Sekiz yaşına yeni basan alabuluz traşlı çocuk yolda eline aldığı mısır sapını değnek gibi kullanarak kahveye kadar hiç durmadan hızlı adımlarla yürüdü. Kahvenin mavi boyalı altı pencereli ahşap kapısının mermer eşiğinde soluklanırken mısır sapını bacaklarının arasında yerleştirdi, ellerini cebine soktu, çekirdek kalmış mı diye kontrol etti. Bu sırada bir kahvenin içindeki ayaktaki kalabalığa bir dışarıdaki kadınlara kulak kabartırken pantolonun ceplerini ters yüz edip hiç çekirdek kalmayışına iç çekerek bacağına batıp duran çekirdek kabuklarını elinin tersiyle üç kere silkeledi. Yaslandığı kapının gıcırtıyla salınan açık sol kanadının hemen yanındaki saatli maarif takvimi 3 Mart 1989’u gösteriyordu.
Çocuk tren raylarını takip ederek yürürdü. Rayların takip ettiği arazi ise uçsuz bucaksız tarlalardan ibaretti. Çocuk kuru ağacın yanından geçerken almıştı eline mısır sapını, hızla yürürken yolu takip işini kolaylaştırdığından. Tren raylarının yanındaki kuru ağaç mısır tarlasının yanı başında sanki sadece üzerindeki karga sürüsü için orada gibiydi. Uzaktan bakan biri onları dallarındaki son kuru yapraklar sanabilirdi. Karga sürüsü sessiz sedasız duruyordu ve çocuk geçerken hiç oralı olmamışlardı, ya onu tanıdıklarından ya da onları hep görmezden geldiğinden ona trip atıyorlardı. İlk trenin beklenen ve yaklaşmakta olan gürültüsü kargaların yarı kapalı göz kapaklarını hareketlendirirken, başlarını silkeletip kanatlarının arasını gagalatarak hareketlenmelerini sağladı. Tren raylarından tarlalara doğru inen, sarı sıcak sabah güneşinin ve o saatlerde kuru ağacın gölgesinin vurduğu bire bir şev mısır tarlalarından sebep tren rayları boyunca bir kaç kilometre seyrediyordu. Derken gittikçe yaklaşan tren kargaları start’a hazırlanan koşucular gibi hazır ola çekti. Tren tam yanlarından toz duman içinde, paldır küldür geçerken kargalar hep birden havalandı, uçarak yeni sürülmüş, diğerlerine göre rengi daha koyu mısır tarlasına doğru süzüldüler -içlerinden biri hariç. Havalanan kargalar tarlanın üzerine gelişi güzel kondu ve tren vagonlarının yavaşlayan tıngırtısının uzaklaşmasını beklediler. Ağacın orta kısmında tepesine yakın bir dalda tüneyen karga ise hüzünlü bakışları andıran bir ifadeyle trenin gittiği yöne değil de tarlaya konan kargalara başını çevirmiş göz kapakları istemsiz inip kalkıyordu -trenin uzaklaşan tıngırtısı ile yalnız karganın göz kapaklarının arasında düzenli bir düzensizlik vardı sanki. Bu yalnız kargayı haylaz bir çocuk görse ona ya sağır diye lakap takar ya da uçsun diye taş atardı. Trenin uzaklaşan gürültüsü kaybolmak üzereyken kargalar da havalanıp ağacın üzerinde bir elips çizdikten sonra film arasında bıraktıkları eşyalardan yerlerini yanılmadan bulan seyirciler misali kendi yerlerine çabucak yerleşiverdiler. Dallara tam konacakken hızla çırptıkları kanatlarından çıkan son sesler trenin duyulan son gürültüsüne karışıp kaybolurken uçcuz bucaksız tarlalardan ibaret araziye de tekrar büyük bir sessizlik hakim olmuştu -belki sadece keskin bir kulak sinek vızıltılarını duyabilirdi. Kargalar zaman zaman gagalarıyla kısa kaşınma hareketleri yapsalar da genel hareketsiz duruşlarına tekrar geçmişlerdi, geçen beş on dakika içinde. Tren raylarının kuru ağacı geçtikten sonraki istikameti yokuş olduğundan sebep trenler neredeyse duracakmış gibi ağır ilerlerdi. Nihayetinde akşamüzeri treni gelene kadar kargalar da keyiflerine bakacak, güneşli ılık günün keyfini süreceklerdi.
Gelgelelim tren bir türlü gelmedi -işin doğrusu gelememişti. Günün ikinci ve son treni bir önceki istasyonda yolcularını indirip bindirdikten sonra bir türlü hareket edememişti. Treni sonraki istasyonda beklemekte olan ve jandarma komutanının sakinleştirmeye çalıştığı kalabalık erkek grubu tren garından meydandaki kahveye söylene söylene yürümüş, kahveye vardıklarında hararetli bir tartışma baş göstermişti. Bu sırada, takvimin asılı olduğu ters L formunda duvar sehpasının üzerindeki yeni siyah beyaz televizyonun karıncalı yayınından kahvedeki seslerin azaldığı zamanlar ancak işitilebilen sesler kapı eşiğinde pervaza omzunu yaslayan cepleri hâlâ dışarıda duran çocuğun keskin kulaklarına ilişiyordu sadece: “Bugün 13 Nisan 1989 Perşembe…, Sayın seyirciler…, Kırıkkale’nin vilayet olması için hazırlanan yasa tasarısı…” Kırıkkale, diye mırıldanırken çocuk, nerede olduğunu bilir bir mutluluk ifadesi belirdi yüzünde. Her kafadan çıkan farklı tonlarda seslerin oluşturduğu, kahvenin kapı penceresinden doğru az ötede bekleyen kadınlara kadar ulaşan uğultu onları hepten endişelendirmiş, kucağında kırk günlük bebeğiyle kalabalıktan az geri duran kısa sarı saçlı kısa boylu kadını ise daha ziyade korkutmuştu. Kadın bir kolunda uyumakta olan ve burcu burcu kokan, elmacık kemiklerinin dikkat çektiği parlak yüzlü kırk günlük bebeğini usulca pışpışlarken, diğer eli istemsizce kendi ağzında, gözünü kırpmadan kahveden gelecek bir iyi haber gözler hallerdeydi -bebeğin yumuk olmayan elinin parmaklarının uzunluğundan, kadınınkilere benzerliği görülebilirdi ki bu ana kız olduklarını ele veren bir ayrıntıydı.
İlk trenin geçmesinden bir kaç saat sonra ilçenin meydanından görünen köprü, kuvvetli bir patlamanın ardından iki tepe arasındaki vadiye doğru adeta diz çökmüştü -patlamayla köprünün çöküşü arasında şimşek çakmasıyla gürültüsü arasındaki sessizlik kadar bir zaman geçmişti. Ahali kahve önünde toplaşıp bir süre bu grotesk manzarayı şaşkın bakışlarla izlemişti. Meydanın kahveye doğru hafif meyilli yapısı kahvenin tahta masa sandalyelerinin gelişigüzel serpiştirildiği alanı meydanın ve arkasında uzanan manzaranın tribünü gibi bir konuma sokuyordu ki zaten kahvenin oraya kurulmasının asıl nedeni de oydu. Kahvenin manzarası tekniğe önem veren bir fotoğrafçının gözüyle okunacak olursa ön planda; meydan ve solda sağda dizili cumbalı kahve renk -yer yer sarıya çalan- yarı ahşap yarı kerpiç evlerle durakta beklemekte olan soluk kırmızı renkli ama tepesi beyaz belediye otobüsü -manzaraya hakim sarı ve kahverengi renklerden ayrıştığından punctum etkisi yaratıyordu- orta planda; tarlalara doğru hafif kıvrımlarla uzanan toprak yol -bir mesafe sonra tren raylarına kavuşuyordu- arka planda ise; iki küçük tepeyle tren köprüsü -uzun pozlama meraklısı hevesli bir fotoğrafçı geceleri bir arka plana yıldızları katabilirdi. Kahveye cephe iki tepe ve arasındaki tren köprüsü sanki bu tablo gibi manzaranın en dikkat çekici objeleriydi. Bir zamanlar, ilçe nüfusu daha gençken ve buharlı lokomotiflerin geçtiği zamanlar, yaz kış farketmez, gençler bu melankolik manzaraya karşı elleri başlarına yaslı, tren geçip giderken, hele akşam gün batımında geçen trense, hele bulutlar da geçmekteyse, gözleri dalar, uzak hayallerini vagonların peşine takarlardı -sinek vızıltılarına kulak kabartan biri hariç.
Bize Ulaşın