İngiliz yönetmen Christopher Nolan’ın senaristliğini ve yönetmenliğini üstlendiği Akıl Defteri (2000) filmi, ilk bakışta yaşadığı bir olay sonucu bilinç kaybı yaşayan Leonard adlı karakterin intikam alma çabasını perdeye yansıtıyor gibi görünebilir. Ancak gerçek tamamen farklıdır. Nolan’ın söz konusu filmi kardeşi Jonathan Nolan tarafından yazılan “Memento Mori” başlıklı hikâyeye dayanmaktadır. Uyarlama bir film olması nedeniyle öyküyle birçok ortak noktaya sahip olsa da sinemayı bir sanat dalı yapan kendine özgü teknikleri sayesinde öykünün çehresini değiştirmiş olduğunu düşünüyorum. Yazılı anlatımda olmayan, sadece perdeye yansıtılan hikâyenin daha iyi anlaşılması adına kullanılan teknikler (kamera kullanımı, siyah beyaz renk tercihi ve film evrenine ait olan ya da olmayan ses ve müzikler) olumlu veya olumsuz anlamda filmi kitaptan bambaşka bir seviyeye taşıyabilir. Bu filmde Nolan, teknikleri kullanmaktaki yetkinliği sayesinde bunu olumlu yönde başarmıştır.
Akıl Defteri filmi Nolan’ın kariyerinin parlama noktası olarak gösterilebilir. ”Başlangıç” ve “Yıldızlararası” gibi daha sonra gerçekleştirdiği büyük bütçeli yapımlarda başarıyı getiren ve belki de kendine özgü olan; zamanı filmde ustaca kullanma yeteneği bu filmde ilk sinyallerini veriyor. O yıllarda yapılan filmlerle ve kendisinin gelecekte yapacağı diğer filmlerle karşılaştırıldığında Akıl Defteri oldukça düşük bütçeyle ortaya çıkartılmıştır. Çekimleri sadece yirmi beş gün sürmüştür. Şüphesiz ki bütçe ve zaman çok sınırlı olmasına rağmen yönetmenin kurgu masasının başında gösterdiği hünerleri filmin çıtasını yükseltmiştir. Bu durum aslında genç sinemacılara bir mesaj olabilir. Nolan, son dönemin en başarılı yönetmen ve senaristlerinden biri olarak gösterilmesine karşın o da kariyerinin başında önemli kısıtlamalarla karşı karşıya kalmıştır. Filmlerinde yarattığı dünya ve sinema sanatına özgü teknikleri kullanış yeteneği kendinden ve filmlerinden söz ettirebilmesini sağlamıştır. Gösterime girdiği dönemde izleyiciler ve otoriteler tarafından büyük beğeni toplayan film, IMDB sıralamasının da üst sıralarında bulunmaktadır.
Filmin başarısını sinematografik anlatının temel öğelerinden birçoğunu ustalıkla fakat özellikle zaman kavramını ele aldığımızda farklılık yaratarak kullanmasına borçlu olduğunu söyleyebiliriz. Temeldeki hikâye basit bir intikam hikâyesi olmasına rağmen, anlatı yapısı son derece karmaşıktır. Nolan sinemasının diğer örneklerine baktığımızda aslında bu durumun sinemasının özünü oluşturduğunu söyleyebiliriz. Filmi sinema salonunda veya evlerinde izleyen izleyicilerin dikkati dağılmamalıdır. Aksi halde filmdeki anlatı, izleyicide karşılığını bulamayabilir.
İzleyicileri amnezi hastalığı yaşayan ana karakter Leonard kadar karışık bir durumda hissettirebilmek için Akıl Defteri filmi alışılagelmişin dışında bir kurgu yöntemi izlemektedir.
Kısaca bahsetmek gerekirse, ileride daha detaylı ele alacağız, film dekronolojik bir yapıya sahiptir. Filmin kurgusu alışılagelmiş kurgu tekniklerinin aksine sondan başa doğru ilerlemektedir. Ben bu tercihi yapmasının arkasında birden fazla neden olduğunu düşünüyorum. İlk olarak Nolan daha sonra çektiği birçok filminde de görüldüğü üzere izleyicinin merak duygusunu tetiklemeyi seven bir yönetmen. Akıl Defteri filminde de merak unsurunu “Acaba ne olacak?” sorusunun üzerine değil de “Acaba bu sona nasıl gelindi?” sorusunun üzerine kurmayı amaçlamış olabilir. Dolayısıyla film nedenleri takip ederek sonuca ulaşmaz tam aksine sonuçların nedenlerini ortaya koymaya çalışır ve sonunda da tüm yaşananların temel nedeninin Leonard’ın suçunu inkâr etmek ve hayata devam etmek adına oluşturduğu hayali bir intikam duygusu olduğu anlaşılır.
İkinci olarak izleyici ile bilinç kaybı yaşayan ana karakter Leonard’ı özdeşleştirmek istemiş olabilir. Leonard eşinin ölümüne sebep olduktan sonra akıl hastanesinde tedavi görmüş ve yaşama amacını kaybetmiş bir karakterdir. Yaşam amacı olmadığından hayatına devam edemeyeceğini düşündüğü için eşinin Jhon G. adlı biri tarafından öldürüldüğüne koşullandırır kendini ve intikam peşine düşer. İşlediği her cinayetten sonra yaşadığı hastalığın da etkisiyle başa döner ve her şeyi en baştan araştırmaya koyulur. Bu yolun sonu da bir başka cinayete gider.
Döngü her seferinde aynı şekilde devam eder. Dolayısıyla her son farklı bir başlangıç ve her başlangıç bir sondur.
Bu bağlamda, izleyiciler de Leonard ile aynı bakış açısıyla aynı olayları yaşarlar. Kişisel olarak sondan başa doğru giden ve belki de yüzlerce defa zamanda atlamalara yer verilen kurgu anlayışının çok riskli olduğunu düşünüyorum. Söz konusu durum izleyicinin olayları takip etmesini ve hikâyenin bütünlüğünün korunmasını oldukça zorlaştırıyor. Ancak ben bu riske rağmen bütünlüğün korunduğunu ve hikâye aktarımının sağlıklı bir şekilde gerçekleştiğini düşünüyorum. Elbette her izleyicinin algılama şekli farklı olduğu için tam tersini söyleyenler de azımsanmayacak kadar çoktur. Filmin kronolojik bir kurgusunun olması da bu argümanı destekler niteliktedir. Hikâye anlatmanın eşsiz ve karmaşık tarzı nedeniyle, bu filmin tekrar tekrar izlenebileceğini düşünüyorum.
Akıl Defteri’ni sinematografik anlatının temel kavramları doğrultusunda analiz ettiğimizde ilk olarak anlatısal bir filmle karşı karşıya olduğumuzu söyleyebilirim. Film aslında tam bir çoklu anlatı sineması örneği olarak gösterilebilir. Leonard’ın bilinç kaybı yaşamadan önceki hayatı ve intikam almak için yaptıkları iç içe geçmiş bir şekilde anlatılır. Sammy’nin hikâyesi ise izleyiciyi tam anlamda muallakta bırakmaktadır. Sammy’nin anlatıldığı bölümlerde siyah beyaz renk tercihinin kullanılması izleyicileri bunun bir flashback olduğunu düşünmeye itebilir. Bu izlenim kısmen de olsa doğrudur. Dışsal bir flashback örneğidir; yani hikâyenin başladığı andan daha öncesine ait bir olayı anlatır ve aralıklı bir anlatım söz konusudur.
Tüm olay tek bir seferde değil, aralıklarla fakat uyumlu olarak verilir.
Filmin sonunda Teddy isimli karakterin ‘Eşine fazla insülin verip ölümüne sebep olan Sammy değildi, sendin.’ sözü gerçeği açığa çıkartır. Film boyunca üçüncü bir kişinin öyküsü olarak anladığımız aslında karakterin öyküsüdür. Bu bağlamda, filmin birleştirici bir karakteri olduğunu söyleyebiliriz. Ancak bunun en önemli kanıtı, son siyah beyaz sahnenin oldukça yumuşak bir şekilde (sanırım Cross dissolve efekti kullanılmış) renkli sahnelere bağlanmasıdır. Dolayısıyla filmin birleştirici yönü burada açığa çıkar. Benim sinema anlayışıma göre flashback olan bir sahnede siyah beyaz veya sepya renk tercihinin kullanılması biraz kolaya kaçmaktır. Yıllardır süre gelen alışkanlıkları gereği izleyici siyah beyaz veya sepya renkte bir sahne gördüğünde bunun geçmişe ait olduğunu kolayca anlar. Fakat bence iyi bir yönetmen kolaya kaçmamalıdır. Bir sahnede eğer geçmişe ait olan bir durum gösteriliyorsa bu kullanılan renk tercihiyle değil de gösterge bilimin imkânları kullanılarak anlatılabilir.
Bu filmden bağımsız bir örnek vermek gerekirse 2020 Amerika’sında geçen bir filmde geçmişten bir sahneye yer vermek istenirse geçmişte geçen sahnede arkaya bir televizyon konur. O televizyona bir gösterge yerleştirilir. Fakat yerleştirilen bu göstergenin anlaşılabilmesi için izleyicilerde tanımlı olması gerekir. Söz konusu örnekte televizyona ikiz kuleler saldırısının görüntüleri son dakika şeklinde gösterilirse izleyici bu sahnenin geçmişte olduğunu anlar. Diğer bir yandan, Akıl Defteri filminde benim tanımlamama göre siyah beyaz renk tercihiyle kolaya kaçılması anlaşılabilir bir durum. Çünkü dekronolojik kurgu yöntemi zaten algıyı oldukça zorlaştırıyor. Eğer siyah beyaz renk tercihi kullanılmasaydı algı muhtemelen daha da zorlaşacaktı.
Film evrenine baktığımızda en çok dikkatimi çeken nokta ona ait olmayan birçok müziğin kullanılmasıdır.
Bu müzikler çoğunlukla izleyicide oluşturulmak istenen duyguyu desteklemek amacıyla kullanılmıştır. Örneğin Leonard’ın kolunda yazan ‘never answer the phone’ dövmesini gördüğü anda (1:09:40) başlayan film evrenine ait olmayan müzik, karakterin yaşadığı gerilimi izleyiciye de yaşatmak adına kullanılmıştır. Elbette günümüz sinemasında bunun birçok örneğini görüyoruz. Aynı şekilde filmin sonunda jeneriğe bağlanan kısımda da net olarak film evrenine ait olmayan bir müzik var. Bu örnekler çoğaltılabilir. Kişisel olarak film evrenine ait olmayan müzik veya ses efektlerinin kullanılmasına karşı değilim fakat tercih edilmemesi taraftarıyım. Bir anda film evreni dışından bir müziğin girmesi izleyiciye izleyici olduğunu hatırlatıyor.
Yaratılmak istenen duygunun film evrenine ait unsurlarla yaratılmasını tercih ederim. Örneğin Leonard’ın Natali’ye Dodd’u sormaya geldiği sahnede (0:32:30) oyunculuk benim oradaki gerilimi ve telaşı hissetmeme yeterli oluyor. Arkadan duyulan ve film evreni dışından gelen müziğe bence gerek yok. Eğer yönetmen orada sergilenen oyunun gerilimi ve telaşı yeterince yansıtmadığını düşünüyorsa film evrenine ait seslerle bu duyguları destekleyebilirdi. Örneğin Leonard’ın ayak seslerini daha yüksek seste duysaydık gerilimi film evrenine ait olan ayak sesleriyle daha iyi hissedebilirdik. Tabii bu noktada filmi nasıl bir ses sistemi ile izlediğimiz önemli. Belki yapılmıştır fakat ses sistemimiz kötü olduğu için duyamamış olabiliriz.
Akıl Defteri filmi analiz etmenin oldukça zor olduğu detaylarla dolu bir film.
Bilgi aktarımı açısından düşündüğümüzde de kesin yargılara varmak pek mümkün değil. Filmin geneline baktığımızda bilinç kaybı yaşayan Leonard ile izleyicinin bütünleştiğini görüyoruz. İzleyici de onunla birlikte işlenip işlenmediği bile son ana kadar meçhul olan bir cinayetin peşinde. Dolayısıyla izleyici şüphelerle karşı kaşıya. Gerçeği bilememe durumunu da bilişsel aşağılık olarak nitelendiriyorum.
Filmin dekronlojik bir anlatıya sahip olduğundan ve sondan başa doğru gittiğinden bahsetmiştik. Ancak işlenen cinayetleri bir döngü olarak düşündüğümüzde her sonun aslında yeni bir başlangıç olduğunu söyleyebiliriz. Film boyunca flashbackler önemli bir yer tutuyor. Filmi bloklar halinde düşündüğümde, yani her zaman atlamasını bir blok olarak kabul ettiğimizde, bazı bloklarda aralıklarla Leonard ve eşinin saldırıya uğradığı anları görüyoruz. Bu durum bize Leonard’ın geçmişi hatırlaması şeklinde anlatılıyor.
Leonard ve Natali’nin filmin başında gördüğümüz buluşmalarında (0:20.00) Leonard eşi hakkında hatırladığı birtakım bilgileri bizle paylaşıyor. Farklı bloklarda biz o güne (saldırının gerçekleştiği güne) ait bilgileri tekrar görüyoruz. Dolayısıyla dışsal ve aralıklı flashback örneği diyebiliriz. Benim sıra konusunda kafamı karıştıran nokta ise filmin sonunu ilk sırada görmemizin flashforward kapsamına girip girmediği. İzleyiciler olarak işin sonunda ne olduğunu ilk sırada görüyoruz. Dolayısıyla sonucu biliyoruz. Teddy’nin öldürüldüğünü ilk sahnede görüyoruz fakat daha sonra Teddy Leonard’ın kaldığı pansiyonun kapısından içeri giriyor. Bu bağlamda emin olamamakla birlikte filmin sonunu başta görmenin bir flashforward olduğunu düşünüyorum. Hız konusuna geldiğimizde filmde metin zamanının hikâyenin zamanından daha kısa olduğunu yani filmin çoğu film gibi bir özet olduğunu söyleyebiliriz.
Göze çarpan ve belirli anlama sahip slow motion veya hızlandırmaya rastlamadım. Leonard’ın hafıza kaybı nedeni ile kendini defalarca aynı kişilere tanıtması filmde birçok kez tekrar edilmesine yol açıyor. Ancak burada aynı olayın tekrar tekrar yaşanması söz konusu değil. Tam bu noktada filmin açılış sahnesine bir parantez açmak istiyorum. Söz konusu sahne filmin bütününde hareket birliği bakımından geriye doğru akan ve slow motion tekniğinin kullanıldığı tek sahne. Bu da demek oluyor ki, Leonard’ın Teddy’i öldürdüğü sahne izleyiciye tersten gösteriliyor. Eğer kronolojik bir kurgu izleseydik muhtemelen bu sahne filmin son sahnesi olacaktı. Fakat sondan başa doğru giden bir kurgu izlediğimiz için yönetmen ilk sahnede bunun sinyalini vermek istemiş olabilir.
İlk sahneyi tersten oynatarak filmin bütünün de terse doğru gideceği izleyiciye yansıtılmak istenmiştir. Slow motion tercihinin ise filmin geneline hâkim olan ‘’neo film noir’’ havasını yansıtmak için kullanıldığını söyleyebiliriz. Cinayetin işlendiği sahne kasvetli bir havaya sahiptir. Slow motion seçimi sayesinde izleyici hem sahnenin tersten oynatıldığını daha rahat anlayabilir hem de karakterin zihninde yaşadığı bilinç bulanıklığını algılayabilir. Burada zekice bulduğum yer henüz ilk planda Leonard’ın elinde tuttuğu fotoğrafı salladıkça fotoğrafın gittikçe yok olması. Burada aslında karakterin hastalığının bilincinde oluşturduğu kısa süreli hafıza kaybı temsil edilmek istenmiş olabilir. Öte yandan açılış sahnesinin karakterin otel odasında uyandığı sahneye bağlanması da izleyicide ‘Acaba bu bir rüya mıydı?’ sorusunu oluşturuyor.
Filmin kurgusu başlı başına ustalık gerektiren bir alan. Ben filmi kabaca bloklara ayırdım. Leonard’ın cinayeti çözme çabalarının olduğu bloğa A bloğu, Sammy’nin hikâyesinin anlatıldığı bloğa B bloğu ve geçmişte yaşananların görüldüğü bloğa C bloğu dedim. Filmin kurgusu normal sırada ilerleseydi A1’deki olay B1’deki olaya ardından da C1’deki olaya bağlanmalıydı. Ancak olayları sondan başa doğru gördüğümüz için olay sıralaması böyle değil. B1 ve C1’de gerçekleşenler kendi içlerinde normal sıralansa da genele baktığımızda film A3-B1-C1 gibi bir sıralama ile ilerlemektedir. Söz konusu teknik bir paralel kurgu örneği olarak verilebilir.
Akıl Defteri filmine geniş bir çerçeveyle baktığımızda;
Başarısını büyük bir prodüksiyonla, yıldız oyuncu olarak adlandırabileceğimiz castlarla veya o dönemde başka yönetmen veya firmalar tarafından yapılmış başarılı filmlerin bir taklidini yapmak suretiyle değil de, zekice planlanmış bir kurguya borçlu olduğunu söyleyebiliriz. Burada en büyük pay yönetmenindir. Üzerinden yirmi yıllık bir süre geçmesine rağmen günümüzde bile izleyiciye çok zekice tasarlanmış bir film dedirtebilen bir yapıtla karşı karşıyayız. Tekrar tekrar izlendiğinde her seferinde yeni bir detay keşfedebileceğiniz enfes bir film.
Bize Ulaşın