Kendimi zaman zaman Claude Berri’nin “Jean de Florette” filmindeki kambur Jean’a benzetiyorum. Kambur değilim ama onun gibi inatçı ruhu taşıyorum. Çiftliğe taşınmadan önce bostanı yaptım ki, taşındığımızda oradaki ürünü kullanmaya başlayalım. Bir köylüyle birlikte fideleri dikerken köylü mevsim olarak çok geç kaldığımı bu ürünün yüzde doksanının heba olacağını söyledi. Aklımda “Küba Petrol Krizini Nasıl Aştı”nın bazı anlatıları vardı. Çok sıcaklarda bostanlarının üzerine direkt güneş ışığını kıran perdeler yapmışlardı ve ürün alma süresini uzatmışlardı. Ben de öyle yaptım, oysa köyde kimse bostanına perdeleme yapmıyor. Damlama sulamayı kurdum, sistemi çalıştırdım. Diktiğimiz bütün fideler tuttu ve ürün almaya başladık. Üstelik hiçbir tarım zehiri ve gübresi kullanmadan, yalnızca biraz koyun gübresi o kadar. Pestisitlerin bize ne yaptığı hususunu merak edenler Bülent Şık’ın yazılarını okuyabilir. Pazarla irtibatımız sebze hususunda şu an yüzde elli azaldı. Yakında hemen hemen tamamen kalkacak. Bu mevsimde olmaz denilen oldu.
Filmde Jean (Gerard Depardieu) annesinden miras kalan çiftliğe karısı ve kızı Manon’la birlikte yerleşir. Manon’u özellikle vurgulamak isterim, zira bu filmin devamı “Manon’un Pınarları”. Çiftlik arazisi içinde bir pınar vardır ve bunlar gelmeden önce komşuları ve aynı zamanda tarihsel hasımları Cesar Soubeyran (Yves Montand) yeğeni Ugolin’le (Daniel Auteuil) birlikte pınarın üzerine beton dökerek kapatırlar ki, su olmayınca çiftçilik yapılamayacaktır ve araziyi ucuza kapatarak istedikleri ürün olan kırmızı karanfilleri ve başka şeyleri yetiştirebileceklerdir.
Jean’ın elinde annesinden miras kalan bir miktar para da vardır ve ailece bu çiftlik için çok uğraşırlar. Jean çiftçilik hususunda kitaplar okur, hangi mevsimde ne kadar yağış düşeceğini hesaplar ama bilimsel deyişlerle tabiatın işleyişi her zaman tutmaz. Acı olan şudur ki bütün köylüler ve kasaba halkı o arazide bir pınar olduğunu bilir ama kimse Jean’a söylemez. Ahlaki olarak söylememek suçtur ama suça ortak olunduğunda ve herkes sustuğunda suç diye bir şey yoktur, araya ölüm girene kadar. Jean’a inanan hiç olmazsa iki kişi vardır, karısı ve kızı.
Jean araziyi notere ipotek ettirir, bir miktar para bulur ve devam eder. Parayı notere veren kişi Soubeyran’dır. Jean sonunda suya kavuşabilirim düşüncesiyle bir kuyu kazmaya girişir, epey derine inmiştir ve karşısına koca bir kaya çıkmıştır, kaya patlatılarak aşılacaktır. Dinamitleri yerleştirir, küçük kızıyla birlikte uzak bir noktada dinamiti ateşlerler ve bum. Ancak Jean sabırsızdır ve vaktinden erken kuyuya bakmaya gider, kuyunun başına geldiğinde henüz yeryüzüne ulaşmamış taşlardan biri ensesine isabet eder ve boynu kırılır. Su çıkmamıştır. Jean ne yazık ki ertesi gün ölür. Karşısına çıkan koca kaya bana göre Soubeyran’dır ve boynuna düşen taş ise Ugolin.
Soubeyran araziyi Jean’ın karısından noterin huzurunda değerinden aşağıya kapatır ve aile oradan ayrılırken pınarın üzerindeki beton sökülür, su akar, akar, akar. Manon bu duruma görünmeden şahit olmuştur. Babasının ölümüne dolaylı yoldan neden olan insanları görmüştür. İşte “Manon’un Pınarları” olan ikinci devam filmi Manon’un keçi güden genç bir kız olarak bu topraklara dönüşünün ve tesadüfen de olsa ana pınarın başını tutmasıyla ilerler. İzlememiş olup da merak edenler zaten izleyeceklerdir. Ben yine hikâyeye geri dönmek istiyorum.
Jean neden kamburdu hangi yükle dünyaya gelmişti? Onu bu topraklarda susuz bırakan adam kimdi ya da kimlerdi? Susuz kuyu onun kaderi miydi? İnatçılığı kimin mirasıydı? Öncesinde bir vergi memuru olan Jean’ın çiftçilik yapma, doğaya dönme hakkı yok muydu?
Jean’ın annesi Florette’e Cesar Soubeyran aşıktır ancak aileler arasında bir sorun vardır ve gençler çok az bir araya gelebilirler. Soubeyran Jean’a evlenme teklifi yapar ve cevabı kendisine ulaşamadan askere gitmek zorunda kalır. Elinde Florette’in bir tutam saçı ve tokası kalmıştır. Oysa Florette kendisine bir not göndermiş ve kabul etmiştir ama bu not hiçbir zaman Soubeyran’a ulaşmamıştır. O çok kısa beraberliklerinde Florette hamile kalmıştır, kendisine cevap gelmediğinden çocuğu düşürmek istemiş, türlü yollar denemiş ama inatçılık bu ya çocuk düşmemiş ama bir kambur olarak dünyaya gelmiştir. Bu sırada Florette bir demirciyle isteksizce evlenmek zorunda kalmıştır. Jean aslında Cesar Soubeyran’ın oğludur. Sırtındaki iz, yük Cesar Soubeyran’dır.
Arazide akan pınar Florette’i temsil etmektedir. Kendisi yoktur ama pınarı vardır. Doymak bilmez Soubeyran Jean oraya ulaşmadan pınarı Ugolin’le birlikte kapatırlarken aslında farkında olmadan Florette’i bir kez daha öldürürler. Ne yazık ki Jean çiftliğe idealleriyle yerleştiğinde pınar yoktur. Pınarın suyunun akmaması, köylünün bu durumdan bahsetmemesiyle eşleşir. Köylü de Jean’a karşı söz olarak aynı pınar gibidir, kurudur, akmaz. Köylüye göre o bir şehirli memurdur, buralarda olmaz, olamaz, ortak dile kabul edilemez. Ortak dil gerektiğinde ortak suçu içerdiğinden, yabancıya yer yoktur. Jean’ın susuzluğu hiçbir zaman bilmeyeceği babası Soubeyran ve köylüler tarafından belirlenmişti. Köyde herkes her şeyi bilir, dedikodu yaygındır, ortak suç suskunluk içerir. Ta ki hep birlikte zor duruma düşülüp, dillerin çözülme anına kadar.
“İnsan inancı uğruna o yolda ölse bile bir şeyi aramaktan vazgeçmemeli” der sanki yönetmen Berri. O kör kuyu onun kaderi olsa bile Jean ölene kadar devam eder.
Peki ya Nuri Bilge’nin “Ağlat Ağacı”ndaki baba İdris Karasu. Soyadı gibi, kimilerine göre bahtı kara. Onunki de inat ve inanç hikayesi, kuyu kazarak kendi inandığı, olası suya kavuşma hikayesi, kuyu aykırı gibi de gözükse onun oyun alanı, ona dair bir yer. O da babası gibi yalnız ve uyumsuz. “Ahlat Ağacı”na benzetir üç nesli İdris’in oğlu Sinan, yazdığı kitapta, yamru, yumru, diğer ağaçlara benzemeyen, biçimsiz. Aykırı olununca, toplumsala uyumlanmayınca dışlanıverir insanoğlu, hakkında yeni hikâyeler yazılır. Oysa onun derdi kendisiyledir. Ne ilginçtir ki Berri’nin filminde baba kuyunun başında ölür, Ceylan’ın filminde ise oğul Sinan’ı rüya sekansında kuyuya boynundan asılı görürüz. İki film arasındaki benzeşim bir inanç uğruna inat ederek kahramanların kendi hikayelerini oluşturmaları. Biri kambur, diğerleri ise yamru yumru “Ahlat Ağacı” gibi.
Metin Erksan da yarattığı “Kuyu” filminin hikâyesini gazetede gördüğü gerçek bir olaya dayandırmıştı. Orada da sevdiği kızı defalarca kaçıran, hapse giren, çıkan yine kaçıran bir adam işlenmişti. Filmin sonunda adam su bulmak için kuyuya iner ve kaçırdığı kız tarafından öldürülür.
Sanki tüm hikâyelerde inat insanın dipsiz kuyusu gibi. İlk iki hikâyede pozitif bir inanç ve inat varken, Metin Erksan’ın hikâyesinde negatif.
Florian Henckel von Donnersmarck’ın “Never Look Away – Asla Gözlerini Kaçırma” filminde şahane bir sahne vardır. Joseph Beuys Düsseldorf Sanat Akademisi’nde bir öğrencisinin işlerini değerlendirirken yaptığı konuşmanın sonunda eleştirel olarak şu soruyu sorar:
Sen Nesin?
Yalçın Hocam, 2013 yılında beni de siz kuyuya attınız, inatla çıkmaya çalışıyorum hala…
Yine ne güzel yazmışsınız
Aşağı açıdan, kuyuya bakan İdris sahnesi filmin en önemli sahnesi gibi duruyor. Kuyu epey önemli bir yerde filmde, aynı zamanda sembolik. Hayallerle gerçek dünya arasında bir kilit, hiç geçit vermiyor. Geçmeye çalışmak tek çare ya da çözüm, onu anlıyoruz filmin sonunda.
O açıdan kuyunun içine bakan İdris aynı zamanda kuyudaki bize izleyene bakıyor. O sahne bir anlamda aynalama gibi.
Sağolasın Tolgacım, bu akşam bir not düştüm defterime. Hepimiz aslında kendi sesimizin arayışı içindeyiz. Sesimizi kaybettiğimizden değil, her buluşmamızda ki heyecanı, keyfi yeniden yeniden yaşamak için.