Belki yeterince şiir okumamıştık
“Biraz kağıt biraz da dün” (Tevfik Fikret)
Şiir: Tıpkı fotoğraf gibi. Öz ve içten. Doğrudan, üstelik etkili. Kitabın kapağını açıyorsunuz. Okumaya başlıyorsunuz. Önce sözcüklerle bir savaşınız oluyor. İmgeler ilk bakışta görünmemeyi seçiyor. Zihninizin sınırlarından içeriye girmeye çalışıyor dizeler. Engellemeye çalışıyor, başaramıyorsunuz. Kabul ediyor, bir nevi ölümü göze alıyor ve şiiri kucaklıyorsunuz. Hoş, ölümü çağrıştırmayan ne az şiir vardı dünyada.
Şiir gizli formülleri barındırır bünyesinde, her şiirin kendi sihirli sözleri vardır kapısını açtıran. Ve Kırk Haramiler gibi dizildiğimiz, önünde. Okuduğumuz bir önceki şiirin deneyimini hatırlamaya çalışırız Daha önce gittiğimiz yerden dönmesini bekleriz ruhumuzun. O yine geç kalmış, yolunu kaybetmiştir imgelerin dehlizinde. Gri geçitlerden geçip yine de bir gökkuşağı bırakmıştır elimize.
Fotoğraf da şiir gibi ölümcül. Fakat bir daha yaşatmak için öldürüyor anları. Her yeni bakışımızla yeniden doğuyor fotoğraf. Sergiler, kitaplar, bir dost arşivi ya da bir mezatta bir zamanlar yaşanmış gerçek bir an ile karşı karşıya geliyorsunuz. Ve biliyorsunuz ki o an, o objektifin önünde sadece bir kez oldu; yaşandı ve bitti. Bu ölü vakte, fotoğrafın zamanı diyoruz işte. Aramızdan ayrılan dostlar gibi. Geçmişi güzellikleriyle anıyoruz.
Şiir, seçilmiş sözcüklerin yeni dizilimleriyle farklı tinsel alanlar yaratmaya yeminlidir adeta. Şair yeni sözcük icat etmez. Sadece onları zihninin tabanına düzgünce döşer. Çoğu üzerine basıp geçer. Birileri durur. Uzun uzun yere bakar. Taşın renk ve biçimi üzerine düşünür. Derzlerin arasındaki titiz işçiliğin farkına varır ve ustayı özeninden dolayı kutlar. Basılıp geçecek, çoğu kimsenin görmeyeceği, ana ayrıntının sadece küçük bir parçası olacak zeminle mutlu olur. Duyguyla akıl uyum içindedir zihinde.

Bakan Görüyor mu?
“Benim kim olduğumu bilen senin kim olduğunu da bilecek”
“Haksızlık” başlıklı şiirine inanılmaz bir dizeyle giriş yapmış Pablo Neruda. İlk bakışta basit bir önerme, sıradan bir görüş gibi görünen bu dize, biraz detaylı düşünüldüğünde nasıl da çarpıcı bir etki alanı yaratıyor. Anlamlarını bildiğimiz sözcükle yapılan titiz bir sıralama, bize yeni dünyaların kapılarını açan bir anahtar oluyor.
Nesneleri tanımlamak için kullandığımız sözcükler, sıra şiire geldiği zaman kostümlerini kuşanarak kendilerine dağıtılan farklı rolleri ustalıkla oynarlar. Dizeler, eğer okuyan olursa şiir olup sözcükler üzerinden ses dalgaları ile kulağa hitap ederler. Şiirler, kitapların sayfalarında birilerinin onları bulmalarını isterler.
Artık iyice biliyoruz ki izleyici olmadan hiçbir sanat yapıtının anlamı yok. Sanat yapıtı, onu üreten sanatçı ve izleyiciden oluşan bu üçgen tamamlanmadan ne yazık ki yeryüzünde tescillenemeyecek ve sanat tarihine geçemeyecektir. Dünyadaki tüm sanat yapıtları farklı anlam katmanları ve disiplinlerini içeren güçlü yapıları içerirler. “Şiir gibi fotoğraf” dememizin ardında yatan en önemli nedenlerden biri de yapıtların içinde taşıdığı estetik değerlerdir.

Bazen detaylara bakmaktan bütünü kaçırırız. Bilmediğimiz bir dilde söylenen eski bir şarkının ne anlama geldiğini sözcüklerin vurgularından tahmin etmeye çalışırız. Dil, sestir. Mimik ve jestlerle anlam tamamlanır. Kastedilen -yani niyet- anlaşılırsa sorun hallolacaktır. Aksi taktirde kendi dilinde tüm sözcüklerini bildiğin halde anlaşılmayan çok cümle olacaktır. Sözsüz müziğin de zihinde canlandırdığı nice fotoğraflar vardır. Bunun için kulağımızın işitiyor olması ve ses halinde gelen notaların varlığı yeterlidir.
Şiirin Eteğindeki Taşlar
“Kendimi çok yitirdiğim oldu denizde”
Kendimizi bulmak için önce onu kaybetmemiz gerekiyor. Lorca’nın “Kaçmaya Gazel” şiirinin açılış dizesini bir kez daha düşündüğümüzde ilk olarak nereden yola çıkmalıyız? Kendimiz mi, yitirmek mi yoksa deniz mi? Evet büyük ihtimal zihin, mavi sulara yönelecek; üzerinde yelkenliler hayal edilecek. Yanıt deniz olacak.
Hangi sanat yapıtının içinde olursa olsun, özenle yapılmış bir betimleme, sınırlarını aşarak doğada ve insanın zihinde bir mekân oluşturur. Bu mekânda nesneler ve bu nesnelere düşen ışık yer alır. Bu görmenin de başlangıcıdır. Konu fotoğraf olduğunda da denizin mavisi üzerine düşen güneş ışıkları oradan yansıyarak gözleri kamaştıracak, üstünde ve yanında olan nesnelerle de etkileşimde bulunarak kuvvetini artıracaktır.
Sıradanlık güzeldir. Yaşamın kendi temposu içinde aldığı yol, dışarıdan çok anlamlı görünmeyebilir. Yine aynı bakış doğrultusunda her şeyin birbirine benzediği bir yaşam çok sıkıcı olabilir. Oysa bizi en fazla şaşırtan olaylar hep bu sıradanlığın içinden beklenmedik zamanlarda çıkmıştır. Ve sanat da kendine huzurla yaşayacağı yeni yuvalar ve başını dayayacağı omuzlar bulmuştur bu sıradanlığın içinde. Sanat bilindik tüm alışkanlıkları yok edebilecek güce sahiptir.

Bakan, görmeyi biliyorsa sorun yoktur. Çünkü şiire ait malzeme yaşadığımız evrende bulunmaktadır. Yetenek, sözcükler aracılığıyla bu malzemelere yeni kullanım alanları açar. Üstelik özgürlükleri kısıtlamadan yapar. Şairler, bu işi en iyi beceren insanlardır: Günlük işlerinin arasında, bir konserde sopranonun sesine kilitlenmişken, rüyalardan taşınan harçla ya da bir çay bahçesinin tahta masasında kahvesini yudumlarken işlem tamamlanacaktır. Fotoğraf da günlük hayatı dönüştürme konusunda ilk sırayı kimseye bırakmaz.
Şiir Bizi Ne Kadar Seviyor?
“Ayların en zalimidir Nisan”
T.S. Eliot, Çorak Ülke şiirinin eşiğinde böyle açıklamış düşüncesini. Elbette doğanın karşısında, kuş cıvıltıları arasında ağaçların rüzgârla devinimlerini izleyenle, bir gökdelenin otuzuncu katında adeta hızlı çekimle otoyolda giden otomobillere bakan kişinin okuduğu/yazdığı şiir aynı olmayacaktır. Nesneler değişecek, sözcükler farklılaşacak, anlamın boyutları genişleyecek ve bu süreç içinde şiirin yapısı kurulmaya başlanacaktır. Dünyanın en eski ve soylu disiplini olan şiir, geçmişteki örneklerinin yanına temkinle sokulacaktır.
Bir kağıt ve bir kalem yeter şiir yazmak için. Hatta ezberin iyiyse, hafızanda bile tutarsın o dizginleyemediğin satırları. Şiir, bir açıdan yan yana gelen sözcüklerin dizelere dönüşürken ark yapmasıdır. Ufka doğru yelken açmak, rüzgâra karşı koşmaktır şiir. Zihin işçiliğinin vardığı en son noktadır. İyi yazılmış şiirler için, kullanıcısına bir doz yeterlidir. Şiir yaşamın gürültüsü içinde vurmalı çalgıların arasından duyulan flüt sesi gibidir. Notaların arasından sıyrılır, yolunu bulur ve yüreğe işler. Şiir, yazıldığı dilin sözcüklerini zihinlerde yolculuğa çıkarmakta ustadır.

Hissetmek anlamanın başlangıcıdır. Sevmek de onun katmanlarında daha iyi dolaşmanızı sağlar. Elbette önceden okuduğunuz şiirler size yeni karşılaşacaklarınız adına rehberlik edecek doğru noktaya doğru yönlendirecektir. Hele şairi tanıyorsanız, şiirlerini ve kitaplarını okuduysanız, tek bir dizesini dahi ezberinizde tutmamanıza rağmen onu bir imge olarak çağırıp yeniden kucaklaşabiliyorsanız, şair de siz de amacınıza ulaşmış olacaksınız.
Bir kişiliğin ve bir kavrayışın ürünleri olan sanat yapıtları izleyicilerini tek tek etkiliyormuş gibi görünmesine rağmen, bir imgeler bütünü olarak genel bir izlenim bırakır insanlarda. Dizeleriyle yüreğinize seslenen şairlerin şiirlerini tıpkı bir fotoğrafçının sergi veya kitabı gibi ele almak gerekiyor. O fotoğraflar bir bütünü oluşturmak ve yeni bir dünya yaratmak için sanatçısı tarafından yan yana getirilmişlerdir. Ağırlıklı olarak belgesel fotoğraf çeken fotoğrafçının izlediği yöntem de “tümevarım”dır.
Şiir Olmazsa Neler Olurdu Dünyada?
“Her şey ayartabilir beni şu şiir uğraşından”
William Butler Yeats, onca ritüeli boş verip şiir adına bir itirafta bulunuyor. Şiir, özellikle 21.Yüzyılda naif bir uğraş olarak kulvar değiştirdi. İnsanlar sosyal medya hastalığına yakalanmış, orada şiir adına ne geziniyorsa onlarla avutuyorlardı ruhlarını. Ünlü şairlerin adları, hiç yazmadıkları şiirlerin asla söylemedikleri cümlelerin altlarındaydı. Yeni çağ insanı, dolaşımda bolca olan serzenişleri şiir bildi. Kitaplar raflarda duruyor, geveze cep telefonları ve bilgisayarlar konuşuyordu.
Bilgi kabuk değiştirmişti. Küresel ısınma vardı. Kültür de bu değişimden nasibini almıştı. Nitelik yerini niceliğe bırakmıştı. İnsanların vakti yoktu, durup etrafını gözlemlemeye. Dizelerin, resimlerin, fotoğrafların arkasında yatan gerçekliği, gizi ve sanatı algılamak kimsenin işine gelmiyordu. Gerçekler insanları korkutuyordu. Sanat ile yüzleşmek sadece bilgi değil, cesaret de istiyordu.

Şiir bu yüzden mi gündemden düşmüştü? Bir zamanlar başımız sıkıştığında, hak ve özgürlük mücadelesine girdiğimizde, kendimizi bu evrende bir başına hissettiğimizde, düşüncelerimiz başkalarınınkiyle uyuşmadığında, âşık olup sözcüklerimiz yetmediğinde şairlerin dizelerine sarılmıyor muyduk? Bu dünyada bizim gibi düşünen insanları bulduğumuza sevinip mutlu olmuyor muyduk?
Hayat, trajik bir süreçti. Her mutlu olayın yeryüzüne düşürdüğü bir gölge vardı. Gerçeğin güneşinde yanarken, karanlığın içinde ürperiyorduk. En güzel anlarımızda bile soluğumuzun kesildiğini, kalbimizin kabul edilebilir sınırları aşarak olağan üstü bir hızla çarptığına tanık oluyorduk. Her mutluluğun kendine hüznü eş seçtiğini görüyorduk. Şiirlerin ruhumuzu delik deşik etmesine izin veriyorduk. Olan ile görünen arasındaki fark giderek büyüyordu. Bugün dünyanın mevcut tuhaflıklara ve önlenemez kötülüklere karşı daha sağlıklı bir şekilde karşı koyabilmek için şiire eskisinden daha fazla gereksinimimiz var.
Değişen Dünyanın Yeni Sınırları
“Arıyorum bir kuş gibi diri bir günü”
Octavio Paz, bu olağanüstü dizesiyle imgeler dünyasına bir yıldız kapısı açmıştı adeta. Ne güzel betimlemişti yaşamla olan ilişkisini. Yaşadıkça daha da net anlıyoruz ne demek istediğini dizelerinde. Ne diri bir günün ne de bir kuşun peşine düşüyoruz. Elimizde kitap, oturuyor ve hiçbir şeyi aramıyoruz. Sözü edilenin bu saydıklarımız olmadığını biliyoruz. Her iyi şiir gibi buradaki dizeler de ruhumuzu ele geçiriyor.
Sözcükleri sıralama sanatı, onları dizelere dönüştürme işidir şiir. Ele alınan konu ve seslenilen kitle de çok önemli şiirde Neyi seçtiğin, nasıl işlediğinle anlam kazanıyor. İçinde bilgi de olmalı, imgelerle de örülmeli. Muhakkak akılla desteklenmeli ve bir yanıyla dünya şiir tarihine sırtını dayamalı. Uçurmalı ama ayakları yere de basmalı. Yaşamı bütün değerleri ile göz önünde bulundurmalı. Tutsaklığın olmadığı yerde özgürlük şiirleri yazılamıyor. Mutsuz bir ruh, mutluluk özlemini dile getirmekte daha başarılı oluyor.

Her şey karşıtıyla birlikte varlığını sürdürüyor. Şiir, okuyucuyu bu dünya ile bağlantısını kesmeden başka dünyalara götürebilmeli, evinizde otururken bir nehir kenarında gezdirebilmeli. Savaşların içine ya da çimenlerin üzerine bırakabilmeli. Astral seyahatlere çıkarabilmeli. Şiir kirletmeli, şiir arıtmalı. Şiir bir yandan okşayıp diğer yandan da acıtmalı. Şiir ömrümüzü uzatmalı.
Fotoğrafla şiir kardeştirler Her ikisi de öz ve yalındır. Soyludurlar. En azla, çok şey söylerler. Ufacık bir dozla hastayı ayağa kaldırırlar. Bir dize ya da bir dörtlük ile haksızlıklara kafa tutup, aklına yatmayanı sorgularken şiir de fotoğraf da saniyenin küçük bir anında insanlığa büyük bir olayı ya da varoluşsal bir durumu aktarırlar. Bir şiir ya da fotoğrafın karşısında donup kalmamızın asıl sebebi de budur.
Şiir gibi deriz bir müzik hoşumuza gittiğinde. Şiir gibidir bir fotoğraf, mükemmel kurulmuş kompozisyonu ile. Şiirin zamanı geniş zamanlardır. Oysa fotoğraf o andır. Saniyenin o ufacık kısmına, ışıktan kompozisyona, mekândan harekete kadar ne sığdırılmışsa artık. Ve en önemli görevi, kayıt düşmektir fotoğrafın. Hafızanın yedek kulübesinde sahaya çıkmak için sabırla sırasını beklemektedir.
Daha çok şiir okuyup daha dikkatle fotoğraflara bakalım. Arkası gelecektir.
Fotoğraflar: Ersin Şahin
@ersin_sahin_

Bize Ulaşın