Fotoğraf: Uğur Çobanoğlu / Profitopolis

-Ruhunun kanatlarıyla kendini boşluğa bırakan muhteşem bir ağabey için ode.-

Değişen Çağ

Değişimi genelde bir “ilerleme” olarak yorumlamak -coğrafyalara bağlı da olsa- genetik bir alışkanlık olmuştur. Uygarlık tarihini, tartışmalı başlangıcına rağmen insanlık adına sağlam bir temele oturtmak için kötülüğün tarihi ile aynı zaman dilimine puntolarız. İyilerin çoğu kez iyi olarak kalmaların en önemli nedeni, kötülüğün ve uygulayıcılarının türlü bahanelerle sıklıkla ortalıkta görünür olmalarıdır. Negatif olan her şey daima hızlı bir dolaşım içindedir. Bölgesel başlayıp evrensele dönüşen korkunun, insanları önce baskıladığını, sonra da isyana yönelttiğini görürüz. Karşılığında alevlenen “Hak verilmez alınır” inancı, muz cumhuriyetlerinin taktikleriyle hareket eden aciz yetkeyi orta-uzun vadede uçurumun kenarına taşımıştır.

Fotoğrafı her ne kadar kompozisyon ve estetik alışkanlıklarımızla kundaklasak da neden söz ettiği hemen anlaşılır. Doğru açıdan bakılmışsa, istemeden fluya düşmüş fotoğraflarda bile o sonsuza kadar eskimeyecek anlamı görmek mümkündür. Zira kapana kıstırılmış anlar üzerine akıl yürütüp yorum yapmak, fotoğrafın referans noktası sabit kaldığı için hareketli görüntülere nazaran daha kolaydır. Fotoğraf, manipülasyonlarla zaman zaman değerini yitirse de hâlâ evrendeki en etkili silahtır ve muhataplarını fazlasıyla rahatsız eder. Keyifle dinlediğimiz şarkıların sözlerinin bilmediğimiz dillerdeki anlamlarına gerçekten ulaşsak, içinde yuvalanan acılar da duyulur olurdu. Konu gerçek ise fotoğraflar da gerçektir.

Fotoğraf: Uğur Çobanoğlu / Profitopolis

70’ler, batımızda kalan ülkelerin bazılarında -Doğu’nun hali zaten malum- baskıcı yönetimlerin ve cuntaların egemenliğinin sürdüğü karanlık bir dönemdi. O günlerin üzerinden uzun zaman geçmesine rağmen insanların üzerindeki yaptırımlar farklı biçimlerde devam etmektedir. Yüz yıla yaklaşan süreç içinde değişen tek şey, kapitalizmin, uygarlığın bir göstergesi olarak insanların ellerine bir sadaka gibi verdiği eskitilmiş teknolojilerdir. Cep telefonlarıyla adeta bir mucizenin gerçekleşmesini bekleyen ve bilgisayarların başında umutla oturan insanlara manipüle edilmiş bilgilerin aktarıldığı ve trollerin tellallığıyla yanlı ve yanlış bilgilerin pompalandığı bir çağdayız. Haber başlığı altında gelen bu gönderilerin çoğu, bizleri bilgilerimizden bile şüphe duyacağımız şekilde tasarlanıyor.

İşin en acı tarafı, insana teknoloji diye sunulan tüm aygıtların pimi çekilerek ele verilmiş bir el bombasına benzemesi ve dijital çağın tüm nimetlerinin insanları kontrol altında tutmak üzere programlanmış olmasıdır. Sistemin oluşturduğu ağdan uzak durarak biraz daha bağımsız yaşamak mümkün. Bunun için, iyiliğin de kötülüğün de ulaşamayacağı bir ağ sistemi kurmak gerekiyor. Kameraların sürekli insanları kaydettiği ve kredi kartları üzerinden ekonomik hareketlerin takip edildiği bir yapıda özgürlükten söz etmek olanaksızdır. Sistemin bir baskı, gözetleme ve ispiyon mekanizması olarak işlemesi, karşılığında saklanmayı da gündeme getirecektir. Sistemi kullanmayıp sekteye uğratarak, onlara kobay gibi oynadıkları kişilerin insan olduğunu hatırlatmakta fayda vardır. Dijital teknolojinin uzandığı hedeflerin reddedilerek sekteye uğratılması, kötülüğün akışını engelleyecek ve en azından insanlar üzerindeki baskıcı etkisini azaltacaktır.

Fotoğraf: Uğur Çobanoğlu / Profitopolis

Sanatın Açmazı

“Bu film gerçek bir hikâyeden uyarlanmıştır”. Bu açıklamayı bazı filmlerin ilk dakikalarında italik dizilmiş bir not olarak görürüz. Biliriz ki karşılaşacağımız olayların -her ne kadar sinema sanatıyla yüceltilse de- gerçekle ilişkisi vardır. Bu açıklamanın gölgesinde filmi dikkatle izler, cereyan eden olaylarla gerçek yaşam ve kendi tanıklıklarımız arasında bağlantı kurarız. Bunun nedeni, filmde geçen konunun bir kurgu eseri olmadığının, bu hayret verici akışın gerçekte yaşanmış olduğunun altının çizilmesidir. Seyirci, filmi bu bilgilendirme ile izlediğinde yaşamın gerçekliğine bir kapı açmış olacaktır. Yani konu gerçekte yaşanmıştır ve yine olma ihtimali vardır.

Bazı filmlerin başlangıcında ise sahnelerde görünecek kişilerin ve olayların hayal ürünü olduğu ve gerçek kişilerle benzerliğinin bir tesadüf olduğu açıklaması vardır. Aslında bu da yine filmi dışarıda olup biten benzeri olaylarla eşlememiz için yapılan bir manipülasyondur. Böylece bir fantezi ve yaratı olan film, bambaşka bir gerçeklik katmanıyla bilinçaltında eşlenecektir. Tıpkı bir hipnoz seansı sonucunda etkilenen denek gibi, seyirci de sanatla gerçekliği olimpiyat halkaları gibi iç içe geçmiş olarak algılayacaktır. Yani kurgu ile gerçek, tam da sanatın yattığı bu çizgi üzerinde birbirine karışarak sınırlarını yok edecektir.

Sanat insanın kaçışıdır. Aynı zamanda varoluşunun, karşı duruşunun ve iç huzurunun da kaynağıdır. Dünyanın en eski sanatı şiire bir göz atalım. Şiirlerin neredeyse tümü, yazıldığı günlerin ilerisinde çözülmek üzere, günün gizli kodlarını ileri zamanlara taşımak üzere programlanmıştır. Şair günün dinamikleri üzerinden geleceği düşleyerek şiirini yazar. En büyük tesellisi, vakti geldiğinde dizelerinin işe yarayacağını, insanlara faydalı olacağını ve onlara güç vereceğini bilmesidir. Bu yüzden her türlü hayal kırıklıklarına rağmen ileriye dair umut taşır dizeleri. Düşünür, sözcükleri bir forma sokar ve görünür kılar.

Müzik ve şiir bünyelerinde benzer özellikler taşırlar. Melodilerine kulak verildiğinde neşe saçan şarkıların çoğunun sözleri hüzünlüdür. Belki de insanlara daha faydalı olması için anlamını bilmeden, sadece ses olarak dinlemek gerekiyor müziği. Bu bir kaçış gibi gözükse de müziğin nasıl çalıştığını kavramak adına garantili bir yoldur. Ne olursa olsun bizler geçmişi, şiir ve müzik gibi iki kutsal sanatın gölgesinde büyüttük. Hiç oyuncağı olmayan çocukların tesellisidir düş gücü. Yine de huzurun korunduğu bir süreklilik ve yaşamı idame ettirebilmek için kirli kanın temizleneceği “pozitif” bir sisteme gereksinim vardır.

Kriterleri sürekli değişen çağımızda, ortaya çıkıp gelişen her teori ve buna bağlı bilgiler, bizleri hayalle gerçek arasında bir noktada tutacak ve zihnimizin aldığı yeni biçimle tıpkı sonsuzda kesişen paralel doğrulan gibi bir dizi gerçekliğin altını çizecektir. Okumayı bildiğimiz halde, sadece resimlerine bakarak çözmedik mi çizgi romanlardaki entrikaları; yeryüzünün tüm kötülüklerine karşı koymak için roman kahramanlardan medet ummadık mı? Çocukken yaptığımız bu değil miydi? Çoğumuz, bize sorulan ve yanıtlarını veremediğimiz soruların gölgesinde büyümüştük.

Fotoğraf: Uğur Çobanoğlu / Profitopolis

Yaşasın Ölüler

Çamaşır sepetinde bekleyen bir çift giyilmiş çorap, sonrasında -işlevinden saptırılarak- gözyaşları için kullanılacak rulolarca tuvalet kağıtları ve son akşam yemeğinden küflenmeye yüz tutmuş ekmek kırıntıları. Geriye ne kalacaktı ki zaten zamansız gidişimizle. Belki, sadece albümdeki fotoğraflar korunacak, kalan eşyalar gibi çöpü boylamayacak, o fotoğraflara bakanları iki hatta üç kuşak geriye taşıyacaktı. Onlar belgeydi, onlar fotoğrafın en soylu hali, yaşanmış hatıralardı.

Portfolyolara bakılırken hatıra diye küçümsenmesine bakmayın, hafızanın yerini tutan bu fotoğraflar her zaman arşivlerin en kıymetli parçaları olmuştur. Hatıra, genelde öznenin kendisini kurban ettiği bir sunak gibidir. Aile içi ve yakın çevre için programlanmışlardır. Saf ve dürüsttürler. Fotoğrafçısı ile fotoğrafı çekilen kişi arasında fotoğraflar üzerinden kurulan bir bağ vardır. Sanat kaygısında olmadıkları için dürüsttür bu fotoğraflar. Koşulsuz bir samimiyetin tüm izlerini üzerlerinde taşırlar.

Dünya susuzluktan kırılıyor. Dünyanın ve vücudumuzun büyük kısmı sudan oluşuyor. Hayırseverler kuyular açtırıyorlar. Koca tankerlerle taşınan sudan yarım kova düşüyor kişi başına. Ne yıkanmaya ne de yemeğe, sadece susuzluğu gidermeye yetiyor mevcut su. Yağmur ölüleri de ıslatmıyor artık. Susuzluk çeken bölgelerde, dünyanın farklı şehirlerinde görüşleri uğruna tazyikli sulara kendini siper yapan insanları izleyenler dehşete düşüyor. Dünyanın bir sürü köşesinde ve aynı gökkuşağının altında susuzluktan ölüyor insanlar.

Aynı gökkuşağı, tuhaf bir heyecan yaratıyor bakanların gözlerinde. Emin olmak ve bu doyumsuz ânı paylaşmak için fotoğraf makinemize sarılıyoruz. Objektifimizi az sonra sahipleneceğimiz boşluğa doğrultuyor ve gökkuşağını çerçevenin içine titizlikle yerleştiriyoruz. Küçük açı farklılıklarıyla çektiğimiz kareleri art arda diziyor ve çekim mahallini terk etmeden önce son bir kez daha kontrol ediyoruz. Gördüklerimiz bizi mutlu ediyor ve fotoğraflar üzerinden tanık olduğumuz anları geleceğe taşıyabileceğine dair ikna oluyoruz.

Gördüğümüz başka fotoğraflar geliyor aklımıza. Dünya susuzluktan kırılıyor.
Ellerinde ya da başlarının üzerinde kovalarla çocuklar. Ve yüreğinde derin kazılmış bir kuyu gibi Afrika. Suyun bütün fantezisi yok oluyor. Ve sen fotoğraf makineni bırakıp bir kuyu açmak üzere eline kazmayı alıp toprağa ilk darbeyi vurduğunda rüyandan uyanıyorsun. Dünyanın ve vücudunun kaçta kaçının su olduğunu hatırlamaya çalışıyorsun. İlkokul öğretmeninin arada bir pervasızca yanağına ya da kulağına uzanan kartal pençesine benzettiğin eli çıkıp geliyor olumsuz hatıralarının arasından. Yine de güzellik, ilkokul kitaplarının içinde gizli bir hazine gibiydi. Geçmiş, zihnimizden su gibi akıp giderken, hissettiğimiz tam da böyle bir şeydi işte.

Fotoğraf: Uğur Çobanoğlu / Profitopolis

Manzaramız

Ne güzel görünüyor, penceremizden manzaramız. Uygarlık, binalar ve yollar üzerinden yükseliyor. Trafik sıkışmadıkça her şey nasıl da yolunda değil mi? Kentin en uç noktalarına kadar değiş tokuşla geçiyor vizesiz seyahatlerimiz. Kim ve ne olursak olalım, bir kentin tüm ışığının -gökdelen camlarından yansıyor olsa da- üzerimizde birleşmesini seviyoruz. Kahve zincirlerinin kahvelerini zincirleme yudumluyoruz, kentsoylu sohbetlerimizde. Akşam iniyor; binaların arasındayız, hiç fark etmiyoruz. Sanki böyle zamanlarında şehri daha çok seviyoruz.

Fotoğraf: Uğur Çobanoğlu / Profitopolis

Grinin yerini yeşilin almasını arzu ediyoruz. Motor gürültülerini fazla duymak istemiyoruz. Kışları göğün kirli bir sis tabakasıyla kaplanmasını da… Elektrikli otomobillerin sessizliğinde düşünüyoruz her şeyi. Vergilendirilmiş kazancımızın arkaik kutsallığında geçmiş günlerin izini sürüyoruz. Ayı günlere bölüp faizini hesaplıyoruz. Barajların durumu bizi üzüyor, sular yarıya inince biz de yasa giriyoruz. Politikayı uygulayıcılarından dolayı sevmiyoruz. Millet ile devlet arasında sıkışıyor, güneşle aramıza girenlerden rahatsızlık duyuyoruz.

Maddi-manevi bedelini ödemiş de olsak şehrin bize sunduğu nimetlerden bazen sıkılıyoruz. Ters göç ile şekillendirmek istiyoruz yaşamımızı. Üçüncü ve son perdesinde, konusu hiç anlayamadığımız ve bilinmez bir zamanda geçen bu çağdaş operadan ayrılmayı ve kontratımızın feshedilmesini istiyoruz. Artık yerimize başka oyuncular bulmanın vaktidir. Oy veriyoruz. Oylarımızı ve vergilerimizi hacamat ediyor birileri. Bunu biliyor ama ispatlayamıyoruz. İspatlayamadığımız her düşünceden hızla vazgeçiyoruz. Kutsiyet can çekişiyor. Biz hiçbir baskı altında kalmadan, sadece vicdanımızın çığlığına kulak vererek bu perdedeki rolümüzden çekiliyoruz.

Fotoğraf: Uğur Çobanoğlu / Profitopolis

Biz günün sonunda, yine bir mantra gibi “sanat” diyoruz. Fotoğrafçı isek hamurunu atalık tohum, belgesellik ve kalan kaynak suyumuzla yoğuruyoruz. Mevcut tarihi üzerinden sanat, saltanat kayıklarının bile rotasını ters yöne çevirmiştir. Herkes gitmiş, felsefenin yanında bir tek sanat kalmıştır. Sanatçının adı da yoktur artık. Sanatçıların ruhları yüzyıllar sonra bile olsa karşısındaki izleyicilerin bakışlarında huzur bulmuştur. Sanatın, tiranları ve saltanatları rahatsız etmesinin en önemli nedeni, geleceği kucaklamaya yönelik olan eğilimidir. Geçmişte yaşayanları uyandıran bir orman cini gibidir sanat. Seyrek görülse de, müzelere, galerilere gizlense de etkisi büyüktür.

Şimdilerde birileri, sınırlı bilgileri, orta ölçüde sezgileri ve cahil cesaretleriyle, kimse onlardan bir şey istememesine rağmen, manzarası gasp edilmiş arazilerin karşısına geçip içerik üretmeye kalkıyorlar. Onca yoksulluk varken, yapay gündemlerin tahterevallisinde sallanıp hikayeler uyduruyorlar. İçerikleri çalıp çırpıyor, sahipleri tarafından kiralandıkları restoranları, bedavaya kaldıkları perisiz otelleri, mevsimsiz girdikleri havuzları, ehliyetsiz kullandıkları otomobilleri bizlere gösteriyorlar. Egolarını portmantoda bırakıp sisteme yaranıyorlar. Mevsimine göre bir açılıp bir kapanıyorlar. Keyfi yerinde insanlar ona acı veriyor. Mutsuzluklarının en büyük nedeni, haz alamamak ve asla huzurlu bir manzara bulamamak oluyor.

Fotoğraf: Uğur Çobanoğlu / Profitopolis

Sona Doğru

Veriler elimizden alınıyor, hatıralar yok ediliyor ve mekânlar giderek silikleşiyor. Hafızamızı yitiriyoruz. Koordinatlarımız yenileniyor, rotamız yeniden oluşturuluyor ve nerede olduğumuzu bilemediğimiz için sorgulamaya yakın çevremizden başlıyoruz. Sayıklıyoruz, nöbet geçiriyoruz sanki: Burada tarlalar vardı eskiden, sebze yetiştirilirdi. Bahçeydi evlerin önü ve saklanan nice sırlarla nefes alırdı evler. Şimdi yerlerinde, uydu kentler, sitelerin sosyal tesisleri, havuzlarında pantone kataloglarından firari yorgun suların solgun yeşilleri var.

Yapay bitkiler doğal olanların yerini almış. Demiri otla sıvamışlar. Adı yine çit kalmış. Alçı duvarların çevrelediği güvenlik kapılarına doğru mecburi istikamet. Kıra giderdi insanlar, zira burası kırlıktı eskiden. Kurt inmezdi ama insanlar çimenlerin üzerinde kuru köftelerini yarım ekmek arasında iştahla yerlerdi. Ve sen cesur yürek, tersine Don Kişot, evini satın alırken sözünü verdikleri market açılmış; istersen günlerce dışarıya çıkmadan huzurla yaşayabilir, yapay patikalarda tempolu yürüyüşler yapabilirsin. Ve günümüzün birçok insanı gibi her şeye yukarıdan bakıp her düşündüğünü doğru sanabilirsin. Bulutlara yakınsın, üstelik altı taksitle aldığın ve yıldızlara bir kez bile doğrultmadığın teleskobunla asla tanışmayacağın komşularına bakabilirsin.

Fotoğraf: Uğur Çobanoğlu / Profitopolis

Ne yerde ne gökte, geçmişin uzayında olmak artık bir fantezi. Ancak bir koşulu var, bir akraban ya da arkadaşın oturursa o bahçeden içeri girebilirsin. Yoksa sınırları ihlal edemezsin. Yine de kıra gider gibi giremezsin içeri. Önce aranacak, sonra taranacaksın, geldiğin haber verilecek ve kapı görevlisinin vereceği geçici vizeyle içeri girebileceksin. Sohbetiniz bölünsün istemiyorsan da aracını doğru yere bırakacaksın. Trajedin hiç bitmeyecek, Zeus elinde ışın kılıcıyla seni en yakın tepede bekleyecek. Ta ki panoda “game over” yazıncaya dek, oyunun devam edecek.

İşte, coğrafyanı değiştirdin. Özenle oturttuğun yaşamını yerle bir ettin. İlk büyük depremde ölmek istemedin. Köye geldin. Karşında rüzgâr türbinlerini buldun. Önce çok cazip geldi görüntü. Akşamı bekledin, gün inerken enerjinin çarmıhını silüete düşürüp harika fotoğraflar çektin. Gece oldu, pervanenin sesini dinledin. Kuşlar suskundu ve yarasalar kuytularda saklıydı. Temiz enerjiydi, tertemiz. Ekonomik, sağlıklı, hesapta doğal kaynaklara zarar vermeyecekti. Yine kandırılmıştın. Sabah uyandın, altından jeotermal enerji niyetine dev borular geçtiğini öğrendin. Zaten dağları kazıyor, köylüleri para, madeni siyanürle takdis ediyorlardı. Açgözlülüğün çarmıhına gerilmişti insanlar. Yine köyü savunmak için huzuru kaçmış beyaz yakalılar yetişiyor, kolluk kuvvetleriyle karşı karşıya gelip saflarını tutuyorlardı. Nasıl olsa bir gün hepimiz ölecektik. Doğa için, gazi olarak da bu dünyadan gidebilirdik.

Fotoğraf: Uğur Çobanoğlu / Profitopolis

Zamanın Aynasında

Günlük yaşamın gösterdiği ölüm korkulacak bir şey değildir. Tesellimiz herkesin bir rahimden doğmuş olması ve günü geldiğinde ölecek olmasıdır. Fotoğraf bir kara deliktir. Kuvvetli tanımlarından biri de zamanı öldürmek olarak kayıtlara geçirilmiştir. Ölüm, neredeyse tüm büyük dinlerin kitaplarında cennet tanımlamasıyla aydınlık da gösterilse, karanlığını siyah bir pelerin gibi hep yanında taşımıştır. Fotoğraf, zamanı kullanarak yapılan tahnit sanatının en güzel örneğidir. Çekilen her fotoğrafın telif hakkı, artık ölüler ülkesine aittir.

Merminin plastik olması, onun size atılması gerçeğini değiştirmez. Burada ana konu eylemin içerdiği yönelimdir. Bizi koruyacak tek kalkan, aklımızdır. Unutmayalım; beden ölür, ruh geride kalanlara vicdan kapısından geçerek musallat olur. Ölen hep haklıdır ve ölerek savaşını son kez kazanmıştır. Ölülere kulak verelim. Onların dediklerini bir kez daha düşünelim. Adı mahşer ya da başka bir şey; nasıl olsa hepimiz, günü gelince aynı mekânda bir araya geleceğiz.

Küçük bahçe merdiveninin yerinde, şimdi 30 katı yarım dakikada çıkan -bu yüzden hiçbir parçayı asla başından sonuna dinleyemeyeceğin- içinde müzik çalan ve havalandırması olan teknoloji harikası bir asansör var.

Aslında, yaşamak için ölüyor ve ölmek için yaşıyoruz hepimiz. Ve o bloklar, zillerinde isimlerimizin yazdığı, vakitsiz dikilmiş mezar taşlarından başka bir şey değil. Zira, boşluk bizim evimiz. Onu sonuna kadar tasarruf etmeyi seviyoruz.

Fotoğraf: Uğur Çobanoğlu / Profitopolis

 

Fotoğraflar:

@ Uğur Çobanoğlu / Profitopolis

 

 

1963 yılında İstanbul’da doğdu. M.S.Ü. Güzel Sanatlar Fakültesi Fotoğraf Ana Sanat Dalı’nı (Lisans) 1985, Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü Fotoğraf Ana Sanat Dalı’nı (Yüksek Lisans) 2001 yılında bitirdi.

Farklı konularda yayınlanmış 15 kitabı bulunan Merih Akoğul, Türkiye’de ve dünyanın çeşitli ülkelerinde 30’un üzerinde fotoğraf sergisi açtı, grup sergilerine katıldı. Fotoğraf sanatı ve kuramı konularında çalışmalar yaptı. Seminer, sempozyum ve açıkoturumlara katıldı, bildiriler sundu, paneller yönetti, seçici kurullarda yer aldı. Reklam sektöründe yazar olarak çalıştı. Çeşitli özel kurumlarda eğitmenlik, özel radyolarda kültür ve sanat programları, televizyon programlarında sanat danışmanlığı yaptı.

Edebiyat, fotoğraf kuramı, plastik sanatlar ve müzik üzerine yazıları ve eleştirileri birçok gazete ve dergide yayınlanan Merih Akoğul, 2003 yılının yaz döneminde Avusturya Başkanlık Sanat Dairesi tarafından verilen bursla çalışmalarını Viyana’da sürdürdü. Çeşitli müze ve özel koleksiyonlarda yapıtları bulunan Akoğul, 27 yıldır Türkiye’nin önemli üniversitelerinde (Marmara Üniversitesi, Kadir Has Üniversitesi, Bahçeşehir Üniversitesi, Yeditepe Üniversitesi) fotoğraf dersleri vermiştir.

İstanbul Modern Müzesi Fotoğraf Bölümü Danışma Kurulu üyesi olan Merih Akoğul, aynı zamanda da Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde eğitmenliğini sürdürüyor. 2010 yılından 2021yılına kadar Eczacıbaşı Fotoğraf Sanatçıları Dizisi kitaplarının editörlüğünü yaptı. İFSAK Blog ve Gezgin Foto dergisinde köşe yazarlığını sürdürüyor.

Seçilmiş Kişisel Sergiler

2022 “Caz Zamanı” Avusturya Kültür Ofisi, İstanbul
2016 “Montreal’de Bir Mevsim, Galeri Işık
2013 “Tenha Vakitler”, ArtGalerim Nişantaşı, İstanbul
2011 “Kayıp Ruhlar”, ArtGalerim Nişantaşı, İstanbul
2010 “İç İçe İstanbul”, Fototrek, İstanbul
2008 “Standards”, PG Art Gallery, İstanbul
2007 “Sanki”, Leica Gallery, İstanbul
2006 “Geçen Yaz Viyana’da”, Palais Porcia Kunst Raum, Viyana
“Siyah Beyaz Afyonkarahisar”, Fevzi Çakmak Sanat Galerisi, Afyonkarahisar
“Avusturya 2006”, Avusturya Kültür Ofisi, İstanbul
2005 “Bit-ki”, PG Art Gallery, İstanbul
“Yolda”, Avusturya Kültür Ofisi, İstanbul
2004 “Otuz Kuş”, PG Art Gallery, İstanbul
“Geçen Yaz Viyana’da”, Fotografevi, İstanbul
2003 “Güzergâh: Edebiyat”, Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi, İstanbul
2002 “Başarmak”, Fotografevi, İstanbul
2001 “Klasikler/Neo-klasikler”, Fotoğrafevi, İstanbul
“Aşkküre”, Bedri Rahmi Eyüboğlu Sanat Galerisi, İstanbul
1999 “Bronz Askerler”, Fotografevi, İstanbul
1998 “Dönüşümler”, Art Shop, İzmir
“Filim”, İMKB Sanat Galerisi, İstanbul

Yayınlar

2021 “Ağustos” (şiir)
2016 “Montreal’de Bir Mevsim (fotoğraf)
2014 “Gece / Şarkılar” (şiir)
2007 “Sanki” (fotoğraf)
2006 “Siyah Beyaz Afyonkarahisar” (fotoğraf)
2005 “Türk Fotografçıları Kütüphanesi 22/Merih Akoğul” (fotoğraf)
“Bit-ki” (fotoğraf)
“İkizim Söyledi Ben Yazdım” (deneme)
“Saklı Günlükler” (çocuk edebiyatı)
2004 “Geçen Yaz Viyana’da” (fotoğraf)
2002 “Başarmak” (fotoğraf)
2001 “Klasikler/Neo-Klasikler” (fotoğraf)
1999 “Klasikler” (fotoğraf)
1995 “Kuğunun Ölümü” (şiir)
1992 “Son Dokunuş” (şiir)

Küratörlükler

2019 “Yolda” (Türkiye’de Gruplar), Fransız Kültür Merkezi, İstanbul
2019 “Fotoğrafın Doğası”, Artweeks Akaretler, Akaretler No:45, İstanbul
2018 “Yıldız Moran: Bir Dağ Masalı”, İstanbul Modern, İstanbul
2017 “Beni Bul” / Otoportreye Çağdaş Dokunuşlar, Akbank Sanat, İstanbul
2016 “Poz”, PG Art Gallery, İstanbul
2016 “İnsan İnsanı Çekermiş”, İstanbul Modern, İstanbul
2013 “Bir Zamanlar”, Fotografevi, İstanbul
2012 “Mekânın Doğası”, Hilpark Suites İstinye, İstanbul
2012 2. Bursa Fotofest / Uluslararası Bursa Fotoğraf Festivali
“İnsanlığın İzleri” (Sanat yönetmeni, şef küratör)
2012 “Gidilmemiş Zamanlar”, Hilpark Suites İstinye, İstanbul
2011 1. Bursa Fotofest / Uluslararası Bursa Fotoğraf Festivali
“Karşılaşmalar” (Sanat yönetmeni ve şef küratör)

Eczacıbaşı Fotoğraf Sanatçıları Dizisi (Editörlük)

2021 Yusuf Tuvi
2020 Lütfi Özkök
2019 İbrahim Zaman
2018 Ergun Çağatay
2017 Yıldız Moran
2016 Ersin Alok
2015 İzzet Keribar
2014 Sabit Kalfagil
2013 Sami Güner
2012 Ozan Sağdıç
2010 Şakir Eczacıbaşı

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Son yazılar: Fotoğraf

Büyükanne Orada mısın…

Bir ressam düşünün ki, bilinen tüm fotoğrafları yaşlılık dönemine ait olsun ve yaşadığımız dünya onu “Büyükanne”…

Nepal, Mumbai (Yaz 2024)

Bölüm 11, Hindistan, Mumbai (Devam) 9 Temmuz 2024 – Salı Sabah yine aynı saate kalkıp, kahvaltımızı…

Köy Enstitüleri Ruhuyla

‘Ağlarken gördüğümüz insanları, şimdi dans ederken görmek mutluluk verici’ Yazımın temellerini dayanışma gönüllüsü, sanatçı arkadaşım Meral…

Paris Yalnızlığı

Bayram Yılmaz Fotoğraf Kitabı Üzerine   Sert kapak, 154 sayfa 108 Siyah-beyaz, duotone fotoğraf Ebat 23×26…

Bir Öğrenci Sorduğunda

Minor White‘a ait bu yazı, İfsak Blog Ekibi tarafından Espas Sanat Kuram Yayınları’nın izniyle “Fotoğrafçının Eğitimi” …

Yangından Sonra

28 Temmuz 2021 tarihinde Manavgat’ta başlayan ve daha sonra ülkemizin  pek çok noktasında çıkan orman yangınlarında…

Fotoğrafın Oyunu

Anılar mı, yoksa fotoğraflar mı; yaşamın yanında soluk birer suret benzeri kalan küçük oyunların adı… Eski…