Seyir Defteri: Güney Amerika (Cartagena)

/

Bölüm 5 – Kolombiya, Cartagena.

Seyir Defteri’nin Güney Amerika’ya Doğru serisini okumak için ; Bölüm IBölüm IIBölüm IIIBölüm IV

Pazar, 2 Temmuz 2017  (Devam)

Uçağımız Bogota’ya 14:45’te iniyor. Artık Kolombiya’dayız. Problemsiz olarak pasaport kontrolü ve sırt çantalarını aldıktan sona gümrüğü geçiyoruz. Çıkar çıkmaz Avianca’nın transfer bankosuna rastlayıp, hemen sırt çantalarını verip Check-In yaptırıyoruz. Artık rahatız. Aktarmaya iki saatte yetişememekten korkuyorduk. Uçak zamanında kalkıyor ve saat 19:00 gibi Cartagena’ya iniyoruz.

Bavullarımızı alıp otele geç olmadan gitmek için bir taksiye atlıyoruz. Otel hoş, merkezde ve yeni. Yeni olmasından dolayı eksikleri var. Kahvaltı için çok yakındaki başka bir otele gidiliyor örneğin. Ama problem yok odalarımız baya iyi. Odalarımıza yerleşip on, on beş dakika sonra buluşup Cartagena sokaklarını keşfe çıkıyoruz. Çok canlı ve meydanları ile ünlü bir yer. Surların içerisinde küçük bir bölgede onlarca meydan var. Gece birkaç tanesini dolaşıyoruz. Çok kalabalık. Müzik yapanlar, satıcılar, bizim gibi turistler, yerel halk doldurmuş her yanı. Oturup birer Kolombiya birası içiyoruz. Biraz müzik dinleyip, dans edenleri seyrediyoruz. Günün koşuşturması ve erken kalkmanın verdiği ağırlık yavaş yavaş çöküyor üzerimize. Bu güzel ortamı bırakıp otele doğru yola koyuluyoruz. Sabah geç kalkıp kahvaltı ve meydanları dolaşmak hedefimiz. Yapabilirsek CartagenaMedellin biletini de almak. Otobüsle gitmeyi planlıyoruz, yaklaşık on saat sürecek yol. Gece yolculuğu. Umarım rahat bir otobüs buluruz.

Bugün 10.600 adım atmışız.

Pazartesi, 3 Temmuz 2017

Sabah 8:30‘da buluşup, otelin kahvaltı için gösterdiği otele gidiyoruz. İyi bir kahvaltı yapıyoruz. Gece epey yağmur yağmış. Hava oldukça sıcak ve nemli. Önce bir döviz bürosu bulup, Dolar-Peso değişimini yapıyoruz. (1 USD – 2750 Peso). Dolaşırken bir dükkândan çocuklara göndermek üzere posta kartı alıyoruz. Doldurup, yine aynı dükkândan aldığımız posta pullarını yapıştırıyor ve yine aynı dükkânda var olan posta kutusuna atıyoruz. Gerçi kart için verdikleri üç pulu yapıştırınca yazı yazmaya da çok yer kalmıyor. Meydanları dolaşmaya devam ediyoruz. Gündüz bile çok miktarda sivrisinek var. Otele dönüp sinek kovucu sürmek zorunda kalacak kadar çoklar. Dolaşmaya devam.

Cartagena de Indias ‘ın ana cazibe merkezi, bölgede bulunan ve altın ve diğer değerli taşların peşinde olan korsanların sürekli yağmalamasını önlemek için inşa edilen duvarların içindeki Eski Şehir ‘dir. (UNESCO Dünya Mirası Alanı).

Kolombiya kahvesi

Bir süre sonra yorulup, otelin yakınlarındaki bir kafeye oturuyoruz. Tanelerden taze çekilen birer Kolombiya kahvesi sipariş ediyoruz. Tadı gerçekten enfes. Bu arada otobüs bileti için bir bayi bulamıyoruz. Terminalden almamızı söylüyorlar. O da taksi ile bir saatlik mesafe. Biz de işi şansa bırakıp, gitme zamanı gelince gidip, bileti alıp otobüse binme gibi bir plan yapıyoruz. Umarım plan işler. Kalan zaman yine meydanları dolaşmak ve alış veriş ile geçiyor.

Acıkınca sokak satıcılarından “Papa Rellena” ve “Arepa de Huevo” alıp yiyoruz. Yanında verdiği soslarla ve Kolombiya birası ile çok güzel gidiyor. Burada çok çeşitli bira var. Her seferinde farklı marka veya çeşit içmeye gayret ediyoruz.

Akşam yine sokakta müzik dinliyoruz. Sonra yine otele çok uzak olmayan “K.G.B.” Bar ‘a gidip limon ve tuzla, bir tekila cinsi olan “Aguardiente” içiyoruz. Anasonlu bir içecek. Bardan sonra otele gidip yatıyoruz. Yarın gezinin ilk denizine gireceğiz.

Bugün 21.600 adım atmışız.

Gabriel José de la Conciliación García Márquez” Nam-ı diğer “Gabo” “Tüm kitaplarım döner dolaşır bir şekilde Cartagena’ ya dokunur.” Der. Bu şehrin en çok duvarlarına hayran kaldım. Kapılar ve süslemeleri de oldukça renkli ve güzel. Dar Arnavut kaldırımlı sokaklar, rengârenk evler ve balkonlardan düşen çiçekler, surlarla çevrili şehri çok çekici hale getiriyor 

Plaza de Santo Domingo’da Botero ‘nun büyük bir heykeli var.

Salı, 4 Temmuz 2017

Sabah kalkıp yine malum yerde kahvaltımızı yapıyoruz. Mayolarımızı alıp limana doğru yola koyuluyoruz. Denize gideceğiz bugün. Cartagena deniz kıyısında bir liman kenti fakat gördüğümüz kadarı ile kent çevresinde su pis, yeşilimtırak ve partiküllü. Bu nedenle insanlar da teknelerle daha uzaklara gidiyor deniz için. Biz de bu yerlerden biri olan “Playa Blanca” ‘ya (Beyaz Sahil) gideceğiz.

Limana geldiğimizde onlarca kişi etrafımızı sarıyor. Ne olduğunu anlamıyoruz. Az sonra çat pat İngilizce konuşan biri geliyor. Tekne biletlerini önceden almamız gerektiğini, vergisini ise orada, gişede oturan görevliye ödememiz gerektiğini yaklaşık yarım saat sonra anlatabiliyor veya biz anlayabiliyoruz. Garip bir uygulama. Neyse ikna olup adam başı $50,000‘e bileti alıyoruz. Çocuk elindeki kâğıda ismimizi yazıyor. Ayrıca $15,500‘er lira verip vergi biletimizi de alıyoruz. Tekneyi beklemeye başlıyoruz. Saat on ’da dedikleri tekne yarım saat gecikme ile kalkıyor. Tekne dediğimde, kıçtan takma motorlu, yaklaşık on beş kişi alan, hurda görünüşlü uzunca kayık. Üstünde brandadan güneşlik var ama :)

Tekne çok hızlı, yarısına kadar havada gidiyor, neyse ki can yeleklerimiz var. Yol kırk beş dakika diye okumuştuk ama dolmuş gibi sürekli bir yerlere uğrayınca uzuyor süre. Birilerini bir yerden alıyor, bir yerlere bırakıyor.

Playa Blanca

Playa Blanca ‘ya geliyoruz, iskele yok. Tekne burundan kuma giriyor. Önden suya atlayarak iniyoruz. Hemen biri “Pepe” yanımıza geliyor, sizden ben sorumluyum diyor. (Sonradan alış veriş sorumlumuz olduğunu anlıyoruz.) Tekne ise saat üç ‘de sizi buradan alacağız, burada olun diyerek çekip gidiyor.  Pepe bizi bir çardağa götürüyor, söylediği fiyatı kabul etmiyoruz. Sonra şemsiyelere götürüyor, söylediği fiyatın yarısına anlaşıyoruz. Dört tane de sandalye getiriyor. Sahil çok güzel. Süper bir kum var. Beyaz ve pudradan az daha kalın yapısı var. Şansımıza güneşli bir hava, palmiyeler, turkuaz deniz, klasik Karayip görüntüsü.

Görüntüye uymayan şeyler ise kalabalık ve satıcılar. Eğer hafta sonu olsaydı nasıl olacağını tahmin edemiyorum. Ayrıca jet-skiler, muzlar falan çok fazla, hepsi çok tehlikeli olarak yüzen insanların arasında dolanıyor. Havadaki yoğun mazot, benzin kokusu bütün gün sürdü. Böyle güzel bir yerin içine anca bu kadar edilir. Gerçi niye şaşırıyorum ki, zaten böyle bir yerden geliyorum. Kaldığımız süre boyunca belki yüz satıcı geldi, bıktırdılar. Neyse biz zevk almaya çalışıyoruz. Biramızı, Hindistan cevizi kokteylimizi içip denize giriyoruz.  Yine de keyfimiz yerinde. O kadar şemsiye altında kalmama rağmen deniz ve beyaz kumlardan yansıyan ışınlardan oldukça yanıyorum.

Dönüş vakti…

Saat üç‘te tekneden indiğimiz yere gidiyoruz dönmek için. Gelmiyor. Saati 15:30 ‘a revize ediyorlar. Saatinde tekrar gidiyoruz, tekne yine yok. Diğer tekneler gelip yolcularını alıp ayrılıyor. Sahil boşaldı, biz kaldık. Sorumlumuz Pepe ortada yok, o da kayıp. Karayiplerde, Baru adasında bir gece nasıl geçirilir diye konuşmaya başlıyoruz aramızda. (Gerçi sonra Baru adasının aslında bir yarımada olduğunu öğrenip, boşuna telaşlandığımızı anlıyoruz :)) Neyse, bir yarım saat sonra tekne göründü. Yanaştı. O da ne, içindekiler yumruk yumruğa kavga ediyor, çattık. Onlar kavga ediyor, biz nereden çıktığını bilmediğimiz bir kalabalıkla mülteciler gibi tekneye asılı bekliyoruz. Orada kalmamak için kimse tekneyi bırakmıyor. Ayaklar denizde, eller teknede, üst üste asılıyız. Sonra ortam yumuşadı, benzin falan aldılar ve dört buçuk gibi tekneye çıkabildik. O, nereden çıktığını bilmediğimiz kalabalıkla o kadar sıkışığız ki, kımıldayacak, ayağını koyacak yer yok. Ama en azından dönebiliyoruz.

Dönüşte, sanırım geç kaldığı için hızını daha da arttırıyor tekne. Burun kalktıkça insanlar üst, üste yığılıyor. Yolcularda bir kız iyice üzerime abanıyor ama ne onun düzelecek ne de benim yer değiştirecek imkânı var. Böyle gideceğiz. Yine indir bindir işlerini yaparak dönüyoruz. Serpintilerden ıslanmış haldeyiz. Neyse, varıyoruz. Sabah otelden çıkışımızı yapıp, bavulları yine rica ederek orada bırakmıştık. Otelde üstümüzü değiştiriyoruz ama duş alamıyoruz. Yarına kadar Karayip denizinin tuzunu üzerimizde taşıyacağız. Nasıl bir gün geçirdiğimizi tarif edemiyorum. Ama bu şekilde Playa Blanca ‘ya sanırım bir daha gitmem, tavsiye de etmem.

Medellin’e doğru…

Otelde işimizi bitirdikten sonra bir taksi çağırıp terminale doğru yola çıkıyoruz. Terminale varıp, danışmaya Medellin otobüsünü soruyoruz. Gösterdiği firmadan biletlerimizi alıyoruz. Yol yaklaşık 650 km olmasına karşın 13 saat sürüyor. Şimdiden yolların durumunu tahmin edebiliyoruz. Yarım saat gecikme ile otobüs kalkıyor. Erken kalkmamızın ve denizin verdiği yorgunlukla, parçalı da olsa uyuyorum. Normalde çok uyuyamam otobüs, araba, tren gibi vasıtalarda. Otobüs yolda yalnız bir mola veriyor. Bir de garip bir şey oldu. Önce muavin ortaya dikilip yarım saat bir şeyler anlattı. Hadi bunu anladık, bilgi, milgi vermiştir ama ondan sonra yolculardan bir genç kalkıp bir saate yakın konuştu. Artık ne anlattıysa. Yol çabuk bitsin diye hikâye falan mı acaba. Buralarda İspanyolca bilmemek zor. İngilizce bilen hemen hemen yok. Haberleşmede, anlaşmada Google Translate‘e ara sıra başvuruyoruz, işimize yarıyor ama internet bulmak da çok zor. Bu gezide Tarzancamızı çok geliştirdik.

1964 yılında memur bir babanın çocuğu olarak Urfa’da doğdum. 1968 yılında hayatımın geri kalanını geçireceğim İstanbul’a tanıştım. 1986 yılında Yıldız Üniversitesi Kocaeli Mühendislik Fakültesinden Elektronik Mühendisi olarak mezun oldum. Sırasıyla askerlik, iş hayatına başlama, evlilik, iki tane dünya güzeli kız dünyaya getirme, kendi işini kurma ve sonra “Yeter daha ne kadar çalışacaksın?” diyerek iş hayatını komple bırakma çizgisinde bir yaşam geçirdikten sonra, hobilerime yöneldim. Yurt içi, yurt dışı geziler, teknecilik ve karavancılık ile görme, keşfetme ihtiyacımı karşılarken, bunları belgelemek için çocukluktan beri sevdalısı olduğum fotoğrafa tekrar başladım. Aslında çocukluktan beri sevdalı olduğum söylenemez; çocukluğumun tatil günleri, ilkokuldan başlayarak dayımın Maltepe’deki fotoğraf stüdyosunda çalışarak geçti. O zamanlar dışarıda oynamak yerine o daracık karanlık odada, fotoğrafçılığın mutfağında çalışmak nefret edilesi bir durumdu. Ama her aşk nefretten doğmaz mı? Doğar; dolayısıyla fotoğraf makinesini hiç bir zaman yanımdan ayırmadım. Askerlik sırasında, 1988 yılında, AFSAD'da temel eğitim aldım. 2014 yılında, emekli olur olmaz İFSAK’a üye oldum. Çeşitli karma sergilerde, dernek içerisindeki fotoğraf gruplarında, sosyal sorumluluk projelerinde yer aldım. Bir dönem Yönetim Kurulu'nda görev yaptım. 2018 yılında İstanbul Fotoğraf Günleri Koordinasyonunu üstlendim. Ve bu sevdiğim ortamda bulunmaya devam ediyorum.

Yorum Sayıları: 2

  1. Hakan bey, sayenizde sanki oralarda geziyor gibi hissettim. Çok teşekkürler, her daim yolunuz açık pruvanız neta olsun.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Son yazılar: Gezi Kültürü