Fotoğraf, ışığın duyarlı bir yüzey üzerine düşmesiyle oluşan ve bu sayede görüntünün kalıcı hâle gelmesini sağlayan görsel bir ifade biçimidir. 1839 yılında Fransız Bilimler Akademisi’nde kamuoyuna duyurulmasının ardından, başta tıp, bilim, haber ve belgeleme olmak üzere pek çok alanda hızla kullanılmaya başlanmıştır. Bu alanlarda fotoğraf, belirli kurallara ve amaçlara hizmet eden teknik bir araç hâline gelirken, fotoğrafçının temel işlevi de gözlemlenen gerçekliği en doğru ve etkili biçimde kaydetmek olmuştur.
Ancak fotoğraf, yalnızca objektifin gördüğünü kaydeden soğuk bir belge değildir. Tam tersine, insanın görsel algısına hitap eden güçlü bir ifade biçimi olarak da öne çıkar. İnsan, dünyayı önce görerek tanır; dili öğrenmeden önce görüntüler aracılığıyla çevresiyle bağ kurar. Bu nedenle bir fotoğrafın bazen yüzlerce kelimeye bedel olması şaşırtıcı değildir.
Fotoğrafçı, yalnızca gördüğünü kaydeden pasif bir gözlemci değil; gördüğünü algılayan, yorumlayan ve yeniden kurgulayan aktif bir öznedir. Kadrajına dâhil ettikleri kadar dışında bıraktıkları, seçtiği bakış açısı, kullandığı ekipman ve teknikler onun anlatım dilini şekillendirir. Bu anlatım dili ise, fotoğrafçının iç dünyasını görünür kılar; izleyiciye kişisel, özgün bir perspektif sunar.

Fotoğrafın hem nesnel gerçekliğe olan yakınlığı hem de öznel anlatım barındırması, onu eşsiz kılar. Fotoğraf, zamanın, mekânın ve fotoğrafçının ruh hâlinin bir yansımasıdır. Aynı ortamda bulunan farklı fotoğrafçıların aynı anda çektikleri karelerin bambaşka olması, bu durumu açıkça ortaya koyar. Zira bireylerin yaşam deneyimleri, bilgi birikimleri ve duygusal durumları, algılarını ve dolayısıyla fotoğraflarını doğrudan etkiler.
Sonuç olarak, fotoğraf hem belgeleme işlevi gören teknik bir araç hem de bireysel yoruma açık sanatsal bir ifade biçimi olarak çift yönlü bir karakter taşır. Bu çift doğa, fotoğrafı yalnızca estetik ya da teknik değil; aynı zamanda sosyolojik, psikolojik ve felsefi bağlamlarda da incelenmeye değer kılar. İşte ben de tam burada, fotoğrafın psikoloji alanında terapötik kullanımına dikkat çekmek istiyorum.
Fotoğrafın bu alandaki yolculuğu 19. yüzyıla kadar uzanır. Hugh Welch Diamond, fotoğrafı sistematik biçimde kullanan ilk kişi olarak kabul edilir ve psikiyatri fotoğrafçılığının öncüsüdür. Surrey County Akıl Hastanesi’nde yöneticilik yaptığı dönemde, kadın hastaların portrelerini çekmiş; dönemin popüler düşünce akımı olan fizyonomi ışığında, bu portrelerden hastalıklarla ilgili bilgiler elde edilebileceğine inanmıştır. Diamond, fotoğrafın gücünü şu sözlerle anlatır:
“Felce eşlik eden, umutsuzlukla ansızın dehşete düşme hâlinin kendine has özelliklerini; yakıcı öfkenin etkisiyle hararetle yanan bir yüzü ya da sönmüş hiddetin gölgesindeki çökkünlüğün karakteristiklerini hangi kelime layıkıyla tarif edebilir? Ancak bir fotoğrafçı, her bir tutkunun dışsal tezahürünü, ruhsal bozukluğun mutlak bir göstergesi olarak kusursuz bir kesinlikle kaydedebilir.”

Fotoğraf: Hugh Welch Diamond

Fotoğraf: Hugh Welch Diamond
Zamanla bu anlayış evrilmiş, 1960 sonrası çalışmalarda artık hastalık teşhisi yerine bireyin iç dünyasına yönelme başlamıştır. Fotoğraf, kişilerin kendilerini ifade etmeleri, duygularını keşfetmeleri ve içgörü kazanmaları için bir araç hâline gelmiştir.

21. yüzyıla gelindiğinde ise terapötik fotoğraf kullanımı iki ana başlık altında incelenmeye başlanmıştır: fototerapi ve terapötik fotoğrafçılık.
Fototerapi, profesyonel bir danışman veya terapist eşliğinde yürütülen, fotoğrafların terapi sürecinde bilinçli bir araç olarak kullanıldığı yöntemdir. Terapötik fotoğrafçılık ise bireyin kendiliğinden başlatabileceği veya gruplarla sürdürülebilecek fotoğraf temelli etkinlikleri kapsar. Fotoğraf çekmek, fotoğraflarla hikâye anlatmak, kolaj çalışmaları gibi yaratıcı etkinlikler; fototerapide olduğu gibi, terapötik fotoğrafçılıkta da yaygın olarak kullanılan yöntemlerdendir.
Ben de bir fotoğrafçı olarak bu iyileştirici gücü önce kendi yaşamımda deneyimledim; sonrasında fotoğraf eğitmenliği yaparken, kursiyerlerimde aynı dönüşüme tanık oldum. Gözünüzün gördüğünü değil, yüreğinizin seçtiğini fotoğrafladığınızda iç dünyanıza açılan bir kapı aralanıyor. Bu da Aristoteles’in sözünü ettiği gibi sanat yoluyla katharsis yaşatıyor; duygusal boşalım ve farkındalıkla birlikte içsel bir dinginlik sağlıyor. Bazen ise size ait olmayan bir fotoğraf — bir yabancının portresi ya da hiç bilmediğiniz bir coğrafyanın manzarası — sizi derinden etkiliyor. O kareye dönüp dönüp tekrar bakıyorsunuz. Roland Barthes, bu tür etkileyici detaylara “punctum” adını verir. Punctum, izleyenin içine işleyen, ruhunu delen fotoğraftaki küçük ama çarpıcı ayrıntıdır. Bizleri etkileyen şeyin ne olduğunu sorgulamaya başladığımızda, yine iç dünyamıza doğru bir yolculuğa çıkarız. Bu da farkındalığımızı artırır, iyileşmenin ilk adımı atılmış olur.


Sonuç olarak, fotoğraf yalnızca bir anı kaydetmez. Bazen bir terapiye, bazen içsel bir devinime dönüşür. Kendimizi anlamaya, ifade etmeye, kabule ve dönüşüme giden yolda, hem ışıkla hem kalbimizle yazılmış bir metindir.

https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/1679164
https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/29070
https://academic.oup.com/bjsw/article/54/1/305/7244280
MİNE ZEBİL
Kamu yönetimi eğitiminin ardından fotoğrafçılık bölümünü bitirdi. Ürün ve mekan fotoğrafçılığından sonra halk eğitime bağlı olarak fotoğraf eğitmenliği yapmaktadır
Mine hanım emeğinize sağlık çok güzel olmuş. Tebrikler ve çok teşekkürler
Emeğinize sağlık Mine Hanım. Tebrik ederim.
Fotoğraf çekilirken poz vermek (ilk 3 fotoğraf), hayatın akışı içindeyken birden ciddileşmek veya gülmek-gülümsemek aşılması zor bir durum gibi geliyor. Günümüzde de daha çok gençlerde selfi çekerken görüyorum bu durumu. Deklanşöre basarken saçını başını düzeltiyor, gülümsüyor veya başka bir şekle giriyor. 1 saniye sonra sabitlediği kareden başka bir moda geçiyor. Fotoğraf makinesi karşısındaki bu tavır nedir? Rasyonel okumalar için belgesel kriterlerinde çekim yapmak mı gerekir? Bilemedim.
Sağlıcakla kalın…