Eric Cantona‘ya ait 12 Ekim 2018 tarihli özgün metin The Players’ Tribune adlı websitesinde yer almaktadır. Yazı Arda Altuntaş tarafından Türkçeleştirilmiştir.
************************************
Futbol, yaşamınıza anlam katar.
Buna gerçekten inanıyorum.
Ama bununla birlikte yaşamınız, tarihiniz, kökeniniz de futbolunuza anlam katar.
Daha önce hiç açmadığım bazı konulardan bahsedeceğim. Beni ben yapan bir hikâyeyi anlatmak istiyorum size. Henüz ben doğmadan önce gerçekleşen bir hikâye bu.
1939 yılına dönmeliyiz; İspanya İç Savaşı sıralarına. Anne tarafından büyükbabam Barselonalıydı ve diktatör Franco’ya karşı savaşın acı sonuna kadar savaşmıştı. Savaşın en sonunda artık aranan bir adammış ve Ulusalcı askerler şehri ele geçirmeden önce kaçmak için sadece çok kısa bir zamanı kalmış. Pirineleri aşması gerekiyormuş ve doğru dürüst bir vedaya bile vakti yokmuş. Bu bir sondu; yaşam ya da ölüm.
Ve ayrılmadan önce kız arkadaşını bulmaya gidip ona “Benimle gelmeye hazır mısın?” diye soruyor.
Büyükbabam yirmi sekiz yaşındaymış. Kız on sekiz. Ailesini, arkadaşlarını, her şeyi geride bırakması gerekiyordu.
Ama o “Evet, elbette,” diyor.
O benim büyükannemdi.
Fransa kıyılarında Argelès-sur-Mer’deki mülteci kamplarına kaçmışlar. O kamplara yüz binden fazla İspanyol mülteci kabul edilmiş. Fransızlar onları geri çevirseydi, nasıl olurdu düşünebiliyor musunuz? Ama hayır, onlar savaşlardan muzdarip olanlara daima gösterilmesi gerektiği gibi şefkat gösterdiler. Büyükbabam ve büyükannem oraya vardıklarında hiçbir şeyleri yokmuş. Yaşamlarına sil baştan başlamaları gerekiyordu. Bir süre sonra göçmenlere Saint-Étienne Cantalès’de bir baraj inşasında çalışma şansı tanınmış. Bu, göçmenlerin yaşamıdır. Gitmek zorunda olduğun yere gidersin. Yapmak zorunda olduğun şeyi yaparsın. Ve böylece gitmişler. Kendi başlarına bir yaşam kurmuşlar.
Annem birkaç yıl sonra orada doğmuş. Sonra da aile Marsilya’ya taşınmış.
Bu hikâye benim kanımda. Bir insan olarak beni şekillendirdi. Ama kafamın içinde yalnızca bir hayalden ibaretti. Yaşadıkları zorlukları gösterir herhangi bir fotoğraf yoktu; sadece hikâyeler. O zamanlardan dokunulacak, bakılacak hiçbir şey yoktu. Ama yıllar sonra, 2007’de, fotoğrafçı Robert Capa’nın Meksika şehrinde bir evde meşhur “Meksika Bavulu”* bulunmuştu. Bu eski kutuların içinde İspanya İç Savaşından altmış yıl boyunca kayıp olan tam dört bin beş yüz negatif vardı. Kim bilir Meksika’ya nasıl gitmişlerdi. (*İspanya İç Savaşı’nda Gerda Taro, Robert Capa ve David Seymour tarafından çekilen ve 2007 yılına kadar kayıpken Meksika’da ortaya çıkan ve üç kutuda yer alan 4500 negatif filmi kısaca tanımlayan bavul. ç.n.)
Son derece meraklanmıştım. Neden sonra New York’ta fotoğraflar sergilendiğinde eşimle birlikte görmeye gittik.
Fotoğrafların çoğu küçük negatifler halindeydi. Binlercesi. Büyüteçle bakmak gerekiyordu. Ama serginin orta bölümünde bulunan fotoğraflardan bazıları oldukça büyüklerdi. Neredeyse üç metre boyunda. Fotoğraflardaki insanlarsa gerçek boyutlarındaydılar. Sanki uzanıp onlara dokunabilecekmişsiniz gibi hissettiriyordu.
İşte o an, büyükbabamı gördüğüm andı.
İmkansızdı, değil mi?
Ama işte orada; bir delikanlı olarak. Onun olduğuna emindim ama yine de tam olarak emin olamıyordum; çünkü onu genç haliyle hiç görmemiştim. Bu yüzden, sergi Fransa’da açıldıktan birkaç ay sonra görmesi için annemi de götürdüm.
Ve işte yine orada; bir delikanlı olarak.
“Bu gerçekten o mu?” diye sordum.
Annem, “Evet, bu o. Dağlara kaçmak üzere olduğu sıralarda.”
İnanılmaz.
Düşünsenize, büyükbabam bunu yapmamış olsaydı… Düşünsenize, büyükannem onunla gitmeseydi. Belki annem hayata gelmeyecekti. Belki sonra da ben hayata gelmeyecektim. Gel gelelim bu, hikâyemizin sadece bir yarısı. Yaşamımı biçimlendiren başka bir fotoğraf daha var.
Baba tarafından büyük büyükbabam da göçmendi. Fransa’ya 1911’de Sardinya’dan gelmişler, sefaletten kaçmak için. Varışlarından üç yıl sonra büyük büyükbabam Birinci Dünya Savaşında askere çağrılmış. O kadar ağır gaza maruz kalmış ki yaşamının son yıllarını daha rahat nefes alabilmek için sıtma ağacı tüttürerek geçirmiş.
Oğlu, büyükbabam, İkinci Dünya Savaşında Fransızlar için savaşmış. Savaştan dönünce inşaatçı olmuş. Nihayet, babamın gençlik yıllarında, Marsilya’nın tepelik bir bölgesinde kendine ait bir parça yer alacak kadar para biriktirebilmiş. Arazinin bir küçük mağarası vardı. Büyükbabam evi yapıncaya dek yaşayacakları bir yere ihtiyaçları olur. Ne yapmışlar dersiniz? Çok basit. İki yıl boyunca mağarada yaşamışlar. Mağarayı ısıtabilecekleri tek şeyse bir kuzineymiş. Bu, ailenizin “eski zamanlar” hakkında anlattığı bir masal gibi gelebilir kulağınıza. Ama 1956 yılının kışından, büyükbabamın ve babamın ısınmak için sarındıkları battaniyelerle mağaradan bir fotoğrafları var.
Büyükbabam inşaatı yıllarca mağaradan yapmış. Önce bir çardak yapmış, sonra bir teras, sonra da bunların üstüne ebeveynlerim için bir ev yapmış. Bu ev benim büyüdüğüm evdi. Bu bana miras kaldı. Bu benim kanım. İlk hatıralarımdan biri tepeye, babamların inşaatına devam etmekte olduğu bu eve on tane kum torbası taşımamdır. Ancak ondan sonra futbol oynamama izin verildi. Babam gün boyu evde çalışırdı ve geceleri akıl hastanesinde hemşirelik yapardı. Hatta geçmişimin bu kısmı bile özel bir anlam taşıyor.
Babamın hemşire olup bu özel hastanede çalışmak için bir sebebi vardı. Çünkü vaftiz babası orada bir hastaydı. Adı Sauveur’di. Büyükbabamın kardeşi. İkinci Dünya Savaşı sırasında beş yıl tutuklu kalmış. Bu deneyimin travmasının ardından, sonunda kendini Edouard Toulouse Hastanesi’nde bulmuş. Babam Sauveur’a çok yakındı ve psikiyatri hemşiresi olmasında ona Sauveur ilham olmuştu. Nihayetinde vaftiz babasının olduğu bölüme girdi ve onunla her gece ilgilendi.
Bu benim ailem. Bu benim tarihim. Bu benim kökenim. Dünya’nın birçok yerinde yaşadım. Doğrusu, daha geçen yıl Sardinya’da bir tarım arazisi satın aldım, ailemin tarihiyle yeniden bağlantı kurabilmek için. Fakat, beni ben yapan bu hatıralar nedeniyle Marsilya’yı her zaman ve tüm kalbimle çok seveceğim. Her daim benim şehrim olacak.
İnsanlar bana futbolu neden bu şekilde oynadığımı sorduklarında, cevap işte bu. Futbol yaşama anlam katar, evet. Ama yaşam da futbola anlam katar. Bu kişisel hikayeleri neredeyse hiç paylaşmadım, özellikle babamın vaftiz babası hakkında olanları. Gerçekten çok zor. Bunlardan bahsettiğimde, benim adıma melekler konuşuyormuş gibi olur. Fakat, geçmişimden bazı şeyleri önemli bir nedenle paylaşıyorum.
Yaygın yoksulluk, savaş ve göçlerin olduğu bir zamanda yaşıyoruz. Dünyada Premier Lig maçına gitmek için iki yüz avro ödeyebilenden ya da yıllık dört yüz avro verip TV’den izleyebilenden çok daha fazla insanın bir futbol topunu alacak kadar bile maddi gücü yok. Futbol yaşamın en büyük öğretmenlerinden biridir. Yaşamın en büyük esin kaynaklarından biridir. Ama futbolun günümüz iş modeli, dünyanın büyük bölümünü görmezden geliyor.
Yoksul mahallelerin futbola, futbolun yoksul mahallelere ihtiyacı olduğu kadar ihtiyacı var. Daha sürdürülebilir, pozitif ve kapsayıcı bir futbola ihtiyacımız var ve bu konuda elimden gelen her şeyi yapacağım. Bu nedenle Common Goal hareketine ilk mentorları olarak dahil oluyorum. Common Goal’ün amacı bütün futbol endüstrisinin kazancının yüzde birini futbolun tabanındaki hayır kurumlarına açmak. Ve çoktan altmış futbolcu kazançlarının yüzde birini bağışlamaya söz verdiler bile. İşin güzel tarafı ise aralarında büyük kulüplerden, küçük kulüplerden, kadın, erkek ve dünyanın çeşitli liglerinden oyuncular olması.
Futbol halk için olmalı. Bu bir ütopik fikir olarak kalmak zorunda değil. Bugün, oyunun büyük aktörlerinin bir araya gelip futbolun toplumsal yönlerini desteklememeleri için bir neden yok. Zengin ya da yoksul, göçmen ya da onuncu nesilden yurttaş olalım farketmez, hepimiz futbol oyununda aynı basit zevki tadıyoruz. Aynı dili konuşuyoruz. Aynı duyguları paylaşıyoruz.
Genelde kariyerimle ilgili benzer sorular alıyorum.
“Büyük takımlarda oynamak nasıl bir duyguydu? Nasıl böyle iyiydin?”
İnsanlar karmaşık bir cevap duymak istiyor. Sanırım bir tür gizem istiyorlar. Ama cevap son derece basit. Sir Alex Ferguson’un usta olduğu bir konu vardı: Ne zaman sahaya bir maça çıksak, saatlerce ve saatlerce çalıştıktan sonra tabii, özgür olmamıza izin verirdi. İstediğimiz mevkiye gitme, istediğimiz gibi oynama konusunda tamamen özgür hissederdik.
Futbola başka türlü dayanamazdım.
Özgür değilse futbol nedir ki?
Bu nedenle, lütfen bu küresel oyunu yönetenlere -futbolculara, temsilcilere, sponsorlara ve kurullara…- şu basit soruyu sormama izin verin:
Şayet özgür değilse futbol nedir ki?
Şayet özgür değilse yaşam nedir ki?
Yaşamın anlamı nedir?
Sanırım hepimiz insanlık namına daha fazlasını yapabileceğimiz konusunda hemfikiriz.
Benim geçmişimi artık biliyorsunuz. Göçmenlerin, isyancıların, askerlerin ve işçilerin olduğu bir aileden geliyorum. Ben çocukken pek bir şeyimiz yoktu ama benim için yaşamın gerçek yanı, sıradan anlarda coşkuyu yakalamamızdı.
Belki ailemizle basit bir piknik. Üç çift çorabın top haline getirilip ayakkabı bağcığıyla bağlanması. Futbolu güneşte oynarız. Sonra çimlere uzanırız. Her şeye, hatta önemsiz şeylere de hayret ederiz.
Otuz yaşımda futboldan uzaklaştığımda, ne yaptım biliyor musunuz? Benim için çok özeldi. Büyükbabamın 1939’da kaçmak zorunda kaldığı şehirde yaşamaya gittim.
Barcelona’da yaşamaya gittim.
Bize Ulaşın