Patrida belgeseli İstanbul Film Festivali’nde, Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali’nde ve en son da Temmuz ayında gerçekleşen Documentarist 14. İstanbul Belgesel Günleri’nde izleyiciyle buluştu. Ayrıca Documentarist kapsamında bir de özel ödül aldı. Jürinin filme ödül verme gerekçesi şöyle açıklandı;
Bir aile hikâyesinin izini sürerken geçmişi bugünle, kişisel olanı toplumsal olanla buluşturduğu ve farklı zamanlarda farklı coğrafyalarda yaşanan göç deneyimlerini birbiriyle diyaloğa sokarak filmin hikâyesini başarıyla çok katmanlı bir hale getirdiği için.
Filmi ben de Documentarist programında izleme şansı buldum. Ayça Damgacı babasıyla birlikte onun doğduğu topraklara bir yolculuk yapıyor. İzlerken ben de hiç bilmediğim hem anne hem de baba tarafımdan yaşanan göçleri düşündüm. Bana anlatılmayan aile hikâyemde kim bilir ne terk ediş acıları, ne toprak özlemleri vardı. Kimliğimizin oluşumunda çok önemli olan dilini de yemeklerini de bilmediğim başka diyarlara dair acaba neler taşıyorum?
Ayça Damgacı, Tümay Göktepe ile birlikte yönetmenliğini yaptıkları Patrida belgeselinde ne güzel ki babasıyla birlikte önce onun doğduğu topraklara, sonrasında da babasının geçmişine doğru tersine bir göç yolculuğu yapıyor ve uzun yıllardır bilmediği, anlatılmayan gerçekler ortaya çıkıyor.
Peki Ama Baba Sen Kimsin?
Patrida, Ayça Damgacı’nın anne babasının salonundaki sinema perdesinde çocukluk görüntüleriyle başlıyor. Dünyaya dokunmaya çalışan bir kız çocuğu çıkıyor karşımıza. “Çevirdiğim dünya haritasında her yer sendi ve benim kaçacak hiçbir yerim yoktu” diyor Ayça Damgacı. Filmin çıkış noktası uzun zamandır kafasını kurcalayan etnik ve sınıfsal aidiyet meselesi.
Bir yolculuk senin birazcık da benim geçmişimize. Bir yolculuk yaşadığımız şiddeti öfkeyi korkularımızı anlamaya yeter mi? Sen, sen kimsin baba? … Yakıp yıkmak arasında sürekli gidip gelmek, ilk defa içimde bir yere ait olma isteği var sanki… Burada doğmuş olabilirdim… Keşke dedem burayı hiç terk etmeseydi.
Ayça Damgacı, babasını doğduğu topraklara götürürken, bir yandan da yeniden yeniden üretilen erkek egemenliğinin olduğu toplumda babasıyla olan ilişkisini de sorguluyor.

Önce babasının doğduğu topraklara yani İskeçe’ye gidiyorlar. Yıl 1931. Daha sonra oradan on altı yaşına kadar büyüdüğü İsviçre, Zürih’e geçecekler. Aynı coğrafya dedesi, babası ve kendisi için nasıl farklı anlamlara sahip.
Filmi izlerken ben de aynı soruları sordum. Baba sen kimsin, nerelisin? Peki ama ben kimim? Dolaplar dedemin 1900’lerin başında çektiği siyah beyaz fotoğraflarla dolu. Fotoğraflardaki bazı kişileri ben tanımıyorum ama bir türlü atamıyorum o fotoğrafları. Bir bize anlatılan aile tarihimiz var; bir de hiç anlatılmayan hatta gizlenen.
“İnsanın başına gelen kaderi tesadüfen gelmiyor” diyor Ayça Damgacı. O sırada çan sesleri duyuyoruz, yakındaki bir kiliseden geliyor. Orada o çan sesleriyle büyüseydi bugün hayatı nasıl olurdu? Ya da ben aile bireylerimin kendi dünyalarında neler yaşadıklarını, nasıl yaşadıklarını bilseydim bugünkü kabullenişlerim, itirazlarım nasıl şekillenirdi?
Hayat uzun upuzun bir çok vagondan oluşan bir tren yolculuğu gibi. Tren yol alıyor, inenler binenler, yolculuğu tamamlayanlar, devam edenler değişiyor ama o tren hep aynı yolda gidiyor.
Filme çekim sırasında sokaklarda karşılaştıkları insanlarla diyalogların katılması bir zenginlik olarak çıkıyor karşımıza. İskeçe’de ya da Selanik’te Yunanca, Türkçe konuşanlarla karşılaşıyorlar. Sonra Selanik merkezde deniz kenarında Duhoklu Iraklı Kürt gençlerle Kürtçe, Türkçe konuşuyorlar, şarkılar söylüyorlar. Bazen aynı dili konuşmasalar da bir yakınlık kuruluyor aralarında.
Patrida filmi kimlik, aidiyet, aile, göç üzerine sorularla devam ediyor. Ayça Damgacı’nın babası şu soruyu soruyor; “Benim ne farkım vardı, bir adam oranın dilini seksen yedi yaşında hala konuşuyorsa o adam oralı değil de ne?”. Ne gerçekten?
Patrida (Vatan) filmi İsmet Damgacı’yı doğduğu topraklara götürdü. Yönetmen Ayça Damgacı için ise duygusal bir baba topraklarına gidiş. 1947 yılında İsviçre’den zorla ayrılmaya zorlanan bir aile, önce Milano, sonra Atina ve orada bir ay kendilerini İstanbul’a götürmesi için gemi bekliyorlar. Filmde geriye doğru bir gidiş var. İsmet Bey’in doğduğu İskeçe’den başlayarak, İsviçre’ye doğru Selanik üzerinden bir yolculuk yapıyorlar. Baba ve anne Atina’da karşılaştıkları mültecilerden uzak durmaya çalışıyorlar; “Onlar çok acayip bakıyorlar, annen tedirgin oluyorsa gidelim” diyor İsmet Bey. Ayça haklı olarak “sen 1947’de burada göçmendin şimdi onlar” diyor. Yaşanan sadece filmin çekimi sırasındaki gerilim mi yoksa yabancı olma ruh haliyle oralı olma ruh hali arasında hep var olan çelişki mi? Ayça Damgacı bu nedenle de babasıyla yaşadığı çatışmalı süreçlerden bahsediyor ve filminin bu birikmeden yola çıkarak oluştuğunu söylüyor.
Her yazıya başlamadan önce olduğu gibi bu sefer de film ve yönetmenle ilgili bir araştırma yaptığımda, sevgili İsmet Bey’in kısa süre önce vefat ettiğini öğrendim. Kendisini saygıyla anıyorum ve onu bize tanıtan bu sıcacık belgeselin yolu açık, izleyicisi bol olsun diyerek yazımı noktalıyorum.
Bize Ulaşın