Beklerken
Boş kağıtlar harflerle gölgelenirken, ninnilerle kaval seslerinin birbirine karıştığı rüzgârlı coğrafyalarda başarıyı yazgıya çevirmiş şanslı adamlar vardı. Hepsi de “İrlanda Malı” ve dünyanın çivilerini yerinden oynatmaya yeminliydi. Onlar, Bernard Shaw’du, Oscar Wilde’dı ve W.B.Yeats’ti ya da yazımızın kahramanı Samuel Beckett’ti. Bu dünyada çok şeyi değiştirmişler, kendileri hep aynı kalmışlardı.
Beckett 1906 yılında Dublin’de doğdu. Trinity College’da Roman Dilleri okudu. Yetkin İngilizce ve Fransızca’ya sahip olduğu için her iki dilde de yazdı. Kendini, kendine çevirmeyi hep sevdi. Başarılı da oldu galiba. İnsanlar, onca işleri varken onu anlamayı seçtiler, zira hepsi aynı karanlığın içindeydiler.
Beckett, Ulysses’in karşı konulmaz büyüsüyle bir ara James Joyce’un çevresinde yer aldı ve ömrünün kalan kısmını, Joyce’un hiçbir zaman sekreteri olmadığını söyleyerek geçirdi. 1931’de Londra, Fransa, Almanya ve İtalya’ya yolculuğa çıktı. 1937’de Paris’e yerleşti. İkinci dünya savaşının tuhaf çocuklarındandı, bu dönemde tarım işçiliği yapmayı yeğledi. Aslında Fransız direnişine katılıp, iki madalya alan da kendisidir. Geçmişi düşündüğünde, kendini hep genç bir izci gibi görmüştür.
Sistemli bir biçimde öykü, roman, şiir ve oyunlarıyla selamladı dünyayı. Joyce ve Proust üzerine önemli denemeler yazdı. Tanrı, “Kutsal Cuma” 13 Nisan’ı doğum günü olarak seçen kuluna yazma yeteneğini bir daha geri almamak üzere bağışlamıştı: “Perde açıldığında sahnede iki adam, bir de ağaç görüyorduk. İyi bakıldığında bekleyiş ve sabır; bir yanda varoluş, diğer yanda ise hiçlik vardı. Saatlerce beklediler. Gelenin eşkalini de bilmiyorlardı, öyleyse onu nasıl tanıyacaklardı. Sahnede, paylaşılsa da hissedilen koca bir yalnızlık vardı.
1953’te Godot’yu Beklerken oynandı. Büyük başarı kazandı. 1969 yılında Alfred Nobel’in dinamiti bu kez de Beckett’in elinde patladı. Hiç hasar görmedi. Onun eserleri için eleştirmenler, hep bir arınma (katharsis) olduğunu söylediler. Yazılarını, uzaylıların dünyaya giriş yaptığı kapılar gibi kullandı. İnsanlar, nedenini dil düzleminde fazla açıklayamasalar da Beckett’i 20.Yüzyıl’ın en büyük yazarlarından biri olarak etiketlediler.
Beckett, Sartre ve Camus’un yer aldığı varoluşçuluk üçgeninin diğer köşesinde yer aldı, ama üçgenin iç açıları toplamının 180º olmadığını başından beri biliyordu. Varoluş bazen özden önce gelirdi ama Godot’nun hiç gelme ihtimali yoktu. Bunu da biliyordu. Yaşamı boyunca, insanlara yöneltilen soğuk mavi bir spot lamba olmayı seçti. Dünyaya ve insanlara karşı, saygı ve kara mizah dolu bir mesafeyi korudu. Yeniçağ’ın erdemini, postmodernleşmekte olan bir kültürün üzerine ustaca yamadı. Bizi korkularımızla yüzleştirip, bir tiyatro bileti parasına psikanalizimizi gerçekleştirdi.
Beckett, 1964 yılında Bruce Davidson ile, yani o bildik anları çarpıcı görüntülere çevirmeye yeminli, belgesel fotoğrafın simitleri havada kapan martı gözlü avcısıyla New York’ta karşılaştı. Fotoğraf sanatını içinde gizli bir özne gibi barındıran Amerikalı çocuk, Beckett’i kendisine doğru akan bir ırmak bilip deklanşöre basmasaydı, biz o kırışmış alnın altındaki -biraz şaşırmış gibi görünen- jön bakışın bir çift madenini göremeyecektik.
Fotoğraflarda yer almaktansa, karikatürlere maharetle poz vermeyi seven Beckett’in görüntüsünde, kendi varoluşumuzla bir kez daha yüzleştik. Doğum ile ölümün sınırladığı bir parantezin içinde, bize bakarak paylaştığı “an”a bir daha dönebilseydik; büyük bir olasılıkla, orada zamandan koparılmış koca bir boşlukta karşılaşacaktık. Üstelik fotoğrafın çekildiği zaman diliminde, Nobel ödülünün evdeki yeri de hâlâ boştu.
Bir kirpiyi sever gibi sevdi, insanlık Beckett’i; Davidson’ın fotoğrafındaki gibi ürkek ve anlık bakışlarıyla, saygı ve temkinle… Lekelerle, dekorlarla değil büyük boşluklarla, sözcüklerin arasındaki “es”lerle sevdi. Minimalizm ile postmodernizmin arasındaki kararsızlığını ve bunu okuyucularıyla paylaşmasını sevdi. Ne önerdi ne de iddia etti, sadece gösterdi Beckett.
Godot kimdi ve neden hiç gelmemişti… Küçücük bir sahnedeki sonsuzluk, nasıl yıldızsız bir gecede gökyüzünden daha korkutucu olabiliyordu. O bomboş sahnede, Vladimir ve Estragon’un repliklerinde kendi varoluşumuzu sorgularken; belki de bilmeden o tek ağacın kaderiyle kendi kaderimizi birleştirmiştik.
Ve Beckett’e, yalnız bir ağaca bakarak bize ormanları göstermeyi öğrettiği için hep borçlu kaldık.
Not: Bu yazı daha önce E Aylık Edebiyat ve Kültür Dergisi’nde yayınlanmıştır.
Bize Ulaşın