Bulutların Aynasında: Öyle Bir Düştüm ki Düşüme / 3

///

siz hiç bulutları seyrettiniz mi / ama sadece bulutları / hayatlarımızın dilsiz yoldaşlarını …/ …ah, o bulutlar / doğumların, ölümlerin, anların, anıların / hayatlarımızın sessiz tanıkları / rüyalarımızın aynaları.

Babam da dedi ya, “bilmediğimiz çok şey var” diye, benim de bilmediğim çok şey var, ancak yeni bir şey öğrendiğimde anlıyorum, onun bilmediğim bir şey olduğunu. Peki, nasıl bulacağız yolumuzu bu kadar bilinmeyenin içinde? Aaa, bunları rüyamda ben mi düşündüm, yoksa birisi mi söyledi bana, uyanınca sorarım babama, ama daha o cevap vermeden zaten annem hemen atlar, bir cevap yapıştırır, “Jung der ki, Bion der ki”, diye başlar. Ben en iyisi bunu babam odasında yalnızken sorayım ona, “oğlum, dur şimdi okuyorum, sonra anlatırım sana”, der, öyle geçer geceler. Bir de rüyalarımla geçer geceler, iyi ki rüyalarım var, tamamen ben ve rüyalarım, biz bizeyiz; hepsini de yalnızca ben görüyorum, sabahına da istersem anlatıyorum birisine, o da bazen.

Nimet teyzeye anlattım geçenlerde. “Ben rüyamda ne gördüm biliyor musun”, dedim, o da, nefes almadan, “anlat bakalım, hayırdır işallah”, dedi, “bakalım neler söylüyor rüyan sana”. “dağlar gördüm, Nimet teyze, dağlar”,“aaa, bak, rüyanda dağ gördüysen yüksek yüksek mevkilere geleceksin, demektir”, “mevki ne demek?”, “büyüyünce öğrenirsin”, “peki sen nereden biliyorsun bunları”,“babam bir rüya tabirleri kitabı vermişti bana, orada okudum”, “çok merak ettim o kitabı, bana da okusana”.Okur da, masal gibi gelir bana, masal masal içinde, masal rüya içinde. Acaba masalları yazanlar da, gördükleri rüyaları mı yazdı acaba, derim, der der dururum. Oooof, bu büyüklerin dünyası ne kadar karmaşık, ben nasıl ayırt edeceğim, hangisi masal, hangisi rüya, hangisi hikâye, hangisi gerçek, hangisi hayal.

Rüyalarım gibi karmaşık bir dünya işte, gerçeklik nerede, kurgu nerede, ben neredeyim? Bir de üstüne,  geçenlerde, annem, “büyülü gerçeklik” diye bir şeyden söz ediyordu, güney Amerika’da yetişen bir şeymiş bu büyülü gerçeklik. Babam da, “o da bir şey mi” demişti, Çukurova’lı koca yazar gerçekliği öyle bir anlatır ki, efsane sanırsın, al sana bu da Anadolu’nun büyülü gerçekliği”, der. Oooof, yine tartışıyorlar işte, “gidin salonda tartışın be, ne işiniz var benim rüyalarımda”. Dur bidakka, onlar mı giriyor rüyalarıma, yoksa ben mi davet ediyorum onları acaba, bak bunu da öğrenmeliyim hemen, anneme sorsam “senin bilinç dışının ürünleri onlar” der, babama sorsam, “oğlum beyninin devreleri bunlar, her şey sinapslarda olup bitiyor, sen uyurken de çalışıyor o yolaklar”, der.

Geçen gün okula giderken gördüm, meydanda, tam yolakların ortasında çocuklar oyun oynuyorlardı, kollarını kanat yapmış, uçuyorlardı, yolak dediği babamın, bu mu acaba? Bu arada, “yola çıkmayın”, diye bağırıyordu örtmenlerden en uzun olanı, tamam, “peki ama geçenlerde kaldırımda motosikletin biri bana az daha çarpıyordu”, dedi Suna.Sahiden de Suna haklı, bu yollar, kaldırımlar kimin yolakları? Badem de, öyle arabalara filan hiç havlamaz, ama bir motorsiklet geçti mi önünden, tut tutabilirsen, nasıl da havlar, nasıl da öfkelenir. Demek ki, o da Suna’yı koruyor, desene.

Peki, biz nasıl ayırt edeceğiz neresi kimin yolu, kimin yolağı? Bir de babam tutturmuş “bu yolaklarda olup biten elektrokimyasal değişimler belirliyor duygularımızı, düşüncelerimizi”, diyor. Doğru valla. O yolaklarda olan bitenler belirliyor biz okul çocuklarının duygularını. Hangi duyguları? Hangi duygu gerçek, hangisi rüya, hangisi kurgu, hangisi masal?

Benim bu büyüklerin dünyasıyla çoookişim var daha. Peki kim bana yol gösterecek, her kafadan bir ses çıkıyor, hele rüyalarımda. Ne çok görüntü, ne çok renk, ses, akıp gidiyor her şey, film gibi desem değil, sanki bir dolu filmi karıştırıp önüme koymuşlar. Gel çık işin içinden.

İçinden çıkamadığım bir şey daha var. Annemin “bilinçdışı” dediği şey, isim mi sıfat mı acaba? Geçen hafta örtmen bize isim ve sıfatın ne olduğunu anlatmıştı, tam da anlayamadımama,“Badem”dersem isimmiş, “kahverengi Badem” dersem o “kahverengi” sıfatmış, peki, “bilinçdışı” isim mi sıfat mı acaba?

Bilinçdışını bilmem ama korkuyu iyi bilirim. Elim ayağıma dolaşır, sesim titrer, ter basar her yanımı, gözlerimi kocaman açarım. En çok da hayaletlerden ve karanlıktan korkarım. Bir de hoooop diye gökyüzünden aşağılara düşmekten korkarım. Ama Badem hep tutar beni havada, öylece, yumuşak patileriyle beni tutar, usulca yere bırakır. Şimdi kim tutacak beni öyle düşerken?

Evet bilinç dışını bilmem ama Arzu’yu bilirim. Sınıfın en uzun saçlı kızı o. Saçlarını şöyle bir savurdu mu havada, sinek uçmaz, sus pus olur bütün sınıf. Ama o da örtmenden yer azarı. “Topla şu saçlarını, büyüyünce kötü kadın mı olacaksın sen”, der hemen. Ne demek acaba? Ama, annem kötü kadın değil demek ki, o dünyanın en iyi kadını; saçları hep derli toplu.

Ah bir de astronot olmak isterdim ben, kim bilir, belki de astronot oldum bile. Bak yıldızların arasında dolaşıyorum, yıldızların diyarında. Mutlaka Badem de buralarda bir yerdedir. Ama sabahı beklemeliyim, burada dağ başında oturup sabahı beklemeliyim. Bademi bulmalıyım. Ah, o da dedemi bulmuş olsa keşke, ne güzel olurdu!

Aa, o da ne, Badem ayaklarımı yalıyor, rüyada mıyım, yok yok değil, uyanıyorum, sabah olmuş. Rüyalarımın izleri hızla siliniyor gözümün önünden, yatağıma çıkmış bile Badem, mırıl mırıl sesleniyor, onu dışarı çıkarmamı istiyor belli ki. Meğer düş düş düşünceler içinde, öyle bir düşmüşüm ki düşüme, gerçek oluvermiş.“Rüyalarımın gerçeği”imiş bunlar, annem öyle diyor. Hah, işte, şimdi sesleniyor babam da kapıdan, “hey gece kuşu, hadi, hadi, kalk artık, bak okul zamanı geldi”, diyor, “ne zamanı, ne okulu?” diyorum. “Sabahları okula gitmek de benim hayatımın gerçeği“ imiş, öyle diyor babam; “hem”, diyor, “okula giderken bulutları da seyredersin” diyor. Yine de iyi bir adam galiba babam, baksana beni avutmaya çalışıyor.

siz hiç bulutları seyrettiniz mi,

ama sadece bulutları,

hayatlarımızın dilsiz yoldaşlarını.

öylesine dolanırken gökyüzünde, kendi kendilerine,

öylesine, böylesine, şöylesine, devinip dururken göklerde,

içimize ayna mı tutuyor yoksa bulutlar,

gecelerimize, gündüzlerimize.

Günlerden bir gün,

Herhangi sıradan bir günde,

Her dalıp gittiğimizde,

işte, oradalar yine,

başımızın üstünde.

Durmadan yenilenen, değişen,

Kimi solgun, kimi canlı çehreleriyle,

Masallarımızın hayalleri,

geçiciliğin o müthiş güzellikleri.

ah, o bulutlar,

doğumların, ölümlerin, anların, anıların,

hayatlarımızın sessiz tanıkları,

rüyalarımızın aynaları.

 

 

 

 

 

 

 

 

Fotoğrafa merakı geçen yüzyılda, 70’li yılların ikinci yarısında, üniversite yıllarında başladı; sanata, edebiyata, resme, şiire, saza söze, arkeolojiye, tarihe meraklıydı oldum olası; giderek dünyayı değiştirmeye, tıbba ve psikiyatriye merakı da aynı yıllara rastlar. Tank gibi bir Zenith TTL makinayla dolanırdı ortalıkta. Güneşli havada 125’e 16, merdiven altında karanlık oda, ah bir 400 ASA’lık film alabilsek de, çekebilsek yarı karanlıkta. Her biri 36 kare, aman hemen bitmesin, yanında yedek film var mı, nasıl çıktı acaba, gel de bekle bir hafta, derken, fotoğraf öğreneceğim diye sabırlı olmayı öğrendi bir de. Beklemeyi, zamana inanmayı öğrendi.

“Yeni Fotoğraf” dergisinin çıkışını heyecanla her ay alışını, üç arkadaş evin alaturka tuvaletini karanlık odaya çevirişlerini, bol fotoğraf çekmeden bu işin öğrenilemeyeceğini anladıklarında, film masrafını kısmak için, Sirkeci’den 300 metrelik film alıp onu kasetlere bölüp bol bol siyah beyaz fotoğraf çekişlerini, o günlerden kalan görüntüleri; Alsancak’ta ayı oynatan adam ve ayısının görüntülerini, Kayseri’de çeşme başında oynayan çıplak çocukların, İzmir’de Cumhuriyet Meydanı’nda büyük mitinglerin görüntülerini, ille de kordon görüntülerini hayal meyal hatırlıyor.

Ardından, uzun bir ara girdi fotoğrafla arasına. Psikiyatri eğitimi ve uzmanlığıyla artık makinasız fotoğraflar çekmeye dönüştü adeta bu merak. Yardım için başvuran kişileri dinlerken kendi zihninde onların fotoğraflarını çekmeye, onların iç dünyalarını, duygu hallerini zorluklarını, hayat mücadelelerini zihninde imgelerle canlandırmaya dönüştü bu merak. 80’li yılların başlarından itibaren artık mesleğine gömülmüştü. Araştırma yapmak, ders vermek, klinik pratik, meslek örgütlenmelerinde aktif görevler üstlenmek ve bu görevleri bağlamında yüzün üzerinde ülkeye seyahat etmek, konferans vermek. Buralarda mutlaka sanat müzelerini, az da olsa fotoğraf müze ve sergilerini ihmal etmedi; tabii, elindeki genellikle kompakt makinaların deklanşörüne gelişine basmayı da.

Altmışından sonra, taa gençlik yıllarından beri uzaktan beğeniyle izlediği İFSAK’ta kurs görme zamanı bulabildi; ardından, fotoğrafın günlük hayatında kapsadığı zaman, alan genişledi. İFSAK’ta Temel Eğitim Semineri, ardından, Pitoresk projesi, Çekim Teknikleri, Portre, Makro, Uzun Pozlama dersleri, çalışmaları, Semt projesi çalışmalarında, katılabildiği fotoğraf gezilerinde rastgele, gelişine fotoğraf çekmemeyi öğrendi. Ortaya çıkmasını istediği fotoğrafı, önce zihninde kurgulamayı, onu mümkün olduğunca önce zihninde tasarlayıp görmeyi, imgeleştirmeyi, ardından dış dünyayı bu zihnindeki tasarıya göre gözden geçirmeyi, dış dünyanın kontrolü dışı olan gerçekliklerini dikkate alan bir bakış açısı benimsemeyi, mümkünse dış dünyaya az da olsa istediği biçimi vermeyi ve elindeki teknik olanaklar çerçevesinde zihnindekinin mümkün olup olmadığına karar vermeyi ve teknik ayarları / düzenlemeleri buna göre yapmayı öğrendi. Dış dünyadan edindiği izlenimleri iç dünyasında kurgulayıp / tasarlayıp, sonra bu tasarımı dış dünya ve teknik olanakların sınırlılıklar çerçevesinde, dış dünyanın içinden çekip çıkarması ve fotoğrafa dökmesi gerektiğini öğrendi. Fotoğrafın “çekilen” değil, “yapılan” bir şey olduğunu; fotoğrafı “çekmek” değil, “yapmak” gerektiğini öğrendi.

Fotoğrafın, dış dünya ile iç dünyasını birleştiren bir araç olduğunu; dış dünyayı
kendisine göre yeniden inşa ederken iç dünyasını zenginleştiren bir araç olduğunu kavradı.

Bu yüzyıla devrilmişti zaman; sayısallaşan bol renkli dünyada, “tekniğin önceliği, estetiğin üstünlüğü, yaratıcılığın hazzı” der durur oldu; bu dediğinin peşine düştü. Fotoğrafın “makinenin çektiği birşey değil, fotoğrafçının yaptığı bir şey” olduğunu kavradı. Kısaca, hayatına “fotoğrafça bir anlam katma” peşinde bir fotoğraf meraklısı.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Son yazılar: Fotoğraf

Nepal, Mumbai (Yaz 2024)

Bölüm 12, Umman, Maskat 10 Temmuz 2024 – Çarşamba Kurduğumuz saatte, sabaha karşı saat altıda uyanıyoruz.…

Büyükanne Orada mısın…

Bir ressam düşünün ki, bilinen tüm fotoğrafları yaşlılık dönemine ait olsun ve yaşadığımız dünya onu “Büyükanne”…

Nepal, Mumbai (Yaz 2024)

Bölüm 11, Hindistan, Mumbai (Devam) 9 Temmuz 2024 – Salı Sabah yine aynı saate kalkıp, kahvaltımızı…

Köy Enstitüleri Ruhuyla

‘Ağlarken gördüğümüz insanları, şimdi dans ederken görmek mutluluk verici’ Yazımın temellerini dayanışma gönüllüsü, sanatçı arkadaşım Meral…

Paris Yalnızlığı

Bayram Yılmaz Fotoğraf Kitabı Üzerine   Sert kapak, 154 sayfa 108 Siyah-beyaz, duotone fotoğraf Ebat 23×26…

Bir Öğrenci Sorduğunda

Minor White‘a ait bu yazı, İfsak Blog Ekibi tarafından Espas Sanat Kuram Yayınları’nın izniyle “Fotoğrafçının Eğitimi” …

Yangından Sonra

28 Temmuz 2021 tarihinde Manavgat’ta başlayan ve daha sonra ülkemizin  pek çok noktasında çıkan orman yangınlarında…

Fotoğrafın Oyunu

Anılar mı, yoksa fotoğraflar mı; yaşamın yanında soluk birer suret benzeri kalan küçük oyunların adı… Eski…