karşı saat altıda uyanıyoruz.…

Büyükanne Orada mısın…

Bir ressam düşünün ki, bilinen tüm fotoğrafları yaşlılık dönemine ait olsun ve yaşadığımız dünya onu “Büyükanne”…