I
Her şey olması gerektiği gibiydi. Önüme türlü engeller de çıksa, iki sene aradan sonra yeniden Venedik’e gitmek ve sergi olarak kurguladığım projenin bir kısmının fotoğraflarını maske festivalinde çekmek istiyordum. Hava biraz soğuk ama güneşliydi. Kanallar her zamanki kadar kalabalıktı. Öğrenciler okullarından dönüyorlar, çalışanlar mesailerinin bitmesini bekliyorlardı. Academia Köprüsü’nün karşısına denk gelen evimiz, beş gün kalacak olmamıza rağmen, görür görmez sanki orada yıllardır yaşıyormuşuz gibi bir izlenim uyandırmıştı bizde. Keyfimiz yerindeydi. “İyi ki geldik” diyorduk, motorumuz iskeleye yanaştığında.
Çok uzun zamandır Venedik siyah beyaz olarak yer almaktaydı zihnimde. Ben de objektifimi projem “Karanlık Aralık”lara doğru yönlendirmiştim. Aynasızlara geçmeden önce, refleks makinelerde her çektiğim fotoğrafta göremediğim, saniyenin 1/125’i ya da 1/250’sine denk gelen o gizemli boşluk ve bunun fotoğraftaki trajedisi daima kafamı kurcalamıştı. Her anın fotoğrafını çekiyor ama fotoğrafını çektiğimiz, aynanın kalktığı o anı bir boşluk olarak her seferinde atlıyorduk zihnimizde. Oysa sadece Leica M serisi ile çektiğim fotoğraflar, makinenin yapısal özelliğinden dolayı bu konunun kapsamı dışında kalmıştı.
Seyahat öncesinde bazı işaretlerle karşılaşmıştım. Venedik gezimiz Tanın Helvacı’nın organizasyonuyla aylar öncesinden bütün detaylarıyla ayarlanmıştı. Tadı damağımızda kalan Paris Photo seyahatimizden sonra dört ay bile geçmeden Coşkun Aral da yine bizimle geliyordu. Kendisinden inanılmaz hikayeler dinleyeceğim için heyecanlıydım. Fakat uçuştan sadece saatler önce kasanın pili bitti, pasaport içeride mahsur kaldı. Sonra evde kasanın nasıl açılacağına dair belgeleri arayıp bulduk. Kasa için 9 Volt pil olması gerekiyordu ve o yoktu. Uzun aramalar sonucunda tüm bu bileşenler bir araya gelip kasa açıldığında vakit gece yarısını çoktan geçmişti. Acaba gitmesem mi diye son kez içimden geçirdim. Kendimi San Marco Meydanı’nda maskelerin arasında bulmadan önce son hatırladığım sahne, Venedik uçağının körüğünden koltuğuma doğru ilerliyor oluşumdu.
II
Venedik Karnavalı, temeli yüzyıllar öncesine dayanan bir maske festivalidir. Hem tarihsel arka planı olan pagan inanışlarına dayanan ruhani bir yanı da vardır bu festivalin, hem de maskelerin ve kostümlerin içinde ainsanları sosyal olarak eşitleyen, diğer yandan da zamanında kötülükleri kovarak gelmekte olan baharı karşılayan bir ritüeller bütünüdür. Bir liman kenti olması dolayısıyla yedi milletin insanı ile karşı karşıya olan Venedik, 14.yüzyılda veba salgını nedeniyle nüfusunun yarısını kaybetmiştir. Özellikle uzun burunlu maskeler, o dönemde hastalarla sağlıklı insanlar arasındaki mesafeyi artırmaya yaramış, sonra da bir geleneğin başlangıcı olmuştur.
Karnaval, Venedik’i fotoğrafçılar için cennete çevirmektedir. Her sene tarihi değişse de on beş gün boyunca başta San Marco Meydanı olmak üzere, şehrin farklı alanları birer fotoğraf platosu gibi kullanılır. Çıkan güneş, yağan yağmur, esen rüzgâr, çiseleyen kar, sabah gün doğumu, tarihi arka planlar, iskeleler ve gondollar fotoğraf için unutulmaz kareler yaratır. Aynı modeli çekmeye çalışan fotoğrafçıların, olay peşindeki foto muhabirleri gibi birbirlerine omuz attıkları sahneler dışında her şey sulh içinde ilerler. Ya herkes sıranın kendisine gelmesini ve modeli istediği fonun önüne götürmek için bekler ya da herkesin yaptığı gibi kendine bir yer bulup karelerini yakalamaya çalışır.
Özellikle daha iyi fotoğraflar çekebilmek ve maskelerin ardında gizlenen gözleri ortaya çıkarabilmek karnaval fotoğrafının şanındandır: Elbette klasik maske fotoğraflarının peşindeyseniz… O yüzden fotoğrafçıların hemen hemen hepsi, klasik bir hevesin peşine düşüp flaş kullanırlar. Son yıllarda devamlı yanan “led” ışıkların ucuzlayıp çeşitlenmesiyle ortamın atmosferini bozan, sürekli yanan ışık kaynaklarıyla da fotoğrafçılar uğraşmak zorunda. İşte, eğer o sabah keyfi yerindeyse çıkacak güneş, flaşlar, led ışıkları ve dünyanın bütün sabahları birbirine karışırken, birkaç saat sonra yapacağınız kahvaltı ve içeceğiniz bir fincan kahvenin itici gücünü düşünerek çekiminize devam edersiniz. Hiçbir modelin çekim isteğinizi kırmayacağı rüya gibi bir dünyadasınızdır.
Ömrümde dört kez Venedik’e gittim. İlk gittiğim 2003 yılının yazı mevsiminde 50. Venedik Bienali yapılıyordu. (Yani Bienal’in 100’üncü yılıydı.) Ben üç arkadaşımla birlikte Viyana’dan karayolu ile gelmiştim. İkinci gidişim 8 yıl öncesine rastlar. Gemi seyahatimde şehirde 5-6 saat kalabilmiş, yönümüzü karıştırdığımız ara sokaklardan gemiye yetişmeye çalışırken Ömer Serkan Bakır ile epey bir heyecan yaşamıştık. Üçüncüsü de 2016 yılında gittiğim ilk Venedik Karnavalı deneyimimdi. Bu yıl, yine karnaval için 20-24 Şubat tarihleri arasında beş gün gittiğimiz ve gider gitmez salgın hastalığın çıktığı, hayatımızda asla unutamayacağımız yeni bir maceram daha olacaktı. 2020’nin bir virüsün yarattığı, pandemiye dönüşecek bir yıl olduğunu o günlerde bilmiyorduk.
III
Başlangıçta her şey yolunda gidiyordu. Kanalın kenarındaki evimiz, oradaki küçük odam, geniş mutfağımızda sohbetler, Türkiye’den getirilen sürpriz baklavayı yememiz birer fantezi gibiydi. Özellikle Sevgili Coşkun Aral’ın usta aşçılığıyla hazırladığı kahvaltı ve yemekler harikaydı. Belki onlar olmasa, biz daha çok öğün dışarıda yemek yemiş olsaydık, istemeden bize takılan hatıra virüs ile evimize dönebilirdik. Gelince 14 gün karantinaya aldık kendimizi; hiçbirimize bir şey olmamış, bu kez paçayı kurtarmıştık. Ama orada aşağı yukarı Türkiye’den 100 civarında fotoğrafçı vardı. Şu satırların yazıldığı karantina anında ülkemizde de on binlerce hasta bulunuyor. Üstelik bunlar testleri yapılıp pozitif çıkanlar. Ya taşıyıcılar ya da testleri yapılmamış olanlar… İlk kez, böylesine sevimsiz bir konuda dünya standartlarını yakalamış görünüyoruz.
Şimdi ne olacak. Bu musibetten nasıl kurtulacağız. Aşısı bulunacak mı? Kaç kişi bu virüsün verdiği zararlardan doğrudan ve dolaylı olarak etkilenecek? Ekonomi ne olacak? Devletler eski güçlerini koruyabilecekler mi? İnanç sistemi hasar alacak mı? Bilime yeni bir değerler alanı açılacak mı? Tıp ilmi yeni bir çağa kendini nasıl eklemleyecek? Psikololoji ve sosyoloji değişen insan ilişkilerini onarma konularında neler yapabilecek? Toplumsal her türlü yapılanma içindeki pandemi/karantina fırsatçılarına insanlık ve hukuk gereken dersi verebilecek mi? Sorular böylece uzayıp gidecek ve çoğu cevapsız kalacak.
Konumuzun omurgası kültür, sanat ve fotoğrafa gelirsek, bu alanda da değişimler olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Ama bunun evlere kapanmaya bağlı bir sonuç olduğunu da kabul etmemiz gerekiyor. Yaşam normal aksaydı, akış ters yüz olmasaydı, sanatın böylesine can kurtarıcı bir işlevinin olduğu da gündeme gelmeyecekti. Gerçekte sanatın en güzel yanı, onu keyifle tüketenler içindir. Sanatın içinde olmak için üretmek, ille de sanatçı olmak gerekmez. Bir şiirin yüreğimize vereceği yaşam sevinci, bir öyküdeki olayla bağlantı kurmamız, kendimizi okuduğumuz romandaki kişi gibi hissederek maceraların içine atılmamız, dinlediğimiz müzikteki enerjiyi kalbimizin derinliklerinde hissetmemiz, bir resmin renklerle örülü dünyasında heyecan içinde kaybolmamız yeterlidir.
IV
Fotoğrafa gelirsek: Bugüne bir cep telefonu ya da fotoğraf makinesiyle her zaman çektiğimiz fotoğraflar geride kaldı artık. Pencerenizden -boş sokaklardan müteşekkil- her günkü manzara, evinden tüm detaylarını ezberlediğiniz köşeler, farklı açılardan biblolarınız, saksıdaki çiçekleriniz, çocuklarınızın portreleri, köpeğiniz, balığınız, muhabbet kuşunuzla oluşturulmuş kompozisyonlar… İşte bir süreliğine fotoğraf cumhuriyetinizin sınırları bunlarla çizili artık.
Unutulmuş birçok anı eşliğinde, çekilmiş -ve işlenmek için bekleyen- fotoğraflar ve bir gün her şey iyi olduğunda tüm karantina süresince kurduğunuz, yapmayı düşlediğiniz projeleriniz var.
“İnsan projeleriyle yaşar.”
Bir dostum “İnsan projeleriyle (onları yapamadan) ölür.” demişti. Ben de “İnsan projeleriyle yaşar.” demiştim. Herkesin ayakta kalmayı bir proje olarak hayatına aldığı şu dönemde, fotoğrafçı olarak yapılacak en iyi şey, kendimizden önce fotoğraf adına yapılan işlere bakmak, bu fotoğrafçıları tanımak ve gerçekleştirdikleri projelerin altında yatan mantık ve düşünceyi kavramaktır. Evrende bulunduğumuz yerin neresi olduğunu yalnızca bulunduğumuz coğrafyanın koordinatlarına bakarak anlayamayız. Şimdi artık hepimiz, Thomas Man’ın Venedik’te Ölüm kitabının baş kahramanı Gustav von Aschenbach gibi tuhaf bir sıkıntıyla at başı giden bir heyecanı birlikte yaşıyoruz. Kayıplarla olsa da altından kalkacağız.
-Merih Akoğul, salgın günlerinden karantinadan bildirdi: İFSAK Blog, mikrofon sizde!
Nisan 2020
Bize Ulaşın