Sanatın Birden Fazla İşlevi Olabilir mi?
Geldik, gidiyoruz. Yaşadıklarımızdan fotoğraflar kalıyor geriye. Onlara bakıp hafızamızı tazeliyoruz. O günleri, yerleri, yılları, kişileri hatırlıyoruz. İçimizde mutlu bir o kadar da hüzünlü alanlar oluşuyor. Sanki o anlara doğru bir kez daha yolculuğa çıkıyoruz. Her bir fotoğrafa bakma deneyimimiz, adeta bir hipnoz seansında olduğu gibi olumlu ya da olumsuz her yönüyle bizi yeniden biçimlendiriyor.
Fotoğraflar yokken kişisel tarihimizin tek iletişim kaynağı mektuplardı. Onları kutularda saklar, geçmişi hatırlamak için dönüp bakardık. Mektup almak için mektup yazmak, gelen mektuplara yanıt vermek gerekirdi. Yıllar içinde kimlerle iletişim kurduğumuzu, hangi olayları yaşadığımızı, nasıl duygular içinde olduğumuzu hep mektuplar aracılığıyla hatırlamışızdır. Mektupları, tutulan günlüklerden farklı kılan ise günlüklerde kendimizle birlikteyken, mektuplarda her şeyi ikinci bir kişiyle paylaşıyor olmamızdır. Tıpkı çektiğimiz fotoğraflarda olduğu gibi.
Seçtiğimiz kağıtlar, kullandığımız kalemler ve mürekkebin rengi, o günlerin dolaşımda olan pulları, okumaya çalıştığımız silik tarih damgalarıyla birer doğal koleksiyoncu olmuştuk. Özel tarihimiz yalnızca iki kişinin ortak iletişimiyle gövde bulurdu. Yazı hızımız duygularımızdaki dalgalanmalarla belirir, mektup yazma serüvenimiz boyunca ruhumuzdan gelen rüzgârla değişip biçimlenen harflerimiz, bizi o günlerin güvenli limanlarına demirletirdi. Kızıp yırttığımız da olurdu bu mektupları, tavan arasındaki bavullarda kaybettiğimiz de.
Şimdi dijital uşaklarımız var. Evren sonsuz iletişimimiz için -araya kapitalist dünyanın gereği reklamların da eklendiği- instagram’dan WhatsApp’a, twitter’dan facebook’a kadar birçok yeni oyuncağı sahneye çıkardı. Onlarsız yapamaz, fotoğrafsız derdimizi anlatamaz olduk. Fotoğraftaki dijital devrim, bir yandan önümüzde her gün saygımızı sunduğumuz anıt gibi dikilirken, diğer yandan da yarattığı karmaşayla yıkılan iletişim biçimimizin habercisi oldu. 21. Yüzyıl’da artık hepimizin istediğimiz saatte yayın yapabileceği birer özel kanalı vardı.
Sonra ne mi oldu? Santimetre kareye düşen ilmek sayısı azaldı. Emekle üretilenin yerini fabrikasyon olanlar aldı. En önemlisi özen yitirildi. Milyonlarca görüntünün hapishanesinde tutuklu kaldık. Küçük pencerelerimizden dünyayı algılamaya çalıştık. Başkaları bizim yerimize içerik üretti. Biz de sepetimizi bunlarla doldurup akışımızı ona göre belirledik. Hepimizin, saat başlarında beslenmesi gereken görünmez bir hayvanı vardı. Onların yüzünden doğaya bakmayı, eşimizi dostumuzu arayıp hatırını sormayı ve onlarla görüşmeyi ihmal ettik. Balkonumuzdaki çiçekler solup gitti. Sorumluluğu, çiçeklere dadanan böceklere verdik.
Muhalefette Kalan Sanatla Ne Kadar Ayakta Durabiliriz?
Eski dünya, kendi kurallarıyla var olmayı sürdürürken, bizler de yaratılmış iklim krizlerini, susuzluktan kurumuş bitki örtüsünün sellerle gidişini gördük. Yüksek ihmalle yakılan ormanları düşündük ve onları söndürmek için tepemizde dolaşan tanker uçakları cep telefonlarının ekranlarına sığdırmakla yetindik. Tatil yaptığımız kıyılarda onların dalışlarını izleyip sosyal medyaya fotoğraflar pompaladık ve dijital sorumluluk görevimizi yerine getirdik.
Artık hepimiz birer gönüllü muhabirdik, gerçek gazetecileri yerlerinden ettik. Onların başka denizlerde yandaş seyirlerine kaygısız kaldık. Suçluyuz, hepimiz dünyanın bu kötü günlerinde müebbete mahkûm edildik. Yerimize düşünen yapay zekânın bizi robotlara dönüştürmesine izin verdik. Yine de savaşacak tek burç vardı, ele geçirilen kalemizin unutulmuş bir parçası olarak; o da sanattı…
Sanat, sınırlı tarihinde hiç bir zaman iktidar olmamıştır ve olamaz da. Tüm gerçek sanatçılar üretimlerini muhalif konumda gerçekleştirirler Hâkim güçle kurulan ilişki sanatı olağan ve geçici, sanatçıyı da bir süre gündemde tutarak o dönemin stepnesi haline getirir. Sonunda iyi yapıtlar zaman içinde müzelerin yolunu bulur ve gönüllü bir tutsaklığın parçası olurlar. Cezaları ise, gelecekte, kalabalıklar tarafından tartışmasız kabul edilmektir.
Sanatçılar bedel öderler. Egemen güçler insanlara yapması gerekeni söyler. Yalnızca zayıflar ve umutsuzlar bu tuzağa düşerler. Ismarlama sanatın menzili azdır. Hedeflediği yolun yarısını bile alamaz. Zaman yıpratır, süzer, eler ve eleğinin üzerinde çok az şey kalır. Diğer bir talihsizlik de ayrıksı ve yeni olan yapıtların, nitelikli bakışlara sahip olan iyi niyetli entelektüeller tarafından dahi yeterince görülememesidir. Gerçek sanatsal üretim, kısa vadede asla izleyici odaklı değildir. Popülerliğin kucağına düşmüş, çabuk benimsenen sanat olaylarının uzağında durmak gerekir.
Sanat, bilginin uzun bir süreçte zamanın imbiğinden süzülerek bir kültüre dönüşmesi ve büyük çabalarla bunu görünür kılma işlemidir. Sanat tarihinin birçok ürünü, üretildiği zamanıyla olan çelişkilerinden dolayı benimsenmekte zorluk çekerler. Ta ki sanatçısı bu dünyadan ayrılıp, yeni bir yapıt üretemeyecek hale geldiğinde kendilerinden daha çok söz ettirmeye başlarlar. İzleyicinin sanatçı ile teması doğal nedenlerle kesildiğinde sanat yapıtı tarih içindeki ivmesini yeniden kazanır. Makus talih fakat durum ne yazık ki böyledir.
Sanatın çarkları acımasızdır. Her yapıtın içinde tutsak kalmış olan ruh, ileri tarihlerde yeni bakış açıları ve yaklaşımlarla son bir kez daha gövde kazanacak, müzelerde izleyicilerin ruh çağırma seanslarıyla yeniden belirecek ve ancak bu şekilde üzerinde konuşulur olacaktır. Sanat tarihçileri, küratörler ve müze yöneticileri bu yeniden doğuşun habercileri olarak çoktan yeryüzünde devriye gezmeye ve görüşlerini yaymaya başlamışlardır. Hem sanatsal bakış hem de teknoloji olarak eski ile yeni olanın birlikteliğinden muhteşem eserler doğması, her zaman büyük bir olasılıklar zinciri oluşturmaktadır. Sanat tarihi, Altamira Mağarası’ndaki resimlerden günümüze, duvarlara asılacak eserleri büyük bir dikkatle takip etmektedir.
Evren Tasarım Olarak Kalsaydı, Teknoloji Bu Denli Yükselebilir miydi?
Her şey birdenbire oldu. Önce cep telefonları, tabletler, bilgisayarlar dağıtıldı. Ardından içlerine gelişmiş fotoğraf makineleri takıldı. Sonra evren, fotoğraflar aracılığıyla sahiplerini rehin aldı. Gönüllü bir teslimiyetle görüntüler dünyasının parçası oldu insanlar. İstediğin kadar etten kemikten ol, dijital bir platformda görünmeden var olamıyordun. Her nedense, evrenin senin yaptıklarından haberli olması gerektiğine dair bir kanıya sahip olmuştun. Neyse ki yalnız değildin, elinde seninki gibi görüntü kalkanı olan milyonlarla aynı doğrultuda hareket ediyordun.
Uzun vadede gördüğümüz en tehlikeli nokta, yapay zekânın hızlı bir biçimde rastlantısallığın yerini almasıydı. Rastlantının tanrısal olanla ilişkisi, farklı kategorilerde mucizeleri de içerir. Kurulmamış oyun masalarında, heyecan her zaman doruktadır. Evrensel şans, görünmek için steril ortamları seçer. İnsanlık için üç kirazın yan yana gelmesi, bir matematiksel tekrarın sonucu olmadığı zaman oyun oynamanın heyecanı, kazanma arzusunun önüne geçer. Daha önce biçimlenmiş olan programlar, farklı algoritmalar tarafından çizilen rotalar üzerinden sürekli denetlenirler. Böylece hayata dair hiçbir sürpriz gerçekleşemez.
Diğer bir tehlikeli nokta da insanın heyecanını yitirmesi, sağlıklı birey olarak sevgiden öfkeye kadar tepkilerini doğru bir biçimde dışa vuramamasıdır. Karşılıklı iki kalbi eş salınıma geldiklerinde birer diyapazon gibi titretmeyen, ruhsal ve bedensel heyecanlara sürüklemeyen duyguya nasıl aşk diyebiliriz. Aşk, dünyadaki sonuçları coğrafya ve dönemlere bağlı olarak her ilişkide farklılık gösteren bir çeşit kimya değişikliği de olsa, türevleriyle sanat tarihini sürekli işgal etmiştir. Aşk, özlemden kıskançlığa, ayrılıktan şehvete kadar birçok alt duyguyu içerir ve klasik tanımlamasından yola çıkarak en az iki kişiye ihtiyacı vardır.
Sanat yapıtlarıyla izleyiciler arasında da adeta hastalık seviyesinde seyreden ve Stendhal Sendromu adı verilen bir tutku ilişkisi vardır. Bunun bir tablo ya da nesne olması durumu değiştirmez. İnsan sevdiği şeylerin karşısında uzun süre kalmak ve ona sahip olmak ister. İnsanlar, karşılarında dirençleri kırıp kabullendikleri nesnelerin kendilerini büyülemesine izin verirler. Bunun diğer adı da aşktır. Önce aşık olunur, sonra nedeni sorgulanır.
Aşk -neredeyse- bitti. Hepimizin yeni aşkı mobil cihazlar, diğerleri üzerine kuma geliyor. Bir fotoğraf makinesine sahip olmak için bile eskisi gibi sevdalanmıyor insanlar. Ne şekilde olursa olsun artık sanal arenada olmak önemli. Ne yaptığın ve kim olduğun önemli değil. Çünkü yapay zekâ her mağlubiyetimizde bize arka çıkarak kendimizi haklı hissettiriyor. Ruhumuzu okşayarak hatalarımızı kapatmaya çalışıyor. Aleyhimize olan bütün delilleri karartıyor. Bizi sanal kahramanlara dönüştürüyor. Diğer yandan da “büyük birader”e her davranışımızı rapor ediyor. Eskiden bizi bir kişinin bile takip ettiğini düşünsek paranoyak olurduk. Şimdi binlercesi izliyor, “ikon” oluyoruz.
Hasret çekmiyor artık insanlar. Her türlü duygu halimiz için dünya edebiyatından seçilmiş klişe sözcükler kullanımımızı bekliyor. Boyumuzu uzatıyor, tenimizi parlatıyor, başımıza hâle koyuyor yeni programlar. Biz başkasının diliyle, başkalaştırılmış görüntülere sevdalanıyoruz. Ekran aşkları yaşıyoruz derinden. Densiz, onur kırıcı ve komedi postu altına gizlenmiş argo dahi olamayacak ağır küfürlerle donanmış hırçın ve ayrımcı videolar arama motorlarında “reels” başlığı altında ilk hareketin bizden kaynaklanmasını sabırla bekliyor. Gelin, bazı günler onu şaşırtalım. Onu yok sayalım. Hepimiz, bir yerden bir yere giderken bize gösterilen en kısa ya da açık yolun en iyi yol olmadığını mevcut deneyimlerimizden bilmiyor muyuz zaten?
Öz bilincin kullanımı, sanat yapıtlarının -ne kadar uçarı yapılar ve aykırı düşünceler taşıyor da olsalar- dolaşım sürecini belirler. Sanat duygudan mamûl gözükse de akıl ve mantıkla üretilir, bir yandan özgünlük taşırken diğer yandan da kendinden önce üretilmiş olan yapıtlarla organik alışverişini sürdürür. Sanat yapıtları asla ölmeyen, aksine nefes alan organizmalar gibidir. Her dönemde, izleyicinin ilgisini suni teneffüs gibi kullanarak yüzyıllarca dolaşımlarını sürdürürler. Üstelik sahiplerine yapılan her türlü haksızlığı hatırlayarak, bu izleyicileri müzelerde, sergi salonlarında ayaklarına kadar getirirler. Onlara günah çıkarttırırlar. Sanat kindardır; öç alma duygusunu tıpkı buzla işlenen cinayetler gibi sessizce kullanmada ustadır. Sanat söz konusu olduğunda, bazen o nefis pastacı kreması, kek görünümünde bir beton parçasının üzerine dökülmüş olabilir. Bu yüzden ideolojileri içinde barındırmayı sever. Ekranda gördüğümüz her pasta, gerçek pasta olmayabilir.
Fotoğraf Yok Olmaya Giden Dünyayı Sessizce Nasıl Kurtarabilir?
Fotoğrafın felsefe ile olan ilgisi yalnızca baş harflerinin aynı olmasından ve fihristin komşu sayfalarında yer almalarından kaynaklı değildir. Bir özlü söz “Her insan bir dünyadır.” der. Bu savdan yola çıkarak, sistemli bir yapılanma olmazsa dünyanın -iyi niyetle bile olsa- bir kaos ortamına dönüşeceğini tahmin etmek hiç de zor değildir. Felsefe, sistematik düşüncenin varacağı son istasyondur.
Evrensel cehennem tanımı -semavi dinlerin kulvarına girmeden- genelde sanat söz konusu olduğunda yaşanan döneme ait günlerin kabul edilmiş sorunları üzerinden yapılır. Sanatı kendilerine dal olarak seçen insanlar, keskin algıları sonucunda tuhaf bir şekilde yaşadıkları duyguların sadece kendilerine ait olduğuna inanırlar. Bununla zihin düzleminde baş edemeyince de seçmiş oldukları disiplinin malzemelerini kullanarak yapıtlarını üretirler. Amaçları, kendileri gibi hisseden ruhları bulmak ve düşüncelerinin sağlamasını yapmaktır.
Tanıklıklarını edebiyat ya da felsefe üzerinden sözcüklerle betimleyenler gibi, bu kabul edilmiş ruh halini icraatta bulunulan plastik sanatlara ait malzemelerle daha iyi dile getirenler, sanat podyumunda üst derecelerle onurlandırılırlar. Her türlü oyuna rağmen yaşamın akışına dürüstçe uyarlanan her sanat yapıtı bir itiraftır ve bunu ayrı bir düzlemde var etmek cesaret ister. Her şeyden önce evlerinin perdelerini bizler için açık tuttukları, sezgi ve tereddütlerini içtenlikle bizlerle paylaştıkları için sanatçılara koşulsuz saygı duymamız gerekiyor.
Sanatsal üretim ciddi bir birikim ve emek gerektirir. Çalışma, kültür, ekonomi, zaman gibi bileşenlerin doğru oranlarda bir araya gelmesiyle yapıtlar yeryüzünde görünür olur. Sanatın en önemli yanı özgün olmaktır. Her yapıt, uzayda birer yıldız gibidir; biriciktir ve hepsinin bağlı olduğu -kısaca sanat tarihi olarak adlandırdiğimiz- galaksileri vardır. Hepsinden önemlisi de içinde eleştirmenden sanat tarihçisine, küratörden müze direktörlerine kadar nitelikli izleyicilerin de yer aldığı bir kitlenin değerlendirmelerine gereksinimi vardır. İzleyicisiz sanat yok hükmündedir.
Felsefe, önce zihinde sözcüklerle belirir, sonra yazıya dökülür. Oysa görsel sanatlarda düşünce doğrudan forma dönüştürülür. Sanat tam anlamıyla herkes tarafından rahatlıkla kavranan bir olgu olsaydı ne sanat okullarına ne akademilere ne eleştirmenlere ne de sanat yazarlarına gereksinim olurdu. Zira sanatın iki belirleyici katmanı vardır: İlki ne söylendiği, ikincisi ise bunun nasıl söylendiğidir. İçerik, neyin söylendiği, biçim de nasıl söylendiği ile ilgilidir. Konumuz olan fotoğrafa döndüğümüzde ise, fotoğrafın o kısacık tarihinde, diğer sanatların hiçbirinde olmayan bir anlatım biçimine sahip olduğunu görürüz.
Fotoğrafın bir süreç olarak zamanın içinden ödünç aldığı anlarla olan tuhaf ilişkisi, onu sanat ile belge arasında çok farklı bir yere konumlandırmıştır. Belki fotoğraf dünyayı kurtarmaz ama bizler ona bakarken dünyanın nasıl kurtarılacağı üzerine düşünceler geliştirebilir, birey olarak bu konuda neler yapabileceğimizi yeniden düşünülebiliriz.
Gruptan Kopmak ve Dolu Dizgin Gitmek Üzerine
Yeryüzünde daha önce çekilmiş milyarlarca karenin arasından nasıl sıyrılacak, kendini fotoğrafçı ilan edip evrenin onları kutsamasını bekleyen insanlar… Belirli coğrafyalara bağlı hikayelerden mi yola çıkacak, evrensel konulara mı yönelecek? Biçim içerik dengesini nasıl saptayacak? Renkli mi yoksa bizlere genetik kod olarak armağan edilmiş siyah beyaz fotoğraflardan mı yola çıkacak?
Teknolojinin olanaklarını ne kadar kullanacak, varlığımıza armağan edilen yeni uzayı en son efektleriyle birlikte mi kucaklayacak, yoksa tüm bunlara arkasını dönüp fotogramdan güneş baskısına kadar farklı tekniklerde fotoğraflar mı üretecek? Ya da ortasını bulup negatif pozitif tekniğinin, fotoğrafı fotoğraf yapan altın çağın bilgilerini kullanarak karanlık odanın hâlâ hepimizi şaşırtmaya devam eden o güzel döneminin (20.Yüzyıl) fizik ve kimyadan mamûl gizemini mi bizlerle paylaşacak?
Fotoğrafın bulunuşundan sonra en büyük devrim onun farklı boyutlarda çoğaltıldığı filmli dönem, en büyük kırılma da hızla hayatımıza konuk ettiğimizve bizi konfora alıştıran dijital dönemdir. Fotoğrafın yeryüzündeki varlığı ve yaygınlığı klasik negatif-pozitif devrindeki çalışmalarla, özellikle belgesel fotoğrafçılıkta üretilen projelerle olmuştur. Herkesin bilinçaltına bu dönemin önemli fotoğraflarının imgeleri kazınmıştır. O görüntülerin bir öğreti gibi zihinlerde unutulmadan kalmasının en önemli nedeni, o günlerin üretim hızıyla tüketim hızının bir denge içinde olmasıdır.
Bugün bu süreç hızlandığı için niteliksiz üretimin paralelinde niteliksiz bir tüketim de gelmektedir. Postmodern dönemin atlatılmasından sonraki zaman diliminde tüketim platformları yani görselliğin pazarlanacağı raflar boş ve hazır bir biçimde gelecek ürünleri beklemektedir. Böyle olunca bu boşluklar yeterince düşünmeden gelişigüzel doldurulmaktadır. Bu görsel karmaşa da belirli bir kültür ve altyapıya sahip olmayan meraklılara “Bunu ben de yaparım!” düşüncesiyle cesaret vermektedir.
Günümüzde fotoğrafın en önemli sorunu, konular ve yaklaşımlar üzerinde yeterince düşünmeden, gereksiz bir hızla üretimin yapılıyor olması ve bunun sonucunda yaratılan kargaşadır. İnsan beyninin algılama kapasitesi, hafızanın bunu tutması ve yapılan üretimlerin belirli bir deneyim, bilgi ve kültür ile desteklenmemesi başıboş atomlar gibi fotoğrafların savrulmasını yanında getiriyor.
Estetik, özen, içerik ve uygun biçim oluşmadan sağlıklı bir biçem de oluşmuyor. Sanat tarihi içinde sanatçıların adları yapıtlarla ama daha çok da birini diğerinden ayıran yaklaşımlarla anımsanır. En azından sanat tarihi bize bunu göstermiştir. Dünya beklendiği gibi doğal kaynakların tükenmesinden ekonomiye kadar birçok olay sebebiyle kötüye gitmiş ve görsel imgeler bizi rahatsız etmeye başlamıştır. Huzursuz yüreklerimizin istediği, sakin arka planı olan, belirli bir niteliğe sahip, izleyiciyi içine alacak fotoğraflarla eski günlerde olduğu gibi daha sık bir araya gelmektir. Nitelikli izleyici, kendilerine saygı gösteren, onları ciddiye alan yapıtlar görmeyi arzu etmektedir.
Niteliksiz fotoğrafa prim vermemek hatta ona bakmamak gerekiyor. Akla gelen her şeyin görüntüye dönüşmesi kadar yanlış bir şey olamaz. Sosyal medyanın yalan haber ve imge bombardımanlarıyla pelteleşen beynimiz ve kaybolan idrakımızla bu evrende alacağımız yol bundan daha fazla olamaz. Bu şekilde ne düzgün düşünebilir ne de doğru yolu görebilir ne de kanaat liderlerimizi seçebiliriz. Düzgün sanat; yaşadığımız tüm facialardan sonra hâlâ bizi içine alacak ve güvenle kıyıya yanaştıracak tek filikadır. Yoksa bu dünyayı fotoğraf da kurtaramayacaktır.
Bir pazar sabahı, cep telefonu ya da bilgisayarımızdan önce, kitaplığımızdan çekip alacağımız bir fotoğraf albümüne bakarak başlayacağımız gün, hayatımızda yeni bir başlangıç oluşturabilir. Geleceğin kapısın açmak için deneyeceğimiz anahtarların hepsi geçmişin kültüründe korunmaktadır. Ece Ayhan’ın dediği “sıkı şiir” kavramı, sıkı fotoğraf için de geçerli. Bu şart! Gelecek nesillerin sağlığı için, Uzak Doğulu bakıcıların elinde büyüyen, çocuklarıyla İngilizce konuşan babalara ve annelere karşı bir dil geliştirmemiz gerekiyor. İpuçlarımız geçmiş satırlarda.
Hepinize, gelecekte sapasağlam duracak, içine yaratıcılığın ruhu üflenmiş ve yeni nesillere güç verecek aşkla dolu sıkı fotoğraflar üretmenizi diliyorum.
Bize Ulaşın