Bu yıl İFSAK’ın düzenlediği kısa film yarışmasında en iyi kurmaca seçilen Murat Çetinkaya’nın Sonsuz filmini Aralık 2018’de 29. İstanbul Uluslararası Kısa Film Festivali’nde izlediğimde de ilgimi çekmişti. Filmin yönetmeni Murat Çetinkaya ile gösterimler sonrasında tanıştık. 1986 doğumlu. Lisans eğitimini İstanbul Bilgi Üniversitesi Sinema ve Televizyon bölümünde tamamlıyor. Bitirme filmi ve ertesi yıl çektiği kısa film, saygın ulusal ve uluslararası festivallerde yer alıyor. Daha sonrasında yüksek lisans eğitimini İngiltere’de The London Film School’da, Senaryo Yazımı alanında tamamlıyor. Yeditepe Üniversitesi Medya Çalışmaları alanında burslu doktora öğrencisi. Ayrıca uzun metrajlı ve kısa metrajlı öyküleri üzerinde çalışmalarını sürdürmekte. Sonsuz üçüncü kısa filmi. Filmi üzerine sohbet ettiğimizde filmin farklı okumalara açık olduğunu gördüm. Ve bu durum yönetmeni memnun ediyordu. Bu söyleşiyi yapmaya karar vermeden önce filmi tekrar izledim. Yorumlarda değişmeyen, her izlediğimde filmin yöneten ve yönetilenler arasındaki ilişkiler üzerine olduğu idi. Yönetme ve yönetilme sadece devlet ve halk arasında değil tabii ki. Eşler arasındaki ilişkilerde de bir yöneten yönetilen olabilir. Ya da anne, baba ve çocuklar arasında. Sonuçta her ne sebeple olursa olsun güç sahibi kişi ve onunla yaşayanlar arasındaki ilişkiler acımasız bir halde, bir diğerinin ezici baskısı ile yürüyebilir. Bakalım filmin genç yönetmeni Murat Çetinkaya filmini hangi düşüncelerle gerçekleştirmiş?
Öncelikle Sonsuz filminizin hikâyesinin nasıl doğduğu ile başlayıp, hem filminizi hem de sizi tanıyalım.
Yüksek lisans programının derslerinden biri olan “Kısa Film Yazımı” dersi için bizden birkaç mekân fotoğrafı çekmemiz istenmişti. O mekânlardan birinde geçen bir hikaye yazılacaktı. Ben de Londra’ya gitmeden önce bir iş için Trabzon’daydım. Fotoğraf çekmek için elime kamerayı alıp yollara düştüm. Uğruna Karadeniz’in o güzelim sahillerinin yok edildiği sahil yolu o sırada henüz asfaltlanmamıştı. Topraktan ibaret dev bir boşluktu. O dev boşluğun ortasında duran boş bir güvenlik kulübesi gördüm. Sinematik potansiyeli olan bir mekân olduğu için ilgimi çekti ve fotoğrafını çektim. Yüksek lisans başlayınca o kulübede geçen bir kısa film senaryosu yazmak için çalışmaya başladım. Sonsuz’un hikâyesi böylece başlamış oldu. Senaryonun ilk dört draftını yüksek lisans kapsamındaki “Kısa Film Yazımı” dersi kapsamında yazdım. Yüksek lisanstan sonra üç yıl boyunca senaryoyu geliştirmeye devam ettim. On üçüncü draft’a gelince artık senaryonun tamamlandığına karar verdim ve çekmek için kolları sıvadım. Tam o dönemde Kültür Bakanlığı’ndan destek çıktı ve filmi yaptık.
Sonsuz’un senaryosuyla üç yıl boyunca uğraşırken yazmanın bir yolculuk olduğunu öğrendim. Senaryoyu yazmaya başladığımda filmin önemli unsurlarının çoğu senaryoda yoktu. Hikâyenin duygusal özü, saydamlık – opaklık ikiliği üzerine kurulu görsel anlatım, otorite konusu… Bunların hiçbiri yoktu. Filmin türü bile farklıydı. Şu anki gibi zamansız, soyut bir alegori ve bir distopya değildi. Gerçekçi bir hikâyeydi. Hikâyenin ana eksenini, boşluğun ortasında bulunan güvenlik kulübesindeki güvenlik görevlisi ile dışarda üşüdüğü için kulübeye girmek isteyen bir evsizin çatışması oluşturuyordu. Senaryo yazımını günlük egzersiz haline getirip bir memur gibi her gün düzenli yazdıkça film evrildi, evrildi… Ve şu anki halini aldı.
Sonsuz filminizi ilk gördüğümden beri farklı okumalara açık olduğunu düşünüyorum. Siz filminizi hangi kaygılarla çektiniz ?
Filmi gördükten sonra yaptığınız çıkarımlar ben filmi yazarken, çekerken ve kurgularken aklımdan geçenlerle ortaklık taşıyor. Yazma, çekme ve kurgulama aşamalarının hepsinde sürekli olarak fark ettiğim şey anlamın sabit olmadığıydı. Her izleyicide ortak bir algı yaratan bir film değil. Sizin de dediğiniz gibi hem egemen sınıf – ezilen sınıf ekseninde hem de kişisel ilişkiler ölçeğinde algılanabilir. Senaryonun ilk taslaklarını yazarken motivasyonum otorite üzerine düşündüren ve sorular sorduran bir film yapmaktı. Kişisel ya da daha büyük ölçekli otoritenin başlıca karakteristiği olan şeffaflığa tahammülsüzlük halini filmin evreninde görselleştirmek için Lider’in evini opak olarak hayal ettim. Küpün uzaktan siyah ve donuk ama yaklaşınca yansımalı ve sürprizli görünmesi ise iktidarın uzaktan korkutucu ve ulaşılmaz ama yaklaştıkça cazipleşmesini ifade etmek için yaptığımız bir tasarım.
Bense yansımaları, toplumda bizimle aynı olanlar ve olmayanlar, bana zıt olanlar, benim gibi olanlar ve bunlar arasındaki ilişkiler olarak düşündüm. O yansımalarda filmin karakterleri ikiye katlanıyor ve ben orada bir toplum görüyorum. Bu anlamda da yansımayı kullanmış olmanız beni etkiledi.
Sizin yansımaları yorumlayışınızdan gerçekten etkilendim. Çok ilginç ve daha önce karşılaşmadığım bir yorum. İtiraf etmem gerekir ki bunu düşünmemiştim. Zaten filmi çektikten sonra izleyicilerin yorumlarını dinlemek yeni ve öğretici bir aşama. O aşamada yönetmenin filmle ilişkisi tazeleniyor. Ben de şimdi sayenizde kendi filmime dair yeni bir perspektif edindim.
Sonsuz nerede çekildi?
Filmin çekildiği yer, Ankara’nın en batısında Nallıhan isimli ilçede kurumuş bir göl. Çekimlerden önce distopik bir mekân bulabilmek için çok uğraştık. Birkaç mekân bulmuştum ama hiçbiri içime sinmiyordu. Uçsuz bucaksız boşluklardı bunlar ama katmansız ve dokusuzdu. Büyüleyicilikleri yoktu. Sonsuz’un ihtiyacı olanın büyüleyici bir mekân olduğundan emindim. Kara kara düşünürken neyse ki burası karşıma çıktı. Filmi bu mekânda çekmeseydik etkisi bu kadar güçlü olur muydu? Bilmiyorum. Sanırım o durumda daha az geniş açılı plan kullanıp sadece küpte ve oyuncularda kalırdım.
Sonsuz’dan önce yaptığınız iki kısa filminiz daha var. Bunlardan birisi Asker. Asker’de de tıpkı Sonsuz’da olduğu gibi boşluk ortasında bir küp var. Sanki toplumda yaşanan farklılıkları, farklı dünyaları anlatıyor gibisiniz. Ya da içerisi ve dışarısı. Karşımıza çıkan ikiliklerin temelinde düalizm mi yatıyor?
Beni Asker ve Sonsuz’u yapmaya iten ilk etken boşluk ortasındaki küp görselinin hem senaryoda hem yönetimde kontrast yaratmaya imkân veriyor oluşuydu. Küpün içinde ve dışında olmanın apayrı durumları temsil ediyor olması izleyicinin filmin ana çatışmasını hızlı ve açıkça algılamasını sağlıyor. Kısa film için çok uygun. Ve sizin de dediğiniz gibi, içerisi ve dışarısı arasındaki keskinlik ikiliğe işaret ediyor. İçerisi ve dışarısı arasındaki kesin zıtlık, aynı zamanda iki durum arasında katı bir etkileşimsizliğe, birbirinden bağımsız olmaya işaret ediyor. Bu noktada düalizmi akla getirmesi normal. Ancak öyle sanıyorum ki filmlerimdeki söz konusu ikilik durumu hepimizin toplumsal sorunlara dair temel yanılgısını da temsil ediyor. Bahsettiğim yanılgı, maddi yaşantımıza dair her şeyi “ya öyle ya böyle” ikiliği ekseninde değerlendiriyor oluşumuz. Bu bir yanılgı çünkü maddi yaşantımız “ya öyle ya böyle” olmaya yani durağanlığa mahkûm değil.
Editör notu: Ağustos 2019’da Ayın Kısa Filmi olan Asker Kısa Filmi’ni seyretmek için tıklayın.
Diyalektiği rehber alırsak, maddi yaşantımızdaki her şey arasında sürekli bir akışkanlık, etkileşim vardır. Yani her şey değişir. Bu da şu demek; maddi yaşantımız da değişebilir. Asker’de ana karakterin küpün içinde hapsolması ile küpün dışına çıkıp özgürlüğe asla koşamayacak olması hepimizin mevcut egemen sistemin asla değişemeyecek olmasına ikna edilmiş oluşumuzun bir temsili. Sonsuz’da da benzer bir durum var. Direnişçiler Lider’i yıkmayı başarıyor ama sistemin kurallarını değiştiremiyorlar.
Asker ve Sonsuz’un insanlığın egemen sistem karşısında çaresiz hissedişini ortaya koyuyor olduğunu düşünüyorum ama aynı zamanda egemen sistemin değişmez olduğu mitini yeniden üreterek onaylama tehlikesi de taşıyor.
Özellikle Sonsuz’u bu yönde algılayan izleyiciler oldu. Ben de bu noktada distopyanın işlevini sorguluyorum. Çok sade düşünürsek distopya geleceğimizin daha iyi olamayacağını söylüyor. Bu aynı zamanda bir uyarı olup harekete geçmeye davet edebilir. Filmi böyle yorumlayanlar da oldu Filmi gördükten sonra “umarım bu düzen filmin adı gibi Sonsuz olmaz ve sonu gelir” diyenler oldu. Sanırım bu anlamda distopyanın değerli bir işlevi var. Ancak dediğim gibi aynı zamanda “değişim imkânsızdır” mitini yeniden üretme tehlikesi taşıyor.
Her üç kısa filminizde de oyuncu yönetiminde de oldukça başarılısınız. Onlarla nasıl bir çalışma yöntemini tercih ettiniz? Hatta önce oyuncu seçiminden başlasak.
Oyunculuk konusunda üç kısa filmimde de çok titiz çalıştım ama aynı zamanda şanslıydım. Üst Kattaki’ni çekerken Mert Trenova sadece 11 yaşındaydı ve ben ilk filmimi çekiyor olmamın acemiliğini yaşıyor olmama rağmen Mert’in hikâyeyi çok iyi kavramış olması sayesinde benim hatalarımı kapattığı bile olmuştu ve filmde çok inandırıcı bir duruş sergilemişti. Zaten daha o yaşında tecrübeli bir çocuk oyuncuydu. Asker’de Kaya Akkaya tek mekânda tek karakter olmasına rağmen ekranı kaplayıp filmi taşımıştı.
Sonsuz’da ise tüm oyuncularım film için heyecanlı ve senaryo üzerine uzun süre düşünmüş bir halde işe başladılar. Bu sayede hepsi kendi canlandırdıkları karaktere ve hatta senaryoya yeni perspektifler katan öneriler getirdiler. Özellikle Serhat Kılıç’ın senaryo için çok önemli bir önerisi oldu ama bu öneri bir sır. Bence Sonsuz’daki oyunculukların etkileyici olmasındaki en önemli etken, oyuncuların senaryoyu gerçekten beğenip canlandıracakları karakterlere inanmaları, karakterleri içselleştirmiş olmaları ve setten önce birlikte uzun uzun fikir alış verişi yapmış olmamız. Oyucularla bu noktaya gelebilmek, oyunculuğa dair diğer tüm çalışmalardan daha önemli olabilir. Ama emin değilim. Ben de yeni yeni öğreniyorum.
Sonsuz filmim için oyuncu seçimine gelirsek, filmin çok özgün bir atmosferi olduğu için oyuncuların filmin dünyasıyla bütünleşmeleri benim için çok önemliydi. Aklıma gelen oyuncuları filmin mekânında hayal etmeye çalıştım. Yüzleri, yüz ifadeleri, duruşları… Serhat Kılıç en baştan beri protagonist için aklımdaki birkaç oyuncudan biriydi. Filmin dünyasında çok inandırıcı duracağından, bu sayede seyirciyi filmin hikâyesine ikna edeceğinden emindim. Zaten çok iyi bir oyuncu. Protagonistin Serhat Kılıç olmasına karar verdikten sonra antagoniste sıra geldi. Protagonist ve antagonistin uyum yakalamasına çok önem verdim. Ve şanslıyım ki Bülent Çolak da rolü son derece motive bir halde kabul etti. Bülent de çok iyi bir oyuncu. Üçüncü kısa filmimde bu kadar iyi iki oyuncuyla çalışma şansı bulduğum için şanslı hissediyorum. Son olarak, “Lider’in “onu ezip geçeceksin” emrine itaat etmeyen karakter ise çok belirleyici bir karakter olduğu için uzun süre karar veremedim. Ama neyse ki o konuda da şansım yaver gitti ve çekimlere kısa bir zaman kala role çok iyi oturan bir yüz çıktı karşıma ve o da filme çok motive bir halde dahil oldu. Onun da kendi karakteriyle ilgili iyi bir önerisi oldu. Onunla da uzun süre konuştuk ve filmde duru, inandırıcı bir oyunculuk ortaya koydu.
Sonsuz filminde müzik anlatımı destekliyor ama Asker’de tam ne güzel müziksiz doğal ortam sesleri ile gidiyor derken bir anda çocuğun hayali ile müzik de girdi. Olmasa da olurdu, iyi gidiyordu. Hatta o sessizlik izleyiciyi filme daha çok çekiyor. Çocuğun göz kırpmaları ile izleyicinin de dışarıyı görmesini de çok sevdim. O zaman sanki o kutunun içinde ben varmışım gibi hissettim. Sinemamızda yönetmenlerimiz müzik kullanmayı çok seviyorlar. Anlatıma katkısı olsun ya da olmasın müzik kullanılıyor. Bu izleyici olarak beni filmden uzaklaştırıyor. Ama Sonsuz için aynı şeyi söylemiyorum, orada etkileyiciydi. Filmin müziğini nasıl seçtiniz ?
Sanırım Sonsuz ve Asker hem çok benzer hem çok farklı filmler. Aynı hayal gücünün üretimi olan tasarımlar ama iki filmdeki yönetmenliklerde fark var. Belki de büyük farklar var. Asker’in bir minimalist sinema örneği olduğunu söyleyebilirim ama Sonsuz için minimalist sinema kavramını kullanırken emin olamıyorum ki Sonsuz için minimalist sinema kavramını kullanan pek çok kişi oldu. İki filmin ana mekânları olan kutular ve o kutuları çevreleyen atmosferler çok farklı. Sonsuz’un hem ana mekânı olan küp hem de küpü çevreleyen atmosfer Asker’den çok daha görkemli. Asker ise çok daha sade bir film. Emin değilim ama Asker minimalistken Sonsuz belki de maksimalist!
Sanırım müziğin Sonsuz’da filmle çok uyumlu olup Asker’de “müzik olmasa da olabilir” diye düşündürtmesinin temel sebebi bu ki, Asker için bestelenen müzik de çok iyi. Ayrıca şunun da hesaba katılması gerektiğini düşünüyorum; iki filmin duyguları çok farklı.
Sonsuz tüm insanlığın ebedi kaybedişini incelerken Asker yalnız, kandırılmış bir askere odaklı, o yalnız askerle empati kurmaya davet eden bir film. Sonsuz provoke ediciyken Asker naif, kırılgan bir duygu uyandırıyor.
Bu nedenle Sonsuz’a seyirciyi ele geçiren baskın bir müzik, Asker’e ise seyirciyi karakterin duygusuyla baş başa bırakan sessizlik yakışıyor olabilir. Sonsuz’un müziği için yeteneğine ve zekâsına çok güvendiğim Taner Yücel’le çalıştım. Kendisi Asker’in müziğinin de iki bestecisinden biri. Taner beni çok iyi anladığı için hayalimdeki müziği, filmin yaratmasını istediğim duyguyu ona anlatmam zor olmadı. Filmin kaba kurgusu bittikten sonra Taner’le benzer atmosferlerde geçen çok sayıda filmin müzikleri üzerinden konuyu tartışmaya başladık. Birlikte zaman ötesilik, uhrevilik gibi kavramlar üzerinden dururken Taner ek olarak müziğin çöl atmosferi ile uyumu üzerinde durdu. Bir süre fikirlerimizi çarpıştırdıktan sonra Taner konuyu ele aldı ve ortaya çok iyi bir sonuç çıkardı.
Film yapmaya devam edeceksem sinemada müzik kullanımı konusunda çok daha fazla düşünmem gerektiğinden eminim. Sinemada görsellik dışındaki unsurları dışlayan anlayışlar her zaman oldu ama sinema sadece görsel bir sanat mı ki? Görsel işitsel bir sanat değil mi? Ben de uzun süre diyalog kullanımının, müzik kullanımının ustalıklı, saf sinemaya zarar verdiği anlayışının etkisindeydim ama şu anda aklımda net bir ustalıklı sinema tanımı yok. Üniversite 3. sınıftayken Nuri Bilge Ceylan’ın “Üç Maymun”undaki yönetmenlikten çok etkilenmiştim. Filmde müzik kullanımı yoktu ve “müziksiz sinema daha üst düzey sinema mı?” diye düşünmüştüm ama Nuri Bilge Ceylan sonraki filmlerinden Kış Uykusu ve Ahlat Ağacı’nda müzik kullandı. Ahlat Ağacı’nda ana karakter öğretmenlik sınavını yarım bırakıp çıktığında devreye giren müzik o kadar etkili olmuştu ki, o an ana karakterin duygularını çok daha iyi hissetmiştim ve tıpkı onun gibi gelecek kaygılarım uyanmıştı içimde. O an müzik olmasa o sahne o kadar etkili olmayabilirdi. Bir diğer sinema efsanesi Kieslowski’nin bizi çarpan, canımızdan can alan filmlerinde müzik filmin en etkin unsurlarından biri olarak işlev gösterir. “Aşk Üzerine Kısa Bir Film”de anlatımın başlı başına temel unsurlarından biriyken “Veronique’in İkili Yaşamı” ya da “Mavi”de anlatımın ötesinde anlatının yani senaryonun da temel unsurlarından biri. Yani sanırım sinemada doğru müzik kullanımı belirsiz bir konu. Hem yönetmenin uyandırmak istediği duyguya bağlı olarak kişisel kararının sonucu, hem de filmin diğer unsurlarıyla bağlantılı olarak düşünülmesi gereken analitik bir mesele.
Sinema okumaya nasıl karar verdiniz? 90’lı yıllarda sinemamızda ilk filmini yapan birçok yönetmen sinema okumak yerine başka meslek dallarında üniversite eğitimlerini tamamlamışlardı. Çoğu ile konuştuğumda sinema okumak konusunda aile tepkisi ile karşılaştıklarını söylemişlerdi. Ya da o kadar popüler meslekler vardı ki mühendislik, mimarlık ya da işletme gibi sinema okumak çoğu kişinin aklına gelmiyordu. Siz 1986 doğumlusunuz ve ilk kısa filminizi 2000’lerde yapıyorsunuz. Sizin için süreç nasıl gelişti?
Sinemayı seçmemin çok ilginç bir hikâyesi yok aslında. Lise yıllarında evde film izlemek en büyük zevklerimden biri haline geldi. Film izledikçe içimde film yapma isteği büyümeye başladı. Üniversite için bölüm seçme zamanı geldiğinde bahsettiğiniz popüler meslekleri seçmek aklımın ucundan bile geçmiyordu. Okumak istediğim tek bölüm sinemaydı ve sinemayı seçtim. Zaten bir çocuğu ya da bir genci sanata yönelten başlıca “sorun”un hayatın popüler boyutlarını kendine uzak buluyor olması olduğunu düşünüyorum. Popüler olan her neyse ona bir türlü yönelemeyip kendini ait hissedeceğin bir alan arayarak geçen zamanın sonunda sanatı keşfedip tutunursun. Bana olan buydu. Pek özel bir hikâye olduğunu sanmıyorum. Çoğu sanatçının hikâyesi buna yakın olmalı.
Ailem sinema eğitimi alma kararımda bana destek oldu. Sinemanın evrensel bir meslek olması ailem için önemliydi. Geniş ailem ve sosyal çevremizdeki çoğu kişi tabii ki sinema bölümüne girmeyi başarısızlık olarak görüyordu ama çekirdek ailemin dünya görüşü neyse ki çevremizden çok farklıydı. Bu bir sinemacı adayının hayatını kolaylaştıran, önemli bir etken. Sinema bölümünü kazandığımda tabii ki incelmiş bir sinema beğenisine sahip değildim. Ortalama izleyiciye temas eden unsurlarla bağ kuruyordum. Ana akım filmlerdeki her şey… En düşük ortak paydaya hitap eden popüler anlatılar, entellektüel yaklaşım getirmektense basit duyguları tahrik eden hikâyeler, author değil memur yönetmenler, Hollywood yıldızları… Sinema eğitimine başlayana kadar sinemanın beni heyecanlandıran kısmı bu saydıklarımdı. Sinema eğitimi alırken sinemaya yaklaşımım doğal olarak olgunlaştı. Lisans eğitimim süresince ödev olarak yaptığım filmlerde ağırlıklı olarak Türkiye Sinemasının 90’lar kuşağının etkisindeydim. O dönemde ilk filmlerini yapan her sinemacı adayı aynı etkideydi. Benim ilk kısa filmimde de ciddi anlamda o etki görülebilir. İkinci kısa filmim Asker’de yarı bilinçli – yarı içgüdüsel bir şekilde bambaşka bir biçimselliğe yöneldim. Bu yeni biçime yatkınlığımı keşfedince üçüncü kısa filmim Sonsuz da benzer bir biçime sahip oldu.
İngiltere’de de sinema eğitimi aldığınızı okudum. İngiltere’de ve Türkiye’de aldığınız eğitimlerde farklı gördüğünüz ve ilk anda aklınıza gelen en temel konu nedir?
Konu sinema eğitimiyse öncelikle şunu belirtmeliyim. Lisans ve yüksek lisans eğitimimi sinema üzerine aldıktan yıllar sonra sinemanın öğretilemeyip öğrenilen bir alan olduğunu düşünmeye başladım. Bundan emin değilim tabii ama sanırım sinemada öğretilebilecekler kısıtlı. İş kişinin kendini yetiştirmesine, sinemayla kendi ilişkisini kurmasına, kendi sinema dilini kendi kendine bulmasına kalıyor. Tabii kısıtlı da olsa öğretilenler çok önemli. Sinemaya dair öğretilenler sinemacı adayına yıllar içinde kendini geliştirirken rehber oluyor. Sinemacının kendisini geliştirebilmesi için doğru vizyonu veriyor, içinde kalınması gereken çerçeveyi belirliyor.
Sinema eğitimi konusuna yaklaşımımın bu yönde olduğunu belirttikten sonra lisans ve yüksek lisans eğitimlerimi kıyaslayabilirim. Lisans eğitimimi İstanbul Bilgi Üniversitesi Sinema Bölümü’nde, yüksek lisans eğitimimi ise İngiltere’de London Film School’da Senaryo Yazımı alanında tamamladım. İki okulda da çok iyi hocalardan ders alma şansım oldu. Ancak lisans eğitimim süresince Bilgi Üniversitesi Sinema – Tv bölümü bir ekol çatışmasının etkisindeydi. Çok değerli sinema hocalarımız vardı ama müfredat yalpalıyordu. Durum böyle olunca müfredat dahilindeki derslerden çok hocalardan beslenerek sinemayı öğrenmeye devam edebildik.
Bu noktada, lisans ve yüksek lisanstaki hocalarımı değil programları kıyaslamam gerekirse, yüksek lisans programının daha üst düzey olduğunu söyleyebilirim. Bunun nedenlerini iki konuya indirgemem gerekirse öncelikle yüksek lisansta, okuldaki tüm hocaların öğrenciden verim almak için ortak coşku taşımasını söylemeliyim. İkinci konu ise son derece disiplinize bir program. Dahil olduğum yüksek lisans programı, eğitimin her bir gününün dolu ve verimli geçmesi üzerine titizlikle tasarlanmıştı. Az önce belirttiğim nedenlerden dolayı lisans eğitimimizde bunlardan mahrum kaldık. Şunu tekrar vurgulamak istiyorum ki lisansta çok iyi hocalarımız vardı ama bölümde bir plan, program, motivasyon eksikliği vardı. Benim şanssızlığım şu ki, bu durum ben mezun olduktan sonra giderildi. Bölüm yeniden sinema ekolüne kavuştu ve bölümden ayrılan çok iyi hocalar da geri döndü.
Kısa filmlerinizle aldığınız birçok ödül var. Yarışmalar ve ödüller sizi nasıl etkiliyor? Film yaratım sürecinde ödüllerin en büyük katkısı nerede oluyor?
Bence festival başarılarının en önemli getirisi bir sonraki film için yönetmeni motive edici etkisi olması. Bir sonraki filme giden o zor, uzun, aşamalarla dolu yolculuğa çıkmak için cesaret vermesi. Film yapabilmek için taşıdığımız tutkuya rağmen film yaparak yaşamanın zorluklarına katlanmak her zaman kolay olmuyor. Sanırım her yönetmen bir sonraki filmi gerçekleştirme şansının bulunup bulunamayacağına dair kronik kaygı taşıyordur. Filmin festival başarısı kazanması özellikle kısa filmci olarak bu kaygıyla biraz olsun baş etmemize yardım ediyor. Kısa ya da uzun metraj, bir sonraki film için gerekli enerjiyi içinde bulmak, finansman bulmak, üst düzey yapımcılar ve üst düzey film emekçilerinin filme dahil olmasını sağlamak… Sanırım filminizle festival başarısı yakalamak bu saydıklarıma ulaşmaya yardım ediyor. Burada festivallere düşen adil, iyi niyetli, yetenek keşfetmeye açık bir tutumda olmak çünkü özellikle kısa filmin başarısının ölçülebildiği tek düzlem festivaller.
Kısa filmi nasıl tanımlarsınız ?
Sanırım en iyi tanım “biricik” olurdu. Kısa film, sinema ama aynı zamanda sinemasız da olabilir. Yönetmenin hem sinemasını ortaya koymasını hem de zekâsının ürettiği sinemadan bağımsız parçaları yansıtmasını kabul eden bir alan. Uzun metrajlı bir film için olan “sinema duygusunun güçlü olması” övgüsü bir kısa film için de övgü olabilir ama uzun metrajlı bir film için eleştiri konusu olan “sinema duygusundan yoksunluk” kısa metrajda bir eleştiri olmayabilir. Bildiğiniz gibi,
Bize Ulaşın