Fotoğraf: Koray Berkin

Devlet ve Tabiat

Elektriğini kesintisiz veremeyen bir ülkede uzaya gitme planları nasıl yapılabilir?
Esas şaşırdığımız olay, hileli masalarda oyun kuranların “Kazandım!” nidalarıyla havalara sıçramalarıdır. Eskiden hırsızlar saklanırdı. Şimdi ortalarda sosyal medyaya gülümsüyorlar. Cahiller kendilerinden hiç bu kadar emin olmamışlardı. Bilenler susup, köşelerinden olup biteni izlemeyi yeğliyorlar. Hukuktan, adaletten nasibini alamayanların dudaklarındaki kıvrım hep aynıdır. Sıradan bir bakışla kolaylıkla görülebilir. Oysa destedeki joker sayısı belirlidir, hayatı bir oyun gibi görüyorlarsa eğer.

İzmir torba günlerinde bile Milli Piyango’yu kazananlar sessizliğin gölgesinde mayalanırlardı. Evet bunların bir kısmı tanımadıkları akrabalarının aniden çıkıp para isteme ihtimallerine karşı bir önlemdi. Bir kısmı ise mütevazılıklarıyla, ortada görünmekten kaçınırlardı. Belki sonra paranın bir kısmını hayır kurumlarına bağışlar, kalanı da nasıl olduğunu anlamadan tüketirlerdi. Kısa bir zaman sonra, gazetelere konu olacak tefrika hikayelerle donanmış olarak saadet dolu eski günlerine geri dönerlerdi, “Brechtyen” bir yabancılaşma etkisi altında hikayelerini başkalarının başından geçmiş gibi okurlardı.

Şimdi her şey bir tezgâhın ya da moda deyimiyle bir kurgunun parçası. Olaylar gerçekleşmeden haberleri çıkıyor, hızla yayılıyor, üzerine programlar yapılıyor. İnsanlar, olduklarını kabul ettikleri her eylemi korkutucu bir hızla benimsiyorlar. Olmayanı, olduruyorlar. Hurafelerle, cin peri hikayeleriyle yıkanmış beyinler, zamanın doğrusal akışını hiçe sayarak felsefenin temel ilkelerinden biri olan fenomenolojiyi yerle bir ediyorlar. Siyaset ile ekonomi arasında gizli geçitler açılıyor ve filmin sonunda bu yapay uçurumlardan aşağılara yuvarlanıyorlar.

Günümüzün otoriteleri kayıtlı olanlar üzerinden vergi ve yaptırımlar aracılığıyla hakimiyet kuruyorlar. Devlet, varlığının bir parçası olarak insanların özgürlüklerini kısıtlıyor, tehlike yaratanları da yok etmeye çalışıyor. Bu ilkel yapılanma, elektriği suyu kaçak kullanan, kof yapılanmalara biat eden, sistemi cilalayan ve trol olarak ispiyonculuğu yaşam biçimi yapanlara daha fazla hak tanıyor. Akbil basacağı yerde bir selamla taşıtlara biniyor ve tüm bu pervasızlıkların yol açtığı maddi zararı, vergilerini aksatmayan dürüst vatandaşlara ödetiyor. Oysa kayıt dışı ekonomi ile yan kulvarlardan refaha doğru yönelip hayatı başkalarına haram edenler çoğunlukta.

Adaletin eşit olarak uygulanmadığı sistemlerde emek sömürülmeye mahkumdur. Çalışmanın sadece iktisadi bir eylem değil aynı zamanda ruha da iyi gelen bir sağaltım olduğu gerçeğini de unutmamamız gerekiyor. Erdemli insanlar en başta vicdanlı olmak ve ahlaklarını korumak zorundadırlar. Bunun göstergesi, hangi inanç şemsiyesi altında yaşarsan yaşa, yastığa başını koyduğunda R.E.M fazına girmeden hemen önce gelip seni yoklayan ve geleceğinle ilgili seni uyaran vicdanındır. Vicdan ve erdemin korunması, ancak insanın sağlıklı bir psikolojiye sahip olmasıyla mümkündür. Bilgi, kültür okyanusuna giderken kullandığımız haritamızdır. Dersler iptal, boykot var diyorlar; öznenin giderek soluklaşması bundandır.

Fotoğraf: Koray Berkin

Rota Yeniden Oluşturuldu

Senin taşıt kartın her yeni yolculukta görünmeyen bir el tarafından özenle sağılırken, bir kısım insan da sadece otobüs şoförüne selam vererek koltuğuna oturuyor. Oysa sen, kartında kontür tükendiğinde kuzu kuzu otobüsten inip en yakın kart doldurma bayisine koşuyorsun. Gururun, birilerinden kontör dilenmeye yetmiyor. Adaletin olmadığı yerde emek sömürülüyor ve hak elde edilemiyor. Bir fazla “k harfi” ile yazılan hak bile bu insanları yola getirmeye yetmiyor.

İnsanların hâlâ anlayamadığı nokta, birey olmadıkça sağlam bir topluluğun parçası olunamayacağı gerçeğidir. Bir “grup” olarak bile anılmadan, kendi kendine çalıp oynayan, bir güruh olarak kalma mahkumiyetidir. Fakat bunu içeriden görmeniz imkânsız, dışına çıkıp bakmanız gerekiyor. Sosyal medya ile destekli bilinçsiz cemaat kültürsüzlüğü giderek her yeri sarıyor. Bir partinin, bir futbol takımının, bir coğrafi bölgenin ya da bir yapılanmanın parçası olmadan insan var olamıyor. Üstelik insanlar arasında nasıl daha cahil ve daha kötü olurum yarışı sürüyor.

Eğitim, bilgiye ulaşıp bunun kültüre dönüşmesi için kurulmuş bir sistemdir. Bu sistemin uygulayıcıları öğretmenler ve aracı da kitaplardır. Zaman içinde farklı alanların bilgileri çocukluk döneminden itibaren insanlara aktarılır. Verilen her ders, bilimsel gerçekler, çevreyi koruma, kurallara uyma, ülkeyi sevme, insanlara saygı, tarihine sahip çıkma, aklı kullanarak muhakeme etme ve gerektiğinde sorgulama gibi başlıkları içerir.

Gerçek bir eğitimde her şey önce sağlıklı ve tek başına ayakta duran bir birey yaratma üzerinedir. Elbette gidilen okulların yaklaşım ve sistem farklılıkları olacaktır. Ama en önemli nokta, işin sonunda herkesi aynı çizgide buluşturacak eşit eğitimdir. Oysa günümüzde, dünyanın hangi ülkesinde olunursa olunsun, kitaptan çok gözlerini cep telefonlarından ayırmayarak kurulan maddi ve manevi tuzaklara düşen, adeta hipnotize olmuş uyurgezer bir güruh var ortalıkta.

Ceset Yiyicilerin İstilası (Invasion of the Body Snatchers / Yön: Don Siegel /1956) filminde olduğu gibi, başka bir dünyadan getirilip bırakılmış kozalar, bizleri yok etmek için derin bir uykuya dalmamızı bekliyorlar. Yapay zekanın geldiği noktadan yola çıkarak klonlarımız sabırlı bekleyişlerini sürdürüyorlar. Paranoya ve pandemiler, gelecek kaygısı ile birleştiğinde sığınacak çok az yerimiz kalıyor. Çok yakında hepimiz, sistemin istediği o tuhaf ordunun rütbesiz-apoletsiz elemanları olacağız. Sadece uyumayan, uyutulamayanlardan oluşan küçük bir topluluk kalacak geride.

Cehalet, cahillerin toplanma noktasıdır. Bu satırlarda adı geçen cahil kavramını, cehaleti şiar edinip bilgiyi yok sayarak dünyanın sonunu getirmeye muktedir insan grubu için kullanıyoruz. Yoksa insanların eşit fırsat eğitimi alamadığını ya da bilerek cahil bırakıldıklarını biliyoruz. Bu bir durum tespitidir. Bilgi ve kuralları reddeden, kendi inanç ve çıkarları dışında kalan her şeyi görmezden gelen fırsatçı ve dönek, emeksiz yemek peşindeki insanlar bu tanımın sınırları içine girmektedirler. İşte dünya da çoğunluğuyla, bu aklıevvellerin peşinden sorgusuz gitmektedir. Öznenin silikleşmesi, insanın kaybıdır.

Fotoğraf: Koray Berkin

Okul Radyosu

Sabahçı ya da öğlenci, duruma göre ya okula gitmeden ya da döndükten sonra okul radyosunu dinlerdik. Gözlerimiz kapalı, kulaklarımız açık; duyduğumuz her şeye bir biçim verir ve ne söylenirse söylensin kayıtsız şartsız inanırdık. Bazen dil dersi bazen bir çocuk şarkısı bazen de dünya ile ilgili ilginç bilgiler… Ne çok şey öğrenmiştik. Sadece duyuyor olmamız, hayal gücümüzü geliştirerek görsel bir dünya yaratmamız için mükemmel bir fırsattı. Tıpkı bir romanı okur gibi tüm kişilikleri ve dekoru sınırlı bilgimizle sahneye yerleştirirdik. O günlerde sadece kalbimizin değil, sesin de bizi götürdüğü yere gitmiştik.

Ders önemliydi. Hocalarını sevdiğimiz dersleri galiba daha iyi anlamıştık, hatta onlar, kendimizde olduğuna inandığımız cevheri gördüklerinde ve nadir de olsa bunu bize belli ettiklerinde öğrenme isteğimiz iyice artıyordu. Bize gösterilen ilgiyi eğitmenlerimize bir borç olarak görüyor ve o borcu o derslerimize daha sıkı çalışarak ve bize yöneltilen soruları yanıtsız bırakmayarak ödüyorduk. Sevgi başarının tasması gibiydi. Nereden çekerlerse oraya gidiyorduk. Yine de sınıfın, tembelliklerini haşarılıkla harmanlamış çocukları için -o günlerde anlamını bilmediğimiz- bir avuç enayiydik.

Yıllar sonra sisteme olan borcumuzu ödemeye karar verdik. Hepimiz içinde bulunduğumuz aile, okul, mahalle, takım, örgüt gibi topluluklarda kendi bireysel duruşumuzu göstermek istiyorduk. Bunun için gruplardaydık. Kimimiz bilime, kimimiz sanata, kimimiz iktisata, kimimiz tarihin derinliklerine ya da siyasete doğru çevirmiştik rotalarımızı. Sıranın bize gelmesini bekliyor, sisteme ders vermenin gereğine inanıyorduk. Liderliği hedefleyecek, sürüden ayrı ve farklı duracaktık. Düşüncemiz eylemimizin payandası olacaktı. O günlerde bulunduğumuz yeri, gidilecek son nokta sanıyorduk.

Önce gazete ve dergiler, giderek gelişen süreçte de televizyon oldu hayatımızda. Yıllar boyunca tek kanal -sahibinin sesi- sonra da her kafadan bir ses ile zihnimize saldırıldı. O zaman cep telefonları ve bilgisayar yoktu. Radyo, televizyon ve gazetelerle biçim verdik kendimize. Bir de dergiler vardı elbette, hepimizin sevdiği konulara göre kendini bulduğu. En büyük özgürlüğü onları okurken hissediyorduk. Bilinçaltımızın dehlizlerinde bizden habersiz yollar açılıyordu. Zamanı geldiğinde, tıpkı gerillalar gibi sızma harekâtıyla yer üstüne çıkmadan önce gidebildiğimiz kadar bu dehlizleri izleyecektik.

Kısmen de olsa egomuz yara almıştı. Kim tamire kalkışsa onu bizden sanacaktık. Bunun bir taktik, bizim için kurulan bir tuzak olduğu aklımıza dahi gelmeyecekti. Eğer vakitli uyanır o göz kamaştıran kozmik ışımadan, sahte sözlerle gururumuzun okşanmasından ve yeteneklerimizi başka platformlara taşıyacak tehlikeli rampalardan uzak durmayı becerebilirsek o zaman birey olmayı başarabilecektik. Bizi kullanmaya kalkanın bizden iyi olması gerekmiyor muydu? O zaman sadece bir özne olarak mı yola devam edecektik? Belki de haklıydınız, boş günlerinizin birinde, televizyonda izlediğiniz belgeselde binlerce küçük balığın büyük bir balığı yok ettiğini gözlerinizle görmüştünüz.

Fotoğraf: Koray Berkin

Penceremden Fotoğrafik Yansımalar

“Şimdi haberler” anonsunu duyduğumuzda, yine ne yalanlar ne kurgular göreceğiz diye düşünüyoruz. Saptırılmış onlarca haberlerle bültenler oluşturuluyor. Gerçeğe komşu bir haber görsek, hemen ona doğru yöneliyoruz. Haberler, artık yalnızca kurgulanmış, hiç olmamış ve asla olmayacak bir dünyayı önümüze seriyor. Daha önce de haber kaynaklarının heyecanlı tanıklarının ya da onu hazırlayan acemi muhabirlerin eksik ve yetersiz bilgilerinin kurbanı oluyorduk.  Muhabirler ve köşe yazarları bizleri temsilen orada bulundukları için, tıpkı hastalığımız sırasında gittiğimiz doktorun teşhisine itiraz edemediğimiz gibi burada da aktarılan habere güvenmek durumunda kalıyoruz.

Sistemler, sanılanın aksine birçok insanı içine almamak, onları düşünceleri yüzünden halkanın dışında tutmak için var. Kurallar ve kanunlar özellikle az gelişmiş toplumlarda kişiye özel uygulanıyor. Oysa hukukta kim ve hangi mevkide olunursa olunsun, işlenen suçun cezası kanun maddeleriyle belirlenmiştir. Oysa tefsire -eksik ve yanlı tefsire- açık Doğu insanının ruh hali, akışı belirlemektedir. Eskiden kendini Tanrı zannedenler sadece akıl hastanelerinde bulunurdu. Onları haklı kılan nedenlerden en önemlisi de hastanenin bahçesinde ona inanan tebaasının olmasıydı. Oysa şimdi Tanrı kompleksi -Hubris Sendromu- olanlara dünyanın farklı coğrafyalarında, sokaklarda, okullarda, ordularda, siyasette her yerde rastlanıyor. En büyük göstergesi de doğal bir hale getirilerek uygulanan zorbalık.

İnsanın gerçeklerle ilgisi kopunca, elde ettiği güç onu zehirlemeye başlar. Eylemlerini gerçekleştirirken onu destekleyen, alkış tutan ve çıkar elde etmek için sırada bekleyen insanlar vardır. Basın da yanlı haberlerden komplo teorilerine kadar her alanı kullanarak olup biteni destekler. Çevrelerinde şantaj veya rüşvetle yürüyen görünmez bir ağ vardır. Aslında bunu gönüllü yapmazlar. Ya iktidarın desteği almışlardır ya da korkutulmuşlardır. O günlerde yaklaşık 30.000 kişinin gittiği bir toplantıya bir yayın organının 3.000 diğerinin de 300.000 dediği gün neler olduğunu anlamıştım. Mutlu aşkın olmadığı gibi özgür basın da yoktur.

Eskiden, fotoğrafın o mutlu ve dürüst analog günlerinde acemice kolaj ve montajlar yapardık. Zaten dikkatli bakınca belli olurdu yaptıklarımız. Gelen ışığa hiç uygun olmasa da kırmızı filtre ile çekilmiş kıyamet gününün bulutlarını hemen ufkun üzerine montajlar, Üsküdar’ın üzerine Beşiktaş’ın bulutlarını münasip görür, iki İstanbul’u tek karede birleştirirdik. Ve o günlerde adını dahi bilmediğimiz Hubris Sendromu ile kanatlanıp karşı kıyıya yelkensiz geçerdik.

Elbette dünyadan haberli olmamız gerekiyor. Fakat insanlar tarihi filmlerden ve sisteme göre yeniden kurgulanmış dizilerde işlenen tarihi doğru olarak kabul ediyorlar. Buraya kadar sorun yok. Fakat bunu dozu şiddete varmış bir fanatizm içinde savunmaya başladıklarında ve karşı görüşlere savaş açtıklarında olayın boyutları değişiyor. Özne var olayım derken, başkasını yok etmeyi hak sayıyor. Düşünce eyleme dönüştüğünde bağlamını yitirir. Felsefenin söz düzlemindeki seyri, bu yüzden çok önemlidir.

Fotoğraf: Koray Berkin

Gerçekler ve Gerçekler

Geldiğimiz nokta: Sistem önce tokat atıyor sonra yolda suyu döküp dökmediğine bakıyor. Önce cebindeki parayı alıyor sonra hakkını aramanı istiyor. Daha doğrusu istemiyor. Resmi bir kuruluş senden bir parayı fazla aldıysa yıllarca geri alamıyorsun zira onların istedikleri şeyleri ispat edebilme şansın mantık kuralları dahilinde olanaksız. Eğer sisteme borcun varsa onu banka hesabından, sana dahi sormadan üstelik kendi hatalarında kaynaklanmasına rağmen gecikme faizi ile birlikte alıyorlar. Eşitlik ilkesi, kişi haklı da olsa sisteme karşı çalışmıyor.

Aynı sokakta on eve on ayrı hırsız giriyorsa kolluk kuvvetlerinin yapacağı bir şey yoktur. Aynı şekilde yaya geçidinde hiçbir araba durmuyorsa, oraya bakan polis olup biteni görmezden gelecektir. Üç beş ay öncesine kadar yaya olup, yağmurlu günlerde ona su sıçratan arabalara küfredip camını yumruklamaya kalkanlar, şimdi vurgun paralarıyla aldıkları arabalarla geldikleri yerdeki yayaların üzerine araba sürüyor, duranlara da korna çalıyorlar. Bu durumda yayaya yol veren araç şoförü de yalnız bırakılmaktadır. Karnaval lambalı, ne idüğü belirsiz arabaları bu kervana hiç katmıyorum. Eminim, bu sendromun da bir adı vardır psikolojide, bir yerlerde.

Dünyanın verili değerleri, yetkin belgeleri dururken, bilim ve tarih inkâr edilip bununla da kalmayıp yeniden bir tarih inşa edilmeye kalkılırsa, olacak şey sadece bir karmaşadır. Temeli yeterince sağlam olmayan binaların depreme dahi ihtiyacı yoktur ve bir gün, bir şekilde yıkılacağı kesindir. Trajik sonuç ise bu işte hiçbir suçu olmayanların yıkıntıların altında kalacağı gerçeğidir. İşte mücadele bu yüzden önem taşımaktadır. Yapılacak her şey bir insan ömrünün süresini aşamaz ve sonsuz iktidar olamaz. Evrenin sonlu akışında yaşanacak her şey bir azınlıklar tarihinden daha öteye geçemeyecektir. Döneminde yüzlerine bakılmayan sanatçılar hatırlanacak, siyasetçiler yanlı tarihin bataklığında kaybolup gideceklerdir.

Ölüm, hileyi kabul etmiyor. Ne kadar zar tutsan da ceketinin kolundan oyun kağıdı çıkarsan da masa daima kazanacaktır. Her şey ömrünün sınırları içindedir. Tesellimiz, sadece yaşadığımız zaman diliminin değil, tarihin tüm dönemlerinin kötülükle örülmüş olmasıdır. Dünya yaşarken cehennemdir. Bunu başta şairler olmak üzere durumun farkında olan herkes söyledi. Varsa eğer, ötede bir dünya, bu ilişkilerin orada bu şekilde işlemeyeceği kesindir. Onun için öldüğümüzde zorluk çekemeyecek gibi görünüyoruz.

Dünya, başkalarının hakkı ve malları gasp edildiği için bu hale geldi. Ömür denen şey, yaşamı anlamak için sürdürülen ve evrenin tarihi içinde çok küçük bir zaman aralığına karşılık gelir. İnsanlar ancak ölünce eşitleniyor, aralarında hiçbir hiyerarşik fark kalmıyor ve başı sonu belli bir sürecin öznesi olarak hatıralardaki yerini alıyor. Toprağın ve vücudunun ürettiği kurtlarla baş başa kalıyor.

Fotoğraf: Koray Berkin

Fotoğraf, Sen Bizim Her Şeyimizsin!

Hepimiz biriciğiz. Kendimizi evrende varılacak son nokta gibi görüyoruz. Tacımız olmasa da tahtımız var sanıyoruz. Bazen öyle yükseklerdeyiz ki aşağıya baktığımızda gözümüz detayları seçemiyor. Yerine algılarımızın bize fısıldadığı görüntüleri koyuyoruz. O her metrekaresi yaşama ait olan coğrafyayı kuşbakışı görmek, insana, kendini zaten tuhaf hissettirecektir. Eskiden hayal kurmak için hiçbir nesneye ya da yardımcı araca gereksinim yoktu; düşünce balonlarımızın istiap haddi tüm geleceğimize yeterdi.

Bazen de kendimizi çok küçülmüş görüyoruz. Bizi görmeyeceklerini düşünüyor, bunalıma giriyoruz. Telefona sarılıp arkadaşlarımızı arıyoruz, Yiyoruz, içiyoruz. Ruhumuzun sağalması lazım, doktorlara gidiyoruz. Müsekkinler alıyoruz. Eski defterlere, yanıtlanmamış mektuplara bakıyoruz. Bizi uzaklarda seven birilerinin ihtimaliyle yeni bir güne başlıyoruz. Hem sonra sırada okunmayı bekleyen bir sürü kitap var.

Kötü rüyaları def edip, saatin alarmı bir kez daha çalıncaya kadar sıcak yatağın içinde iyi olanlarıyla baş başa kalıyorsun. Olmak ya da olmamak diye sıyrılıyorsun rüyandan; alarmın uzatmaları oynuyor. Şimdi elinde fotoğraf makinenle insanların arasındasın. Bir zamanlar inandığın, uğruna devrim ateşlerini harlı tuttuğun, sevgilinle kardeş olduğun günler geliyor aklına. Yok olan, unuttuğun ve unutan arkadaşların derken gün başlıyor. Günaydın diyorsun şehrin caddelerine. Veda saatini düşünmek bile istemiyorsun. Ufukta açacağın sergini görüyorsun.

Ve bir dua gibi başlıyoruz: Küfür eden insanlara, gelecekten haber veriyorum diyen sahtekârlara, estetik ilmini yerle bir edenlere, 10’uncu sınıf oyunculara, kurguculara, yemek fetişistlerine, döneklere, totemcilere, oburlara, mutsuz kadınları şişme bebeklere çevirenlere, kellecilere, ilik emicilere, sülükçülere, söğüşçülere, elinde sopayla harita üzerinde taktikler veren kolpacılara koca bir yuh çekiyoruz! Biz sadece fotoğraf çekiyoruz.

Fotoğrafçı arkadaşım; sen de mutlusun, etrafında olup bitenin farkındasın. Yaşamaktan keyif alıyorsun. Boynunda fotoğraf makinenle sokağı tarihe taşımaktasın. Sen her şeye rağmen 70’li yılların sosyal belgesel fotoğraf görüşünün mirasını devraldın. O mirasın ciddi bir kısmı teknik yetersizliğin kurbanı oldu. Zira fotoğrafın yarısı ışık-zaman ise kalan yarısı da tekniktir. Fotoğrafın prangası olan belgesellik, Roland Barthes’ın deyimiyle günü geleceğe taşıyan “studium” sayesinde var. Yine de fotoğrafı doğada bir bitki gibi bulamazsın, gördüğün gibi saptayamazsın. Koy sanatını üstüne, düşün ustaların yaptıklarını Ara Güler’den Yılmaz Kaini’ye, Robert Frank’tan Henri Cartier-Bresson’a, Ernst Haas’dan Saul Leiter’a; seç ustanı, çek fotoğrafını. Kur pusunu, koy yemini; taşı sanatınla, zamanı, geleceğe. Yolun açık olsun. Zira, sen kendinin biricik öznesisin!

Fotoğraf: Koray Berkin

Fotoğraflar: Koray Berkin
@korayberkin

1963 yılında İstanbul’da doğdu. M.S.Ü. Güzel Sanatlar Fakültesi Fotoğraf Ana Sanat Dalı’nı (Lisans) 1985, Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü Fotoğraf Ana Sanat Dalı’nı (Yüksek Lisans) 2001 yılında bitirdi.

Farklı konularda yayınlanmış 15 kitabı bulunan Merih Akoğul, Türkiye’de ve dünyanın çeşitli ülkelerinde 30’un üzerinde fotoğraf sergisi açtı, grup sergilerine katıldı. Fotoğraf sanatı ve kuramı konularında çalışmalar yaptı. Seminer, sempozyum ve açıkoturumlara katıldı, bildiriler sundu, paneller yönetti, seçici kurullarda yer aldı. Reklam sektöründe yazar olarak çalıştı. Çeşitli özel kurumlarda eğitmenlik, özel radyolarda kültür ve sanat programları, televizyon programlarında sanat danışmanlığı yaptı.

Edebiyat, fotoğraf kuramı, plastik sanatlar ve müzik üzerine yazıları ve eleştirileri birçok gazete ve dergide yayınlanan Merih Akoğul, 2003 yılının yaz döneminde Avusturya Başkanlık Sanat Dairesi tarafından verilen bursla çalışmalarını Viyana’da sürdürdü. Çeşitli müze ve özel koleksiyonlarda yapıtları bulunan Akoğul, 27 yıldır Türkiye’nin önemli üniversitelerinde (Marmara Üniversitesi, Kadir Has Üniversitesi, Bahçeşehir Üniversitesi, Yeditepe Üniversitesi) fotoğraf dersleri vermiştir.

İstanbul Modern Müzesi Fotoğraf Bölümü Danışma Kurulu üyesi olan Merih Akoğul, aynı zamanda da Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde eğitmenliğini sürdürüyor. 2010 yılından 2021yılına kadar Eczacıbaşı Fotoğraf Sanatçıları Dizisi kitaplarının editörlüğünü yaptı. İFSAK Blog ve Gezgin Foto dergisinde köşe yazarlığını sürdürüyor.

Seçilmiş Kişisel Sergiler

2022 “Caz Zamanı” Avusturya Kültür Ofisi, İstanbul
2016 “Montreal’de Bir Mevsim, Galeri Işık
2013 “Tenha Vakitler”, ArtGalerim Nişantaşı, İstanbul
2011 “Kayıp Ruhlar”, ArtGalerim Nişantaşı, İstanbul
2010 “İç İçe İstanbul”, Fototrek, İstanbul
2008 “Standards”, PG Art Gallery, İstanbul
2007 “Sanki”, Leica Gallery, İstanbul
2006 “Geçen Yaz Viyana’da”, Palais Porcia Kunst Raum, Viyana
“Siyah Beyaz Afyonkarahisar”, Fevzi Çakmak Sanat Galerisi, Afyonkarahisar
“Avusturya 2006”, Avusturya Kültür Ofisi, İstanbul
2005 “Bit-ki”, PG Art Gallery, İstanbul
“Yolda”, Avusturya Kültür Ofisi, İstanbul
2004 “Otuz Kuş”, PG Art Gallery, İstanbul
“Geçen Yaz Viyana’da”, Fotografevi, İstanbul
2003 “Güzergâh: Edebiyat”, Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi, İstanbul
2002 “Başarmak”, Fotografevi, İstanbul
2001 “Klasikler/Neo-klasikler”, Fotoğrafevi, İstanbul
“Aşkküre”, Bedri Rahmi Eyüboğlu Sanat Galerisi, İstanbul
1999 “Bronz Askerler”, Fotografevi, İstanbul
1998 “Dönüşümler”, Art Shop, İzmir
“Filim”, İMKB Sanat Galerisi, İstanbul

Yayınlar

2021 “Ağustos” (şiir)
2016 “Montreal’de Bir Mevsim (fotoğraf)
2014 “Gece / Şarkılar” (şiir)
2007 “Sanki” (fotoğraf)
2006 “Siyah Beyaz Afyonkarahisar” (fotoğraf)
2005 “Türk Fotografçıları Kütüphanesi 22/Merih Akoğul” (fotoğraf)
“Bit-ki” (fotoğraf)
“İkizim Söyledi Ben Yazdım” (deneme)
“Saklı Günlükler” (çocuk edebiyatı)
2004 “Geçen Yaz Viyana’da” (fotoğraf)
2002 “Başarmak” (fotoğraf)
2001 “Klasikler/Neo-Klasikler” (fotoğraf)
1999 “Klasikler” (fotoğraf)
1995 “Kuğunun Ölümü” (şiir)
1992 “Son Dokunuş” (şiir)

Küratörlükler

2019 “Yolda” (Türkiye’de Gruplar), Fransız Kültür Merkezi, İstanbul
2019 “Fotoğrafın Doğası”, Artweeks Akaretler, Akaretler No:45, İstanbul
2018 “Yıldız Moran: Bir Dağ Masalı”, İstanbul Modern, İstanbul
2017 “Beni Bul” / Otoportreye Çağdaş Dokunuşlar, Akbank Sanat, İstanbul
2016 “Poz”, PG Art Gallery, İstanbul
2016 “İnsan İnsanı Çekermiş”, İstanbul Modern, İstanbul
2013 “Bir Zamanlar”, Fotografevi, İstanbul
2012 “Mekânın Doğası”, Hilpark Suites İstinye, İstanbul
2012 2. Bursa Fotofest / Uluslararası Bursa Fotoğraf Festivali
“İnsanlığın İzleri” (Sanat yönetmeni, şef küratör)
2012 “Gidilmemiş Zamanlar”, Hilpark Suites İstinye, İstanbul
2011 1. Bursa Fotofest / Uluslararası Bursa Fotoğraf Festivali
“Karşılaşmalar” (Sanat yönetmeni ve şef küratör)

Eczacıbaşı Fotoğraf Sanatçıları Dizisi (Editörlük)

2021 Yusuf Tuvi
2020 Lütfi Özkök
2019 İbrahim Zaman
2018 Ergun Çağatay
2017 Yıldız Moran
2016 Ersin Alok
2015 İzzet Keribar
2014 Sabit Kalfagil
2013 Sami Güner
2012 Ozan Sağdıç
2010 Şakir Eczacıbaşı

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Son yazılar: Fotoğraf

Büyükanne Orada mısın…

Bir ressam düşünün ki, bilinen tüm fotoğrafları yaşlılık dönemine ait olsun ve yaşadığımız dünya onu “Büyükanne”…

Nepal, Mumbai (Yaz 2024)

Bölüm 11, Hindistan, Mumbai (Devam) 9 Temmuz 2024 – Salı Sabah yine aynı saate kalkıp, kahvaltımızı…

Köy Enstitüleri Ruhuyla

‘Ağlarken gördüğümüz insanları, şimdi dans ederken görmek mutluluk verici’ Yazımın temellerini dayanışma gönüllüsü, sanatçı arkadaşım Meral…

Paris Yalnızlığı

Bayram Yılmaz Fotoğraf Kitabı Üzerine   Sert kapak, 154 sayfa 108 Siyah-beyaz, duotone fotoğraf Ebat 23×26…

Bir Öğrenci Sorduğunda

Minor White‘a ait bu yazı, İfsak Blog Ekibi tarafından Espas Sanat Kuram Yayınları’nın izniyle “Fotoğrafçının Eğitimi” …

Yangından Sonra

28 Temmuz 2021 tarihinde Manavgat’ta başlayan ve daha sonra ülkemizin  pek çok noktasında çıkan orman yangınlarında…

Fotoğrafın Oyunu

Anılar mı, yoksa fotoğraflar mı; yaşamın yanında soluk birer suret benzeri kalan küçük oyunların adı… Eski…