Size aşağıdaki yazımda bugünlerde Kerata isimli kısa filmini internette izleyebileceğiniz Kasım Ördek’i tanıtmak istiyorum. 40. İFSAK Ulusal Kısa Film ve Belgesel Yarışması’nda Yağmur Olup Şehre Düşüyorum isimli kısa filmi, yarışmanın tek seçicisi Yeşim Ustaoğlu tarafından kurmaca dalında en iyi film seçildi. Bu filmi festival sürecini henüz tamamlamadığı için internette bulamayacaksınız*. Kasım Ördek’in imgelerle zenginleşen anlatım diliyle sessizce yol alan ve izleyicisine filmi izledikten sonra da düşünecek alan bırakan Yağmur Olup Şehre Düşüyorum kısa filmini bir festivalde denk gelirseniz kaçırmayın derim. Yoo şimdi değil, tabii ki karantinadan sonra.
*Yönetmen Kasım Ördek, ödüllü filmi Yağmur Olup Şehre Düşüyorum kısa filmini, İFSAK özel gösterimi kapsamında, 5 Mayıs 2020 saat 21:00’de izlemeye açıyor. 6 Mayıs 2020 geceyarısına kadar açık olacak filmi izlemek için lütfen tıklayınız.
Editör notu: İFSAK Sinema Birimi’nden ve İFSAK Blog’un sevgili sinema yazarı Berna Kuleli ve kısa film yönetmeni Kasım Ördek, çevrim içi olarak, “Sinemaya Kısa Filmlerle Başlamak ve Kısa Film Çekmek” üzerine konuşacak, izleyicilerin sorularını cevaplayacaklar. 6 Mayıs 2020 tarihinde saat 21:00’de başlayacak söyleşiyi İFSAK instagram hesabından izleyebilirsiniz.
****************
Sevgili Kasım Ördek bize biraz kendini tanıtıp, sinemaya nasıl başladığını anlatır mısın ?
1992 yılında Diyarbakır’da doğdum. Üç yaşındayken ailem İstanbul’a göç etmeye karar verince okul hayatım İstanbul’da geçti. On sekiz yaşındayken geçirdiğim bir sakatlık nedeniyle çocukken başladığım futbola ara vermek zorunda kaldım. İyileşene kadar futboldan ve dış dünyadan bir süre uzak yaşadım. Bu acı tecrübe beni hayatın farklı yollarına sürükledi. Bunların başında yalnızlık hissi ve gelecekle ilgili olan kaygılar geliyordu. Yine bir gün evde umutsuzca iyileşmeyi beklerken büyük ağabeyimin daha önce rastlamadığım bir filmi izlediğini gördüm. Bu film Alejandro González Iñárritu’nun Paramparça Aşklar Köpekler filmiydi. Daha sonra filmi açıp izlediğim zaman sinemanın ciddi bir şey olduğunu anladım. O günden sonra keşfettiğim filmler ve yönetmenler sayesinde sinema okuma hissim arttı diyebilirim. Bu fikrimin peşinden giderek radyo, televizyon ve sinema okumaya karar verdim. Daha sonra mezuniyet projesi olarak ilk kısa filmim Kerata’yı (2018) çektim. Yağmur Olup Şehre Düşüyorum ikinci kısa filmim. Bakanlık tarafından da desteklendi ve hala festival süreci devam ediyor.
Yağmur Olup Şehre Düşüyorum‘u izlerken İranlı bir yönetmenin filmini izliyorum gibi hissettim. İran sinemasını takip ediyor musun?
Hayata ve insana dair bir iki cümlesi olan her filmi sevebilirim aslında. Bunu İran veya herhangi bir ülke sineması olarak değerlendirmiyorum. Ancak sinemayla ve edebiyatla ilgilenen her Kürt yönetmen gibi ben de İran sinemasının yalın ve şiirsel dilinden etkilendiğimi söyleyebilirim. Buna etken olarak sosyal dokuların ve coğrafyanın birbirine olan benzerlikleri diyebilirim.
Oyuncular, Sait, eşi, çocukları ve Sait’in evinin dışında karşılaştıkları, hepsi aynı doğallıkta oynamışlar. Sanki kameranın orada olduğunun farkında değiller, bir ailenin sıradan bir sabahına konuk olmuşuz gibi. Diyaloglar az ama yeterli ve de gerçekçi. Filmdeki bir sahneyi hatırlıyorum. O sahneyi fotoğraflara ayırsak çok güzel fotoğraflar çıkar ve ayrıca üzerine öykü de yazılabilir. Sait evden çıkıyor. Eşi mutfakta. Pencerenin kenarında sarı kuru bir çiçek demeti. Konuşuyorlar evet ama ne kadar anlıyorlar birbirlerini? Sarı kuru çiçek her ne kadar hala güzel olsa da artık ömrünü doldurmuş duyguları hatırlatıyor.
Sait ve eşinin ortasında duran sarı kuru ot aralarındaki kopukluğu, Sait’in az ötesinde yeşeren bitkiler ise bir umudun habercisi gibi imgeleri temsil ediyor… Temel olarak filmde bunun gibi birçok imge kullanmayı tercih ettik. Ve aslında bu imgeleri tamamlayacak olan kişi ve kişiler izleyicilerdir. Her bireyin filmden çıkarımları farklıdır. Film hakkında bir şeyler anlatıp yönlendirmeyi çok sevmiyorum açıkçası. Benim için esas olan izleyicinin hissettiği ve kurduğu dünyadır.
Filmin geneline yayılan hüzünlü bir tebessüm hali de var. Sadece tebessüm ama. Bu çiçek de bana küçük bir tebessümü hatırlattı tıpkı Sait’in kızı Hacer’in İranlı şair Furuğ Ferruhzad’ın Yeryüzü Ayetleri kitabını okurken yüzünde gördüğümüz gibi. Yeryüzünde olan biten her şeyden doğan sanat ederleri sanki gökyüzündeki bulutlar gibi. Sanatla söylemek istediklerimizi söyleyip insanlara ulaşıyoruz tıpkı yağmurların şehre düşmesi gibi.
Kerata‘ya geçersek pencere önündeki kırmızı oje filmin gidişatı hakkında bir fikir veriyordu. Ayakkabılar da öyle. Dükkânda kadın merdivenden yukarıya çıkarken ayakkabılarını görüyoruz ki, kocası da görüyor ve filmin sonunda kadın değerini ayakkabılarla ifade ediyor. İkinci filmde de radyo filmin anlatımına katkı sağlıyor.
Ayakkabı metaforu her zaman beni etkilemiştir. Hiç unutmuyorum ortaokulda bir öğretmenimiz şuna yakın bir şey demişti “ayakkabınız sizin kim olduğunuzu gösterir”. Bu anıyı ara ara hatırlayıp duruyordum. Filmi izleyenler beni daha iyi anlayacaklardır. Aldatan ve aldatılan bireyin ayakkabıya sığma ve sığmama imgesi, öğretmenimin o cümlesine çıkıyordu. Hayatlara sığma ve sığamama! İkinci filmde de teyp Sait’in bir yansımasıydı elbette. Ara ara hatırlayan Sait, ara ara çalışan teyp.
Senaryoyu yazmadan önce hikâyesini bir öykü olarak yazdın mı? Bunu hem Kerata hem de Yağmur Olup Şehre Düşüyorum, her ikisi için de soruyorum.
Senaryo yazmadan önce geçmişe ait notlarım oluyor, bunlar küçük anılardan veya yazılardan ibaret. Senaryoya başlamadan önce zihnimdeki hatırlamalarla beraber uzun uzun düşünürüm. Fakat hikâyeyi yazdıktan sonra senaryolaştıran yönetmenlerden değilim. Bunun nedenini daha önce kendime sormadım. Ama bir cevap vermem gerekirse sanırım ilk sahneyi yazdıktan sonraki yolculuğu ve arayışı seviyorum diyebilirim.
Sinemaya olan aşkın bu ilk iki kısa filminden çok belli ve film yapmaya devam edeceğini biliyorum ama öykü yazmayı da hiç düşündün mü? Bunu merak ediyorum çünkü her iki filmini de öykü okur gibi izledim.
Öykü yazmanın kendi başına bir sorumluluğu ve bir değeri var. Ve öykü yazma sanatının değerlerini; Yaşar Kemal, Yılmaz Odabaşı, Murat Özyaşar, Sâdık Hidâyet, Dino Buzatti ve Anton Çehov gibi edebiyatçıları okuduğunuzda anlıyorsunuz. Öykü okumayı romandan daha çok sevdiğimi söyleyebilirim. İyi bir öykü okuduğumda o gün kendimi çok mutlu hissediyorum.
Her iki filmin de konusunda etkilendiğin yaşanmış olaylar var mı?
İlk kısa filmim Kerata 2015’de kadın cinayetlerinin bir hayli çok olduğu dönemde yazdığım bir senaryoydu. Yazmaya başladığım zaman henüz filmin bir ismi yoktu. Daha sonra Türk Dil Kurumu’nda kerata sözcüğünün başka bir anlamı daha olduğunu öğrendim. Aynen şöyle yazıyordu “karısı tarafından başka bir erkekle aldatılan kişi”. Bu benim için ilginç ve aynı zamanda ironik bir anlamdı. Acaba bu anlam, ülkede son dönemde işlenen kadın cinayetlerinin bir yansıması mıydı? Şimdiye kadar sadece ayakkabı çekeceği veya haylaz bir çocuğa sevgi içeren bir sıfat bulma çabası olarak bilirdik. Bir anda böyle bir anlamının da olabileceği paranoyası neye dayanıyordu? Böylelikle filmin içine gerçek bir nesne olan ayakkabı çekeceğini (kerata) ekleyerek senaryoyu tamamladım.
Peki ya Yağmur Olup Şehre Düşüyorum?
Yağmur Olup Şehre Düşüyorum, yarı kurmaca yarı gerçek olaylardan esinlenerek yazıp yönettiğim bir film oldu. Karakterler çocukluğumdan bu yana şahit olduğum ve tanıdığım insanlardı yani ailemdi. Sait gerçekte de babamın ismi. Filmdeki diğer karakterler de çekirdek ailem. Filmin kahvaltı sahnesinde tüm aileyi neredeyse toplamıştım. Benim dışımda herkes sofradaydı. Film temelde Sait’in hafıza sorununa değinse de aslında Kürt toplumunun gittikçe hantallaştırılmaya çalışılan belleği üzerine. Kısaca anlatmam gerekirse, ailemle beraber Diyarbakır’dan İstanbul’a göç ettiğimizde üç yaşındaydım. Bu süre zarfında çok az aralıklarla Diyarbakır’a gidip geldim.
Filmin senaryosunu yazmadan iki yıl önce 2016’da bir arkadaşımın kısa filmi için Batman’a gittim. Filmden önce ve sonra Diyarbakır’da zaman geçirme şansım oldu. Hendek olayları henüz yeni bittiği için Sur’da hayat kısmen normale dönmüştü. Fakat diğer zaman dilimlerinden farklı bir Diyarbakır’la karşılaştım. Çocukluğumun Diyarbakır’ı değildi sanki! Sur’daki çarşıda gezerken; dükkânlardan sürekli Kürt ozanlar dediğimiz dengbêjlerin kilam veya stran şarkıları çalardı. Fakat onların yerine Aleyna Tilki vs. yeni nesil sanatçıların şarkılarının çaldığına şahit oldum. Diyarbakır’ın hızlı bir değişime uğradığını, toplumun ya hafızasını kaybettiğini ya da bir süre bazı şeyleri hatırlamak istemediklerini hissettim. Acı bir hissetmeydi. Kürt coğrafyasının anadilde eğitimi olmadığı için aşklarını, ağıtlarını ve destanlarını sözlü gelenekle nesillere aktardıkları dengbêj kültürü oluşmuştu. Bu kültür, Kürt halkının hafızasıydı. Ancak o hafıza neredeyse kaybedilmek üzereydi. Benim tek amacım, gelecek nesillere bencilce yok edilmiş bir hafıza bırakmamak.
Yağmur Olup Şehre Düşüyorum’un çekim sürecinden bahseder misin? Söyleyeceklerinin kısa film çekmek isteyenler için çok faydası olacağını düşünüyorum.
Filmin senaryosunu bitirdikten sonra sinemasına ve kalemine güvendiğim birkaç kişiye senaryoyu okuttum. Olumlu geri dönüş aldıktan sonra senaryoyu Kültür Bakanlığı’na ve birkaç festivalin forum bölümüne gönderdim. Senaryo bakanlıktan destek almaya layık görüldü ve Akbank Kısa Film Forum’da da finalist olmuştu. Bu süreçten sonra filmin yönetmeninden başka senaryoya inanan ve destek veren birileri olduğunda işler daha çabuk gelişiyor. Ancak şunu da eklemek isterim ki ben bu süreci Kerata’yı çekerken yaşamamıştım. Sanırım birileri, kurumlar vs. artık kimse, sizden öncesinde tek başınıza bir şey yapmanızı ve başarılı olmanızı bekliyor.
Demek istediğim şu ki, bazen tek başınıza da olsanız bir şey üretmeniz gerekebiliyor. Konuyu çok dağıtmadan geri dönecek olursam Bakanlık desteğinden sonra İstanbul’da ekibin ana kadrosunu oluşturdum ve akabinde hemen Diyarbakır’a gittim. Filmin yapımcılığını da yaptığım için bütün işleri benim yapmam gerekiyordu. Mekân ve oyuncu aramalarımı sürdürürken, bir yandan da ekip için konaklama ve set zamanında yemek desteği bulmak için belli başlı belediye ve kurumlarla görüştüm. Bu süreç kırk gün kadar sürdü. Ve nihayetinde her şey yolunda gitti ve filmi çektik.
Yağmur Olup Şehre Düşüyorum filminde görüntü yönetmeninin çalışmasını çok başarılı buldum. Emre Pekçakır’la nasıl çalıştınız? Sahnelerin nasıl çekileceği konusunda ne yapacağınıza beraber mi karar verdiniz?
Emre ile biz bu proje kapsamında tanıştık. Senaryoda mizansenleri yazarken görüntü yönetmeni ve sanat ekibiyle aynı bakış açısı ile bakmayı tercih ettiğim için ayrıntıları yazarım. Daha sonra sahada biçim ve kamera hareketleri üzerine çalıştığımızda daha verimli geçiyor. Ancak şunu eklemek isterim ki Emre hakikaten çok özel bir bakış açısına sahip. Bizim bu projede Emre dışında diğer ekip Kerata filminde de vardı. Seni bu kadar iyi tanıyan insanlar olunca emeğini ve bilgisini eksik etmiyor. Bir süre sonra sette herkes herkesin dediğini yapıyor. Filmin sanat yönetmeni olan Serdar Güler ve yardımcı yönetmenliğini yapan Fırat Onar da aynı özel ve değerli bakış açılarına sahip sinemacılar.
Yeni kısa film projen var mı? Eğer uzun metraj çekmek istiyorsan umarım kısa film çekmeye de devam edersin.
Bu aralar Sevgi adlı yeni bir kısa film üzerine çalışıyorum. Vicdan ve sevgi sorgulamaları hakkında bir hikâye. Yeterli seviyeye geldiğinde hayata geçer diye umut ediyorum.
Kısa film çekip, uzun metraja yönelen sonra bir daha da kısa film üzerine düşünmeyen yönetmenler var. Bir kısa film çekmek de en az uzun metraj kadar zorlu bir yol ya da olmalı. Sen bu konuda ne düşünüyorsun? Kısa filmi nasıl tanımlarsın ?
Kısa metraj ve uzun metraj filmlerin kendi içerisinde dinamik ve disiplinleri yanında zorlukları da var. Açıkçası kısadan uzuna geçen birçok yönetmen var. Ama baktığımızda çok azı dönüp kısa film çekti. Çünkü iyi bir kısa film hazırlık ve yazım süreci, uzun metrajla aynı zamanı alıyor. Haliyle çalıştıkları yapımcılar maddi kaygı içerisinde olan taraf. Yönetmen ister istemez aynı eforu uzun metraj için kullanıyor. Ama bence daha acı bir gerçek var. Uzun metraj çektikten sonra bırakın tekrardan kısayı çekmeyi, kısa filmleri dahi izlemeyen yönetmenler var. Tabii bu algı her uzun çeken yönetmen için geçerli olmuyor. Yakın zamanda Yorgos Lanthimos ve Tolga Karaçelik de kısa filmler çektiler. Üretim özgürlüğünü daima taşımak gerekiyor sanırım. Bunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim, eğer kısa filme uygun bir hikâyem varsa çekerim.
Bu söylediğin zaten kısa filmi tanımlıyor ve çok önemli; “eğer kısa filme uygun bir hikâyem varsa çekerim”. Peki üniversite eğitimine uygun bir işte ya da sektörde diyelim, sektörde çalışmak konusunda ne düşünüyorsun?
Şu an malum salgından dolayı evlerimize kapanmış durumdayız. Ancak sektörle aramdaki bağı merak ediyorsanız şunları söyleyebilirim. Kerata ve Yağmur Olup Şehre Düşüyorum adlı kısa filmlerimi çekmeden önce sektörde çok az deneyimim oldu. Bu kısa zamanda sektör içi körleşmeyi görmek çok da zamanımı almadı. Yapmak istediğim ve yapmadıkları şey (sinema estetiği ve kaygısı olmayan filmler) arasında kalmıştım. Hepsi için geçerli olmasa bile maalesef sektör öyle bir endüstri ki sizi engellenemeyen bir değişime uğratıyor. Fakat öyle bir zaman diliminde yaşıyoruz ki bu mesleğin okulundan mezun olduktan sonra hayatta kalmak için fikirlerini ve yaratmak istediğin dünyayı bir kenara bırakıp, farkında olmadan dönüşüme adım atıyorsunuz. Sinema sanatı yapmak isteyen gençlerin bu düzen içinde eriyip gitmesine engel olacak tek bir şey var! O da maddi gelir. Bu dengesizliği kırmak için ne yapılabilir bilmiyorum ama sinemama ve kendi dünyama yakın hissettiğim insanlarla çalışmayı tercih ediyorum. Fakat bu kırılmayı yaşamadan ne kadar devam edebilirim bilmiyorum.
Sence festivaller ve yarışmalar yönetmenin yaratım sürecini olumlu yönde etkiliyor mu?
Her iki filmimle yurtiçi ve yurtdışı birçok festivalde finalist olma şansını yakaladım. Yurtdışına çok gidemesem de yurtiçindeki birçok festivale katılmaya gayret ettim. Ancak benim festivallerle ilgili en büyük meramım şu. Telif haklarıdır, konaklamadır vs. onların da dışında Türkiye’de aynı yıl içerisinde beş-altı farklı festivalde jüri olan sinemacı ve eleştirmen var. Bu şu demek oluyor; aynı film, aynı jüri tarafından hep ödüllendiriliyor. İster istemez bu film yapmak isteyen sinemacıları bir kalıbın içerisine sokuyor. Çeşitlilik yerine tek tip üretim oluşmaya başlıyor. Festivallerin buna dikkat etmesi gerektiğini düşünüyorum.
Bize Ulaşın