Onu Ankara’da olduğum yıllarda dernek, sergi, seminer vb. ortamlarda görüyordum aslında. Ama her seferinde omzunda taşıdığı çantasıyla ve boynundaki fotoğraf makinesiyle, emekli bir hobi fotoğrafçısı olarak algılamaktan da alamıyordum kendimi.
Aslında ilk kez dikkatimi çektiği yer AFSAD’ın (Ankara Fot.San.Der.) şimdi kaçıncısı olduğunu hatırlamadığım bir sempozyum oldu. O salonda yine her zamanki gibi ellerini fotoğraf makinesinin üzerinde buluşturup, başını koltuğa yaslayıp, gözlerini kapamış, uyuyor izlenimi veriyordu. (Her zamanki gibi diyorum çünkü ne zaman, hangi söyleşide görsem aynı biçimdi yakalıyordum onu. Gizlice de garipsiyordum bu durumu. Benim gözümde onun emekli bir hobi fotoğrafçısı görüntüsünü tetikliyordu bu görüntü belki de bilinçaltımda.)
Requiem ve Fotoğraf
Dokuz Eylül Üniversitesinden bir akademisyen “Requiem ve Fotoğraf” isimli çeviri kokan bir metni okumaya başlayınca salonda homurdanmalar başlamıştı. Gözüm hep ister istemez ona kayıyordu. En ön sırada mavi koltukta uyuyan bir fotoğrafçı. Onca gürültü patırtılı, tartışmaya rağmen istifini bozmadan uyumaya devam ediyordu. Sonra O. Cem Çetin,
Çok ağır, ağdalı bir dil, uzun ve karmaşık cümleler kullanılıyor. Bu bir hitap değil bir metin. Ama elimizde bir kopyası olmadığından kavrayamadığımız cümleleri dönüp bir kez daha okuyamıyoruz. Bu nedenle, bana kalırsa amaç kürsüden bir konuşma yapmak ve izleyiciyle iletişim kurmak değil, bu metnin sempozyum kitabına bir makale olarak girmesi. Kayıtlara geçmesi için dile getiriyorum.
demişti İşte o sırada sanki uyuyan bir dev izlenimi veren ön sıradaki fotoğrafçı, makinelerini yavaşça koltuğa bırakıp, ayağa kalktı ve
Arkadaşlar açıklamama izin verin; Requiem bir nevi ağıttır. Ölüme yakılan ağıttır. Mozart’ın meşhur Requiem bestesi, ölüme yakılan bir ağıttır. Bizdeki mevlüt’e benzer
vb. gibi birkaç kısa bilgiyle hem salondaki gerilimi azaltmış hem de konuşmacıyı kurtarmıştı. Sonraki saatlerde de yine aynı şekilde uyuyormuşcasına dinledi tüm konuşmacıları. Ama onun uyumadığını aslında pür dikkat konuşmacıları dinlediğini artık hepimiz biliyorduk. Sonraki günlerde onunla ilgili birkaç arkadaşla konuştuk. Hepsi ondan saygıyla, sevgiyle bahsetti. O günden sonra ona karşı açılan algı kapım bir çok bilgiyi hafızama kazımaya devam etti. Onun devlet madalyası ödüllü tek fotoğrafçımız olduğunu bu zaman içerisinde öğrendim.
Balıkesir Fotoğraf Müzesi
Ama hatırlayanlar hak verecektir. Devletin ödülünü alan kişi pek makbul sayılmazdı geçmişte. Özellikle veren Demirel ise; ödülü reddetmek moda olmuştu solcu sanatçılar arasında.Bu nedenle yakından tanımadığım birisi hakkında uzun bir süre temkinli davranmak zorunda hissettim kendimi. Sonrasında Balıkesir Fotoğraf Müzesi’nin açılışında hemşeri olduğumuzu öğrendim. İkimizde Balıkesir doğumlu fotoğrafçılar olarak yan yana düşmüştük İbrahim Zaman salonundaki küçük camekanlarda. Onun kocaman biyografisi yanında nasıl da küçücük kalmıştı benim biyografim. Koskoca hayata sığdırılmış fotoğraf dolu bir ömür. Uzun zaman sonra Behramkale’de (Assos) Prof. Dr. Metin SÖZEN’le birlikte gördüm onu yeniden. Yine omzunda şişkin bir fotoğraf çantası ve boynunda asılı makinesiyle. Kahvede birer kekik çayı içtik karşılıklı. Ben saygılarımı ilettim kendisine.Ankara’daki ortak fotoğraf dostlarından bahsettik kısaca. O yine akıcı, aydın bir dille yaptığı sohbetiyle yakalayıvermişti kahvedeki herkesi.
Onunla asıl dolu dolu sohbet etme fırsatı yıllar sonra Kıbrıs’ta elime geçti. Yakın Doğu Üniversitesinin davetlisi olarak ordaydık bir çok tanıdık yüzle beraber. O yine bütün disipliniyle izliyordu sırası gelen tüm konuşmacıları. Artık söylememe gerek yok herhalde. Yine uyku pozisyonu almış olarak. Hatta onu tanımayanlara karşı savunmak bana düştü birkaç kez.”Onun huyudur, aslında siz bakmayın o mutlaka dinliyordur vb.” sözlerle. Sıra benim gösterime geleceği zaman orada en çok olmasını istediğim kişi olacak kadar tanıyordum onu artık. Gösterim başladığında her zamanki yerini almış, meraklı gözlerle beni izlediğini gördüm. Sunum sırasında gözüm, hep onun yüz ifadelerine takılıyordu elimde olmadan. Ödül bekleyen bir çocuk edası vardı üzerimde.
Bittikten sonra en çok onun alkışlaması onura etmişti beni hatırlıyorum da. Sonrasında sergi aralarında, konuşma aralarında hep gösterimden övgüyle bahsetti. Gerçekten önemsediğini çok iyi anlamıştım. Benim gibi bir fotoğrafçıyla tanıştığına çok sevindiğini söylemişti. Orada ayaküstü konuşuvermiştik fotoğrafla ilgili birçok şeyi. Hemşeri olduğumuzu, ne zaman İstanbul’a gittiğini vb. şeyleri. Ayaklarının artık vücudunu taşımadığını ama ona rağmen fotoğraf çekerken, müthiş bir adrenalin salgıladığını, kendini kaybettiğini, akşam olunca da ayaklarının ağrısından duramadığından falanda konuşmuştuk.

Çanakkale Fotoğraf Festivali
Kıbrıs’tan iki sene sonra Çanakkale’de 5.sini düzenlediğim “Çanakkale Fotoğraf Festivali”ne onur konuğu olarak davet ettim onu. Bugün bile zaman zaman düşündüğüm, unutamadığım, çok yakından tanıma fırsatı bulduğum üç koca gün geçirdim ustayla. Çanakkale Üniversitesi olarak Onur Ödülü verdik kendisine. Festivalin o yılki teması “Belgesel Fotoğraf” oldu. Katılımcılar arasında Atilla Cangır, Kemal Cengizkan, Dora Günel, Özcan Yurdalan, Timurtaş Onan, Ali Öz, Beyhan Özdemir, Ali Saltan, Altan Bal, Tahir Ün, Ethem Özgüven gibi isimler vardı.
Usta bizim festivalle aynı zamanda düzenlenen 4. Çanakkale Şiir Günleri’ne de katılmak istemişti. Ben onunla ilgili bilmediğim başka bir yönünü de öğrendim bu vesileyle. Mesnevi’yi, Ömer Hayyam ve Mevlana’nın rubailerinin çevirisini yaptığını . Kabataş Lisesi’nden arkadaşı olan Hilmi Yavuz’un davetli olduğunu duymuş o da rubai’lerinden birkaç beyit okumak istemişti. Şiir günleri düzenleyicileri son anda çıkan böyle bir teklifi geri çevirmediler ve kendisine yarım saatlik bir okuma verdiler. Yakın gözlüklerini takıp, siyah çantasından çıkardığı birkaç karalama kağıdını okumaya başladığını, dün gibi hatırlıyorum. Çok büyük bir haz alarak okuduğu, kendisine verilen süreyi epey aşarak devam etmesinden anlaşılmıştı ustanın.
Hemen akabinde kendisine verilecek ödülü almak üzere karşı binadaki konferans salonuna geldiğimizde, hazırladığı gösteriyi nasıl sunacağını , biraz hazırlık yapmak isteyip istemediğini sorduğumda, merak etmememi, sunumunu mac bilgisayarda yapacağını, bunun belki sorun yaratabileceğini, o yüzden kendisinin emin olmak istediğini söylediğinde, epey şaşırmıştık. Bırakın babalarımızı, annelerimizi, yakından tanıdığım elli yaş üstü fotoğrafçı dostların çoğunun bilgisayar açıp kapamayı dahi bilmediği bir dönemde o elinde bir notebook mac le gösteri yapmaya gelmişti. Sonrasında bu şaşkınlığımızı Kemal Cengizkan’la yaptığımız sohbette paylaşırken o da onunla ilgili çok önceden yaşadığı bir anısını anlattı,
Biz o zaman AFSAD’tayız. Henüz eski 45’liklerin dinlendiği bir dönemde o yurtdışından bir geziden gelirken beraberinde getirdiği bir tepsi büyüklüğündeki, plak gibi bir şeyi bize göstererek; “bakın beyler birkaç yıl içerisinde tüm hayatınız, çektikleriniz bunun içine kaydedilecek!” demişti. O gösterdiği bugün hepimizin kullandığı DVD.
Teknolojiyle olan yakınlığını kendisine dijital fotoğraf hakkında ne düşünüyorsun diye soranlara verdiği cevaplardan da anlıyoruz; “Niye kullanmayayım? Fotoğrafın oluşumu fiziksel, yani optik bir olaydır. Oluşan görüntünün kayda geçilmesi kimyasal bir olaydı. Şimdilerde ise elektronik, yani sayısal bir hal almıştır. Buna direnmenin bir anlamı yoktur. Mesele bu kadar basittir”. Üç gün boyunca yanından ayırmadığı Sony dijital fotoğraf makinesini büyük bir beceriyle kullandığına da bizzat hepimiz şahit olmuştuk. Hatta o makineyle çektiği eski cumhurbaşkanı Necdet Sezer ve karısının birlikte bir ışık huzmesi içerisinde kalmış görüntüleri bugün bile hafızamda.

Hayat Mecmuası
Ödülü sunmadan önce sahnede bilgisayarından yönettiği fotoğraflı bir sunumla kendisini anlattı. Orada sunduğu fotoğrafların içerisinde ne çok tanıdık kare vardı. Meğerse hepsini o çekmiş. Ben bugün bile utanarak bakıyorum onun çektiğini bilmediğim fotoğraflara. Çocukluğumdan kalan birçok yeşil ciltli Hayat Mecmuası’nı karıştırdığımda meğer onun fotoğraflarına bakıyormuşum. Mesela; Anıtkabir’de iki nöbetçi asker karesi, caminin minaresinde çalışan minare ustası, arkada leylekler ve önünde beyaz tülbentli yaşlı kadın portresi vb. sonra Demirel’in direksiyona geçtiği ve karısının yanında- çok sonraları Turgut ve Semra Özal çiftiyle ünlenecek olan,”Semra koy bir kasette, keyfimizi bulalım” fotoğrafının- olduğu görüntüleri. Hangi birisini sayabiliriz ki? Sunumdan sonra resepsiyon sırasında, yanında getirdiği birkaç dosya fotoğraflara hep birlikte, gözümüzü ayıramadan baktık arkadaşlarla. Yaşar Kemal’in henüz tanınmadığı bir yaşta bir kafede çekilmiş nefis portre fotoğrafını mı, ilkokuldan beri hafızamıza kazınmış öne eğilmiş ellerinin arasında yanan bir sigara, siyah örtü ve siyah çerçeveli gözlükleriyle kederli bir görüntü çizen Halide Edip fotoğrafını mı, yoksa duvara yaslanmış yirmili yaş güzelliğiyle Rahşan Ecevit portresini mi? Hangisini sayayım. Fotoğrafları gören Kemal Cengizkan’ın , döndükten sonra “Aykan o fotoğraflar neydi öyle?” demesini mi, yoksa “ Henrie Cartier benim için artık ölmüştür” diyen Timurtaş Onan’ı mı, benden daha uzun yıllardır tanımasına rağmen o gün hepimizin yaşadığı şoku yaşayan Atila Cangır hocanın şaşkınlıkla mutluluk arasında kalan yüz ifadesini mi? Hayır ben size ertesi gün yaşadıklarımı anlatacağım;
Festivalin ikinci günü sabah erkenden eşimle birlikte ustayı ziyarete gittik. Hayatım boyunca unutamayacağım, fotoğrafı bırakmayı bile düşündüğüm bir onbir saat geçirdik onunla. Nasıl geçtiğini anlamadığımız bir onbir saatti bu. Yarısından sonra Atila hoca’da katıldı bize. Hani devletin tüm gizli belgelerini açmışlarda, bunları başka kimsenin görmediğini düşünmenin bir hazzıyla izliyormuşçasına bir derin merakla izledik notebooktaki fotoğraflarını. Büyük bir merakla dinledik onun fotografik yolculuğunu. Bugün onun fotoğraflarının Magnum etkisinde olduğundan hatta ajansın kurucularından Henrie Cartier Bresson’la ruh ikizi olduklarından bile bahsedebilirim. Her ikisinin de fotoğraflarında romantizmin derin izlerini görmek mümkün.
O Othmar’ın fotoğraflarından da çok etkilendiğinden falan bahsetti sohbet sırasında. Özellikle onun kağıda basılı kartpostallarından çok etkilendiğini ve aynı kartpostallardan kendisinin de basmak istediğini söyledi. Hatta fotoğrafları çekebilmek için Kabataş Lisesi’ndeki resim öğretmeninden ödünç olarak bir Rölefleks makinesini almış ve aynı gün içerisinde, 40 adet siyah-beyaz fotoğraf çekmiş. Ancak kartpostal yapmanın maliyetinin çok olduğunu öğrenince işten vazgeçmiş ve ilerde ilk işini almasını sağlayacak fotoğraflarının negatiflerini saklamış.

Tifdruk Baskı
1956 yılında Türk basınında önemli değişimler yaratan Hayat Mecmuası yayın hayatına başlar. Tam da gazetelerin sayfa sayısının kısıtlanma kararının alındığı, iktidar yanlısı gazetelere kağıt dağıtımında bonkörce davranılan bir dönemde yani. Yapı Kredi Bankasının katkısıyla kurulmuş “Hayat Mecmuası”. İlk sayısı 170 bin adet basılmış. İlk Tifdruk baskı dergiymiş o zamanlar. Bu teknikle fotoğraf kalitesi çok yüksek bir etkiye bürünüyormuş. Bir gün Cumhuriyet Gazetesindeki bir ilanla fotoğrafçı arandığını görmüş ve elindeki siyah-beyaz fotoğraflarla ilandaki adrese gitmiş. İşte Hayat Mecmuası’yla ilişkisi o andan itibaren başlamış. Ona fotoğrafçıları olmasını teklif etmişler. Fakat okul durumundan dolayı ilk başlarda kabul edemez. Elindeki fotoğrafları 5o liradan satın alırlar. Aldığı ilk paranın üzerine biraz da cepten katarak ilk fotoğraf makinesini alır ve fotoğraf çekmeye Bergama’ya gider. Fotoğraflarla birlikte yeni basılmaya başlanan Hayat’a gider ve tekrar çalışma teklif ederler. Çünkü kompozisyonlarını çok başarılı bulmuşlar.
Bu sefer kabul etmiş ve ilk röportajı cami minaresi ustasını çalışırken çekmek olmuş. Hatta babası fotoğrafları görünce, işi hemen bırakmasını istemiş. Çünkü çok yükseklerde çalışan ustayı daha da yukarı açılardan yakaladığı kareleri göstermiş ona. Bize sohbet sırasında nasıl çektiğini sonradan anlattı usta. Merdivenle çıkılan minarenin kurşun kaplı tepesinde açılan bir delikten çekmiş tüm kareleri. Hep beraber güldük. Hayat Mecmuası’nda çalışmanın parasal yönden iyi olmadığını ama mesleğin tüm inceliklerini burada öğrendiğini söyledi. Kadrolu olarak çalıştığını hatta sadece Ara Güler’le ikisinin kadrolu olduğunu anlattı. Dünyada fotoğraf ağırlıklı dergiye olan yoğun ilginin ikinci dünya savaşı sonrasına rastladığını ve yurtdışındaki Life gibi bir derginin Türk insanı tarafından da istenmesinin sonucunda doğduğunu söyledi Hayat Mecmuası’nın.
Usta Hayat’ın bir okul gibi olduğunu oradan çok şey öğrendiğini de anlattı. Sonrasında ise “bu dergi olmasaydı ne Ara ne de ben bu kadar tanınamazdık, dergi bizim vitrinimiz oldu” dedi. Daha sonra usta derginin, Ankara’da açılacak olan şubesine tayin ister ve orada da bir süre çalışır. Onun siyasi içerikli fotoğraflarının çoğunu orada çektiğini söyleyebiliriz. Tüm mülki erkanın yaşadığı bir kenti uzun yıllar fotoğraflarıyla ölümsüzleştirir. En çok İsmet İnönü’den ve Bülent Ecevit’ten bahsettik.
Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nda kadrolu müzisyen olan eşi yüzünden sık sık konsere gittiğinden adeta orkestranın müdavimi olan İnönü’yle samimi bir hava içine girdiklerinden, aralarında geçen şakalaşmalardan söz ettik. Bu döneme ait birçok fotoğrafı görme fırsatını yakaladık. İnönü’nün bugün elde olan son dönem fotoğraflarının çoğunu o çekmişti. Ecevit’lerle kurulan aile dostluğu ise bugün inanılmaz derece etkileyici fotoğrafların çekilmesine sebep olmuş. Genç Ecevit’in kendisinden çok daha genç Baykal’la masa tenisi oynarkenki halleri ve onlara eşlik eden Rahşan hanım görüntüleri, adeta bir döneme tanıklık ediyordu. Hayat Mecmua’sına ek olarak Devlet Tiyatrosu fotoğrafçısı olmuş sahne fotoğrafları da çekmeye başlamış.Daha sonraki zamanda Turizm Bakanlığı’nın tanıtım fotoğrafçılığını da eklemiş işlerinin arasına.
Doğa Fotoğrafçısı
O döneme ait birçok gezi fotoğrafını da gördük. Özellikle onun Kapadokya’da çektiği fotoğraflar çok etkileyiciydi. Doğa fotoğrafı üzerine de çok başarılı çalışmalarının olduğunu söylemeliyim. Zaten o birçok basın fotoğrafçısının aksine, meslek alanının dışında da fotoğraf çekebilen ender fotoğrafçılardan. Güzel Sanatlara yoğun ilgi duyan çok duyarlı bir beyne sahip. Karikatürle, şiirle, müzikle ve yazarlıkla ilgilenmesi bunun en büyük göstergesi zaten. Fotoğrafın sanatsal boyutuyla daha çok ilgilenen fotoğraf derneklerine üye olmuş sıkça. Ankara’daki FSK (Fotoğraf Sanatı Kurumu) nun kurucu üyelerinden mesela. Yurtiçi ve yurtdışında birçok kişisel sergi açmış ve gösteriler yapmış. Reklam fotoğraflarını da gördük. Hatta ülkenin ilk reklam fotoğraflarını çekenlerden birisi olduğunu öğrendik. Bu satırlara nasıl sığdıracağımı düşündüğüm o kadar çok şey yaşadık ki onunla. Öncelikle bunca fotoğrafın içerisinden seçip te kurduğu düzenli arşivi büyük bir öğreti oldu benim için. Kimi basılı, kimi bilgisayarının belleğine kaydedilmiş binlerce fotoğraf. Tarayıp aktarabildikleri tabiî ki.

Ona ait o kadar fotoğraf gördüm ki dergilerde veya internet ortamında. Seçimini acaba o mu yaptı diye düşündüm çoğu kez. Çünkü gördüğüm binlerce karenin en sıradan olanlarıydı karşıma çıkanlar. Öyle portreler, öyle an fotoğrafları var ki yukarıda da yazdığım gibi fotoğraf çekmeyi bırakabilirdim. Çünkü çektiğim her kare fotoğraf, onunkilerin yanında yavan kalırdı. Bunları bugüne kadar neden göremediğimizi sorduğumda ise “Ne bileyim ben fotoğrafı büyük bir heyecanla çekiyorum.Çektikten sonra baktığımda soğuyorum. Ancak sizlerle beraber bakarken yeniden seviyorum çektiklerimi” diye cevapladı. Gün yüzüne çıktığında herkesi sarsacağına inandığım binlerce kare fotoğraf Türk Fotoğraf tarihinin belleğinde yer almayı bekliyor kısacası. Kendisine kitap yapmayı teklif etmelerini beklediğini, özel olarak bunları kitap yapacak birilerinin peşinde koşmadığını anladım konuşmalarımızda. Piyasada o kadar sıradan birçok kitabın raflarda yer aldığını gördüğümde üzülmeden edemiyorum doğrusu.
Aslında bizim iki Ara’mız var
Festival boyunca ondan çok şey öğrendim. Arşivimizin ne kadar önemli olduğunu, belgeciliğin ne olduğunu, nasıl yapılması gerektiğini, çekilen her fotoğrafın doğru kullanıldığında bir gün mutlaka işe yarayacağını vb.
Bu sefer kaçırmayıp fotoğraflarını da çektim onun. Ama ben mi onu çektim, o mu bana istediği pozu verdi bilmiyorum artık. O da bizimle kaldığı sürece hem şiir günlerindeki şairleri, hem de festivalin konuk fotoğraflarını bolca çekti. Hatta büyük bir incelik gösterip imzalı bir fotoğrafımı da yollamayı ihmal etmedi.

Ona dair en önemli özelliklerden birisinin de iyi kötü tüm gösterileri, konuşmaları eğer mümkünse mutlaka izlemesi oldu. Bunu kendisine sorduğumda; “Kötüyü görmeden iyi yi nasıl anlarız” diye karşılık vermişti.
Onu tanıdığım günden beri aklıma hep bir soru takılıyor. Neden biz değerlerimizin kıymetini gerektiğince bilmeyiz? Aslında Hayat Mecmuası bize iki değerli fotoğrafçı kazandırmış. Bugün birisini hepimiz biliyoruz; Ara Güler ustamız. Ama unutmamamız gereken aynı ekolden gelen bir başka değerli fotoğrafçımız daha olduğu. Evet yeterince sıktım sizi. “Hadi be adam söylesene, kimmiş bu fotoğrafçı” seslerini duyar gibiyim. Eğer hala sabırla buraya kadar okuduysanız açıklıyorum o ön sıradaki mavi koltuktaki, kırmızı kazaklı kişi OZAN SAĞDIÇ’ dı.
Çok değerli fotoğrafçımız.
Çok da iyi anlatmışsınız Aykan Hocam.
2018 yılında, ödüllerin kime verileceği tartışılırken, çok şaşırmıştım, İFSAK’ın yıllardan beri verdiği Yılın Fotoğraf Ödülünün Ozan Sağdıç’a verilmemiş olmasına. Neyse ki o anda tartışmaya bile gerek duyulmadan oy birliği ile karar alındı ve ödülü verildi kendisine. Yazdıklarınızı okurken ödülünü aldığı akşamı yaşadım yeniden. Çok teşekkür ederim.
Hakancım ilgine çok teşekkür ederim. Sevgiler.
Sevgili Aykan ‘Ozan Sağdıç’ hocayı bu anlatımınla sayende epey tanıdım diyebilirim. Gerçektende bir mihenk taşı, Türkiye fotoğraf tarihinde önemli bir yere sahip olduğu açıkça görülüyor. Ayrıntılı ve keyifli yazı tekniğine’de atıf yapmadan geçemeyeceğim,kalemine yani klavyene kuvvet, şahane bir anlatım.
Sevgili Vehbi, değerli yorumun için çok teşekkür ederim.