Gözlerimiz okumaya, zihnimiz ve gönlümüz yazmaya elverdiği için kendimizi şanslı addediyoruz. Sağlık her şeyden önemli kuşkusuz. Birey için, toplum için, diğer canlılar için ve genel anlamda doğa için sağlıktan daha mühim bir şey yoktur. Birey bağlamında düşündüğümüzde, üretime katılmaya mani bir şey olmaması büyük şans. Üretime katılıp değer üretmek, bireyin gerek zihin dünyası gerekse duygu dünyası için son derece önemlidir. Kimi zaman fiilen-bedenen üretime katılırız, kimi zaman zihnen entelektüel ortam için üretimde bulunuruz. Her iki hal de, değer üretmeye matuftur. Birini diğerinden ayrı tutmak mümkün olmadığı gibi, birini diğerinden üstün ve önemli saymak da olası değildir.
Zor olsa da kimi insan hem bedenen, hem de zihnen üretimde bulunur. Böyle bir vaziyetin bir yandan şans, diğer yandan talihsiz bir durum olduğu düşünülebilir. Şans, çünkü fiilen-bedenen üretimden gelen bir insanın zihnen üreteceği değerlerin anlamı ve önemi farklı olacaktır. Talihsizlik, çünkü insan bedeniyle zihninin kapasitesini aşırı zorlamayı gerektirir ki bu da bîtap düşmeye, erken yaşlarda sağlığı yitirmeye neden olur.
Bu itibarla, hâlâ ayakta isek, okuyup yazabiliyorsak ve günlük yaşamın gereği olan bedensel çabayı gösterebiliyorsak elbette şanslıyızdır. En önemlisi de sorgulama ve düşünme yeteneğimizi yitirmemek olsa gerektir. Fotograf ortamında kendini inşa etmeye çalışan ve yaş itibariyle ileri bir evreye, zihinsel ve duygusal dünyası ciddi bir olgunluğa ermiş çağdaşlarımızın bir kısmı hakikaten çok anlamlı fotografik etkinliklere ve/ya metinlere imza attıklarına tanık oluyoruz. Bu olumlu vaziyetin sürekli yukarı doğru ivme kazanarak devam etmesinden daha kıymetli bir şey düşünemiyoruz. Er geç sonlanacağı baştan belli olan hayatta bedensel ve zihinsel sağlığını koruyabilmiş, sorgulama ve düşünme yeteneğini yitirmemiş eli kalem tutan bütün dostların değer üretmeye devam etmelerini gönülden arzu etmekteyiz.
Ortalamanın/vasatın üzerinde bir niteliğe sahip olduğu kanaatine yol açan fotografların ve metinlerin tamamının kalıcılaşabilmesi için kitap/albüm olması bir bakıma zorunluluktur. Dijital çağın olanakları henüz bize böyle bir umut vadetmiyor. Hayli yüksek emeğin, maddi giderin, zamanın, sabrın, teknik ve entelektüel birikimin, özverinin sonucu olarak ortaya konmuş değerlerin hiç biri ziyan olmamalı. Maddi ve manevi bedeli ödenmiş, pek çok şeyden feragat etmek suretiyle üretilmiş görsel ve yazılı materyal elbirliğiyle, dayanışarak albüme/kitaba dönüşmeli. Entelektüel ortamın değerlerinin ticari olmadığı, olmaması gerektiği unutulmamalı.
ArkaPlan Sanat, bu yaklaşımı esas aldığı için bendenizin ikinci kitabını, hiç bir getirisi olmayacağını bile bile basma cesaretini ve olgunluğunu gösterdi. 2024 yılının sonlarında “Foto İntelijansiya” ve şimdi, 2025’in başlarında “Fotoloji/ Fotologya” isimli kitaplarımızın basımını üstlenmek konusunda tereddüt etmedi. Şükran borçluyuz.
Birkaç insanın ilgisini çeker ve yayıncı kuruluşun işini bir nebze olsun kolaylaştırır umuduyla, biz de yeni kitabımızın (Fotoloji/Fotologya) tanıtımı için, metnin omurgasının neye tekabül ettiğini izah eden ve kitabımızda yer alan aşağıdaki yazıyı paylaşmakta yarar görüyoruz.
“Alışık olduğumuz terminolojiyle bağdaşmadığı için yazının başlığı muhtemelen garipsenecektir. Çünkü gözümüz, kulağımız, dilimiz alışık olunanın dışında bir kelime veya görüntü ile karşılaştığında, doğal olarak yadırgar. Lakin, bendeniz garipseneceğini, yadırganacağını bildiğim halde, arada bir, hiç tanıdık gelmeyen kelimelere başvurmak suretiyle yeni ve farklı bir şey söylemeye gayret ederim. Dostlar ve fotografa ilişkin metinlerin okuyucuları bilirler, ‘ben’ demekten de sakınır, ‘biz’ kelimesine yer veririm. Bunun da yadırgandığını bilmekteyim. Neden ‘ben’ demediğimi, oysa yaşadığımız zamanda her şeyin ‘ben’ üzerinden yürüdüğünü, ‘biz’ yaklaşımının çoktan demode olduğunu, bu nev’i ifadenin, başka bir söyleyişle böyle bir bilincin geçen yüzyılın ortalarında kaldığını, bir bakıma arkaik duruma düştüğünü ima eden dostlar oldu. Belki haklılar, çağın gereğini ifade ediyorlar. Ve fakat tavrımda, tutumumda, yaklaşımımda bir değişiklik yapmayı düşünmüyorum. Tereddüde mahal yok, üslup değişikliğine de ihtiyaç yok. ‘Ben’ yerine ‘Biz’ diyerek çoğula tekabül eden bir kelime kullanmamdan ötürü, metinleri başkalarıyla birlikte hazırladığım yanılgısına düşülmesin. Paylaştığım metinlerin tamamı, mütevazı dağarcığımdan çıkmakta. Bütün metinlerin, alıntılar dışında her kelimesi, her cümlesi, her paragrafı, her sayfası mütevazı ahvalince okuyup araştıran, düşünüp anlamlandırmaya çalışan ve yeni, farklı ama dikkate değer şeyler söylemek derdinde olan bendenizin zihninin ürünüdür.
‘Ben, ben, ben’ bitirdi bizi, yerle yeksan etti. Yabancılaştık. ‘Ben’, bizi doğaya, insana, kendimize yabancılaştırdı. Yalnızlaştık. İlaç müptelası oldu insanlık. Her yerde muhakkak ‘öteki’ var. Ne için? Samimiyet tarihe karıştı, riyakârlık hat safhada. Tüketti her şeyi insan evladı, şimdi tutunacak dal bulamıyor.
Fotograf ortamının gediklileri, seksenlerden itibaren hızlı bir değişimin ve/ya dönüşümün yaşanmaya başlandığına tanıktır. Önce alttan alta, sonra akademide, entelektüel çevrelerde, kurum ve kuruluşların yönetimlerinde, giderek orta kesimlere ve nihayet alt kesimlere yayılacak şekilde geçmiş zamanın birikimi, politik yaklaşımları, siyasal olguları, iktisadi ve sosyal koşulları, kültürel vaziyeti, üzerinde daha fazla düşünüp tartışmak, geliştirip olgunlaştırmak gibi bir seçenek varken terkedilmeye, üzerine sünger çekilmeye, reddedilmeye ve gemi azıya alınca da küçümsenmeye başlandı. Sosyoloji dönüştü, psikolojik vaziyet yeni olana uyumlu hale geldi. Altın varaklı sandıkta ipekli kumaşlara sarılıp sunulan yeni iktisadi ve sosyal hayata gönüllü teslim olan bir toplum yaratıldı. Bazı kesimler bilinçli şekilde, bazı kesimler farkında olmaksızın dümen suyuna kapılarak Globalizmin veya Küreselciliğin, Neoliberal stratejinin egemenliğine giden yolun taşlarını döşedi.
Esasen mesele bireyin doğasının gerektirdiği ‘ben’ olsa, sorun yok. Böyle bir yaklaşım desteklenmeli, geliştirilmeli. İradesine ipotek konmamış bir birey olmaktan daha kıymetli ne olabilir?! Fakat mesele böyle bir ‘ben’ değil, zihinlere dolaylı şekilde zerk edilen şey ‘bencillik’dir. Saf olandan, has olandan, halis olandan, yani doğal olandan uzaklaşıldı, şişkin ‘ego’lar devrine geçildi. Uzaklaşma, reddetme, dışlama, itme, öteleme, küçümseme böyle başladı. O andan itibaren epeyce uzun bir zaman boyunca kendinden önceki kuşağın (eksik gedik) toplumcu tavrını sevimli bir eda katarak küçümseme eğilimi gösteren, ‘birey olma’yı savunurken farkında olmadan ‘bireyciliği’ öne çıkartan mühim zat’lar, üyesi oldukları Sivil Toplum Kuruluşunda (Demokratik Kitle Örgütünde) işler ters gidince üyelerin büyük bir bölümünün birbirine kenetlenerek tek vücut haline gelip dayanışması sayesinde olumsuz durumu zar zor düzeltebildiklerini yaşayarak deneyimlediler. Ancak bu deneyim yetmedi.
Birey olmak ile bireycilik arasındaki fark, baskın çoğunluk tarafından yazık ki hâlâ kavranabilmiş değil. Meseleyi kavrama güçlüğü çeken sıradan kimselerle birlikte, başkalarına nispetle iyi para kazanan ve kariyerinden memnun olanlar aynı yaklaşımı sürdürüyorlar. Ne zaman ki iş yeri yönetimleri başkaları gibi onları da kapının önüne koyar, işte o vakit işler değişir. İstemeseler bile mecburen dayanışarak haklarını talep etmeye başlarlar. Ertesinde, dayanışarak hayatlarını kazanmanın yollarına aramaya koyulurlar. Bu koşullarda bile kafa hâlâ aynı kafaysa, çok yazık. O vakit artık ne söylenirse söylensin, fayda etmez.
Dikkatinize sunuyoruz; bakın yukarıda çok miktarda ‘ben’ var. Olmasa daha iyi değil mi? Yeni, farklı ve anlamlı bir söylemin, yaklaşımın kime ait olduğu mu, o söylemin veya yaklaşımın kendisi mi daha kıymetlidir? Kuşkusuz kime ait olduğu da, ait olduğu şahsa bir değer atfedilmesine yol açar. Tabiatı gereği sözün sahibi dışarıda tutulamaz, dışarıda tutmak çok büyük haksızlık olur. Ancak o şahsı, ilgili söylemin veya yaklaşımın önüne geçirecek derecede olağanüstü yüksek bir iltifata boğmak yanlıştır. Birinci derecede dikkate değer olan, söylemin veya yaklaşımın kendisidir. Öyle olmalıdır. Şayet söylem yahut yaklaşım değil de, onu inşa eden şahıs esas alınırsa, ilgili kuramın veya metnin içeriği çoğunlukla ıskalanır, kavranamaz. Nitekim tarih boyu insanlığa eşik atlatacak niteliğe haiz kimi kuramlar bundan dolayı yeterince kavranamadı, özümsenemedi. Dikkatli ve derinlemesine okumaya yönelmiş herkes bunu teyit edecektir. Felsefe, sosyoloji, psikoloji, sanat alanlarında ve diğer alanlarda büyük teorilerin sahiplerinin isimleri hemen herkesçe bilinir ve onlara neredeyse ilahi bir şahsiyet atfedilir. Yakından bakıldığında ise, söz konusu teorisyenlerin savlarının bazıları büyük kalabalıklar tarafından heyecanla savunulmasına rağmen kısmen dahi bilinmediği, zerrece kavranamadığı açık seçik teşhis edilebilir.
‘Ben’in yüceltilmesini kaba bulduk, hoyratlığa yol açtığına tanık olduk. Doğasından uzaklaştırılıp içi boşaltılmak suretiyle telkin edilen ‘ben’, insanı, diğer bütün canlıları, doğayı ilgilendiren meseleleri derinlemesine bilmeyen, ezbere alınmış yüzeysel bilgilerle yetinen ve bunu büyük bir marifet sayan kimselerin tekelinde. Diğer yandan bilinçli tercihle ‘ben’i (özünde ‘bencilliği’) esas alan ve kendilerini hâzâ özgürlükçü addeden entelektüel kesimler de var. Bazısı ikna mekanizması işlevi görüyor ne yazık ki. Bu nev’i özgürlük beklentisinin prangayla sonlanacağı, derinlemesine düşünebilen ve sinekten yağ çıkartmak derdinde olmayan beyinlerin malûmudur. Biz de zaten bu evsaftaki bir entelektüel kesime yüzümüzü çeviriyoruz.
Her şeye rağmen tereddütlüyüz, sıkıntılıyız, endişeliyiz, kaba bir yaklaşıma maruz kalmayacağımızdan emin değiliz. Diyelim ki kendinden gayrısını dışlayan aşırılaşmış ‘ben’e tepkidir, bencilliği yadırgayıştır ‘biz’ diye çoğul yazıp çizmemizin nedeni. Son derece doğal değil mi? Kaldı ki buradaki ‘biz’ çoğulu ifade etmez, saygıyı ve herkeste bulunması beklenen samimi nezaketi ifade eder. Hayatın içinde aradığımız şey zarafet, saygı, dayanışma, birlikte yol alma, ortaklaşma, topyekûn rahata ermedir. Neden zarif ifadelere başvurmayalım? ‘Biz’ ifadesi bunun da sonucudur. Ve şimdiye dek böyle geldi, bundan sonra böyle devam etmesinde bizce hiçbir mahzur yok. Ütopik olsa dahi tasavvurunda bütün bir insanlığı, hayatı paylaştığımız bütün canlıları, üzerinde yaşadığımız gezegene dair her şeyi özenle korumak, hiçbir şeye zarar vermemek bulunan herkesin göstereceği samimi, güvenilir nezakettir bu. Çoğunlukla elit sosyal ortamlarda hayranlık uyandıracak ölçüde kibarlık sergileyip, kişisel çıkarları için yeryüzünü mahvedenlerin ve yakıp yıkma, kesip biçme emri verenlerin mecburi veya sahte nezaketi değil.
Şimdi aslımıza dönelim ve her zaman nasıl yazıyorsak, öyle yazmaya devam edelim.
Fotograf kelimesinin orijinalini düşündüğümüzde, “FOTOGRAFOLOJİ / FOTOGRAFOLOGYA” başlığı kuşkusuz daha isabetli olurdu. Fakat telaffuzda sorun yaratan kelimelerin akılda kalmasının pek kolay olmadığını biliyoruz. Diğer yandan “Foto” kısaltmasına kulağımız, dilimiz alışık ve ‘Fotoloji’ kelimesinin telaffuzu kolay. Hem telaffuz kolaylığı, hem de akılda kalacağı yargısıyla ‘FOTOLOJİ/FOTOLOGYA’ kelimesini türettik. Ve biliyoruz ki gelecekte bir gün bu meseleyi irdeleyecek ve nihayet terminolojiye mal edecek herhangi bir Avrupalı, Amerikalı düşünür “PHOTOGRAPHYOLOGY” veya buna benzer bir kelimeyi dayatır, hep beraber o zat’ın çizdiği sınırlar içine hapsolur kalırız. Oysa hepimizin okuma, okuduğumuzu kavrama, analiz etme, yorumlama, üretme ve yeniden üretme ve/ya yaratma kabiliyeti var. Fikirlerimizi beyan etme cesaretimiz de var. Herkes kadar saçmalama, hatalı sonuçlar çıkartma hakkımız da var. Büsbütün hataya yönelip her konuda saçmalama hakkı değil, sözünü ettiğimiz; bazen yanlışa düşsek de (üstelik bundan daha doğal bir şey yok), bazen tam veya kısmen isabet kaydedecek donanımdan, bilgiden, birikimden, beceriden mahrum değiliz. Hepimiz buna muktediriz. Altını kalın çizgilerle çizelim ki herhangi bir yanlış anlaşılma olmasın. Bu minval tespitlerde bulunurken katiyen kendimizi esas almayız. İstisnai haller dışında herkesin, hepimizin üç aşağı beş yukarı aynı kabiliyete sahip olduğunu söylemeye bile gerek yok. Farkı oluşturan şey, kimi insanın çok çalışıp fazlaca emek vermesi, bazı insanların da çalışmaktan ve emek vermekten kaçınmasıdır.

Son derece basit, yalın bir tahayyülden yola çıkarak, çok uzak olmayan bir gelecekte fotograf ortamını nasıl bir atmosferin beklediğini görmeye çalıştık. Geçmişte olup bitenleri belleğimizde canlandırdık ve yaşadığımız evredeki tanıklığı dikkate alıp düşündük. Ve dedik ki, muhtemelen bizden birkaç kuşak sonra ‘salt fotografik görüntüler’ (fotografik eylemin kendisi değil) en az arkeoloji ve mitoloji kadar çokça başvurulan müstakil bir bilim dalı, bilimsel bir disiplin haline gelecektir. Bundan ötürü, olsa olsa ‘Fotologya/Fotoloji’ adıyla anılacaktır yahut böyle bir isimlendirme o zamanki vaziyete yakışacaktır. Bunun bir tahminden, varsayımdan ibaret olduğunu birkaç kez yinelemiş olmamıza karşın, meseleyi bir iddiaymış gibi ele alıp başka bir mecraya çekmeye, gereksiz yere polemik üretmeye heveslenenler çıkabilir. Daha önce muhatap olduğumuz türden çok sert ve mesnetsiz eleştirilere muhatap olabiliriz. Hiç dert etmiyoruz. Bu güne dek yaptığımız gibi bundan sonra da kimi insana kusurlu, hatalı, yanlış gelmesi muhtemel kanaatlerimizi, görüşlerimizi paylaşmaya devam edeceğiz. Hatırlatmakta yarar görüyoruz: Bu ve benzeri öngörüler, yaklaşımlar, farklılık içeren söylemler, çok büyük teoriler veya büyük manifestolar değil, sadece fotograf ortamını, yani toplumun çok küçük bir kesimini ilgilendiren vasat sayılabilecek düzeyde söylemlerdir. Bu yüzden olumlu-olumsuz karşılığının da ister istemez o boyutta, o çapta olduğu tarafımızca değerlendirilir. Değerlendirmemiz böyle iken, doğal olarak karşılık vermeyi uygun görmez ve herhangi bir polemiğe girmeyiz. Kavgalı gürültülü kaba tartışmaların hiçbir yararı olmadığını, tersine ciddi zararı olduğunu biliyoruz. Derdimiz, düşündüğümüz şeyleri paylaşmak ve fotograf ortamındaki dostları az da olsa düşünmeye sevk etmektir. Bundan ötesi ilgimizi çekmez.
Yineleyelim: Paylaştığımız şey, hayatı dönüştürme potansiyeli barındıran büyük bir teori değil, sadece fotograf ortamını ilgilendiren vasat bir öngörüden ibarettir.
İnsanın meramını uygun bir dille aktarma çabası, elde olmaksızın bazen problemli hallerin doğmasına neden oluyor. Cümle içinde ‘vasat’ kelimesine yer verdiğimiz için bir anda tereddüde düştük. Çünkü günlük yaşamda ‘vasat’ kelimesinin daha ziyade ‘bayağı’yı çağrıştıran küçümseyici anlamda algılanıp kullanıldığını hatırladık. Buradaki ‘vasat’, günlük yaşamda fazlaca üzerinde düşünmeden kullanıldığı anlamdaki gibi küçümseyici bir ‘vasat’ değil, ortalamayı ifade etmek üzere kullandığımız bir kelimedir. Ne böbürlenecek kadar yüksek, ne küçümsenecek kadar aşağıda, ortalama veya orta halli sayılması gereken bir öngörü olduğunu söylemeye çalıştık. Araya istem dışı bu açıklama notunu düştükten sonra, kaldığımız yerden devam edelim.
Toplumsal dönüşüme yol açacak nitelikteki büyük teorileri ortaya atanlar bağlamında düşünülünce; unutmamalı, tarih boyunca yeni ve farklı şeyler söyleyen herkes yadırgandı, dışlandı. Güldüler onlara, aşağıladılar. Engizisyonda yargılananları, çeşitli inanç kurumları eliyle toplum nazarında itibarı ayaklar altına alınıp linçe maruz bırakılanları, sürgün edilenleri, zindana atılanları, giyotine verilenleri, çarmıha gerilenleri, derisi yüzülenleri, yakılanları, kazığa geçirilenleri, küreğe mahkûm edilenleri hatırlıyoruz. Üzerinden on yıllar veya yüzyıllar geçtikten sonra onları yargılayanların vicdanlarda yargı önüne çıkıp mahkûm edildiklerini, yargılananların ise temize çıktığını, onurlarının iade edildiğini, haklarının teslim edildiğini biliyoruz. Düşünme eyleminin bedelini çok ağır ödeyenler, insan evladına en büyük ufukları açanlardı. Cesaret, bu yüzden çok kıymetli bir erdemdir.
Bunları hatırlatıyoruz ama bizimkisi ne öyle hallere muhatap olacak bir teorik manifestodur, ne de insanlığa yön verecek, eşik atlatacak çapta bir yeni fikir veya yaklaşım içerir. Bir iddia katiyen değil, özü itibariyle vasat bir tahayyülden ibarettir. Vasat diyoruz, çünkü bilinen her şeyi altüst edecek nitelikte olağandışı bir teorik yaklaşım değildir. Fotograf ortamında düşünmeye hayli zaman ayırmış amatör bir fotografçı ve yazar tarafından beyan edilen sıradan sayılabilecek bir tahmindir, dolayısıyla vasat bir öngörüdür.
Gelelim bu başlık altında meseleyi hangi nedenle ve nasıl ele alacağımıza.
İnsanlık adına, diğer canlılar ve üzerinde yaşadığımız gezegen bağlamında kritik bir eşikteyiz. İkibinli yılların ilk çeyreği bitmek üzere. Yeni bir insanlık evresine doğru hızla yol alırken sanat yapıtlarında, edebi ve bilimsel metinlerde, söyleşi ve sohbetlerde, kökleri binlerce yıl eskiye uzanan söylencelere yaslanıyoruz. Diğer bir söyleyişle, hâlâ mitolojiye başvuruyoruz. Her ne kadar geleceğin inşasında rol almaya çalışan kimi şöhretler ve yarı şöhretler böyle metinleri aşağılıyor olsa da, mitologya gelecek zamanlarda da önemini kuşkusuz koruyacaktır.
Hal böyle iken, kanaatimiz odur ki yüzyılın ortalarında, tahayyülü aşacak ölçüde bir sıklıkla fotografa başvurulacak, en az mitoloji kadar fotograf da anlatıların yahut büyük anlatıların aracı ve vazgeçilmezi haline gelecektir. Her ne kadar büyük anlatıların sonunun geldiği iddia edilse de, gelecek zamanlar kanaatimizce en büyük anlatıların inşasına gebedir. Mitologya elbette çöpe gitmeyecek, o vakit de kıymetli olacaktır. Ancak fazla uzak olmayan bir gelecek zaman dilimindeki olası değişimi, mümkün vaziyeti tahayyül ettiğimizde, fotografinin mitologyayı önemli ölçüde ikame edeceğini ya da ona eş bir vaziyet kazanacağını öngörüyoruz. Altını çizerek yineleyelim; iddia etmiyoruz, bir olasılıktan söz ediyoruz, öngörümüzü paylaşıyoruz. Öngörüler, doğru çıktıkları kadar yanılgıyla da sonuçlanabilirler.
Böyle bir öngörüden yola çıkarak yazımızda ‘fotoloji / fotologya’ başlığını kullandık. İsabet kaydettiği takdirde adını ne koyarlar, onu bilemeyiz. Ancak böyle bir vaziyet inşa edileceğine dair oldukça güçlü kanaat taşıyoruz.
İzah etmeye çalışalım.
Şu dakika zilyon kere zilyon sayıda fotografik görüntü elektronik depolarda muhafaza ediliyor. Üstelik her yıl katlanarak büyüyor ve devasa boyutlara erişiyor. Öte yandan yüzbinlerce albüm, dergi, kitap, milyonlarca diğer basılı materyal ağzına kadar fotografik görüntü dolu.
Görsel materyalin giderek yazılı materyalin önüne geçtiğine tanığız. Görsel materyalin öne geçmesiyle birlikte sözlü anlatım yeniden başköşeye oturdu, yazı ağır ağır ikinci plana itildi. Sözlü anlatımın öne geçmesini sağlayan da önce radyo, sonra televizyon ve şimdi video kayıtlarıdır. Şu anda çeşitli medya bunu kolaylaştırıp öne çekiyor. Sonraki zamanlar yeni medya bu vaziyeti daha da güçlü kılacaktır. Dolayısıyla, ileride böyle bir vaziyetin baskın hale geleceğini tahmin etmek zor değil. Ancak video ve daha gelişmiş enstrumanların sözlü anlatımı kolaylaştırmasının, öne çıkartmasının da kuşkusuz bir sonu olacaktır. Muhakkak surette düşüş yaşanacaktır. Nasıl ki şimdi uzun metinleri (hatta kısacık metinleri dahi) okumaya üşeniyorsa insanlar, öyle bir zaman gelecek ki video vb daha da gelişmiş yöntemlerle paylaşılan sözlü anlatımları izlemeye üşenecekler. Yorulacak insanlar. Bıkacaklar. Sürekli en kısa olanı, en çabuk biteni talep edecekler. Daha da önemlisi, fotograf, bünyesinde ciddi anlamda gizem barındıran yegâne görsel materyal olacaktır büyük olasılıkla. İşte o vakit fotograf adım adım öne geçecektir. Bundan önceye ait görsel materyal nasıl ki bizim için birer kaynak teşkil ediyor ve üzerinde saatlerce tartışıyor, seminerler veriyor, çeşitli metinler kaleme alıyorsak, geçmiş zamana ve yaşadığımız zamana ait olan fotograflar bizden sonraki evre için tabiatı gereği kaynak teşkil edecektir.
Sözün tam burasında önemli bir not düşmekte yarar görüyoruz. Görsel materyalin (video, fotograf ve diğer görsel materyalin) dijital/sanal ortamda muhafaza edilebilmesi de giderek zorlaşıyor. Dedik ya, her gün milyonlarca görsel materyal çeşitli dijital/sanal ortama yükleniyor. Yükleyenler yönünden, hız dışında herhangi bir mesele yok gibi görünüyor. Oysa kapasite olgusu, yani depolama meselesi her şeyden daha önemli. Daha ne kadar fotograf ve video kayıt depolanabilecek? Depolama maliyeti bir yana, depolamanın (muhafaza edip gelecek yüzyıllarda erişilebilir olmalarını sağlamanın) çevreye, doğaya, insana ve diğer canlılara olumsuz etkileri henüz yeterince ölçülebilmiş değil. Muhtemelen ölçülmesi istenmez zaten. Dünyanın en yeşil cennet köşelerinde kurulan depolama tesislerinin suları hangi ölçüde kirlettiğini, sayıları arttıkça havadan, sudan, topraktan çevreye yaydıkları zararlı şeyler nedeniyle canlı yaşamı hangi ölçüde tehdit edeceğini bilen var mı? Bu gereksinimi karşılayabilmek için kurulan ve kurulacak enerji üretim tesislerinin insana ve doğaya maliyetinin ne olduğunu, ilerleyen zamanda hangi boyuta varacağını gerçekçi şekilde açıklayan herhangi bir merci yok. Bu gibi konularda bireysel bazı araştırmalar olsa da, öyle görünüyor ki (halk diliyle söylersek) yumurta kapıya gelinceye veya bıçak kemiğe dayanıncaya kadar kimseden çıt çıkmayacak. Kaldı ki sürekli yeni depolama tesisi kurmanın gereği ve anlamı yok. Yazılı ve basılı materyalden oluşan arşivlerin depolamasında izlenen yolu hatırlayalım. Ender şeyleri yüzyıllar boyu muhafaza etmek çok önemli olsa da, her şeyi yüzyıllar boyu muhafaza etmeye gerek duyulmadığı için, belli sürelerin sonunda arşivler imha edilirdi. Bu gün hâlâ aynı şey yapılıyor. Bu suretle depolar boşalır ve yeni tarihli dosyalar için yer açılmış olur. Dijital koşullar için neden aynısı yapılmasın? Gün gelecek, kapasite kullanımı maksimum düzeye ulaşacak ve yeni görsel materyal depolanamayacak noktaya erişecektir. O vakit eski görsel materyal silinip yerine yenilerini koymaktan başka seçenek kalmayacaktır. Tahmin etmek zor değil; Öyle bir zaman gelecek ki yeni depolama tesisi inşa edilemeyecek ve hatta buna uygun alan bulmak bile mümkün olmayacak. Gerek yüksek maliyetler, gerek enerji ihtiyacının karşılanamaz hale gelmesi, gerekse doğayı geriye dönüşü olmayacak şekilde mahvetmenin eşiğine dayanılması, depolama işinin sonlandırılmasına yol açacaktır. Gidişatın böyle sonlanacağını tahmin etmek için kâhin olmaya gerek yok. Görünen köy kılavuz istemez. Büyük olasılıkla abur cubur olanlar günü geldiğinde silinip atılacak, buna mukabil önemli olduğu kanaatine yol açan veya değer atfedilen görsel materyal muhafaza edilecektir.
Sanat Tarihi disiplinini doğuran şeyin, günümüze erişen görsel materyaller olduğunu biliyoruz. Mimari kalıtlar, heykeller, resimler ve benzer her şey bu disiplinin konusu ve kaynağıdır. Her biri en az diğeri kadar önemli bilimsel alan ve/ya disiplin olan Antropoloji, Arkeoloji, Sosyoloji, Psikoloji gibi, yakın bir gelecekte fotograf da, kanaatimizce şimdikinden epeyce farklı bir yere evrilecek ve en zengin görsel materyal olması nedeniyle önemli bir bilimsel alan ve/ya disiplin olarak hayatın içinde yerini alacaktır. Unutmayalım; her ne kadar sanatla kısmî bağ kurmuş olsa bile, fotografi şimdiye dek daha ziyade bir meslek alanı olarak ilgi gördü. Fotomuhabirliği, doğa ve sosyal belgesel alanı, stüdyo fotografçılığı, haritacılık alanı, hatıra fotografı, son dönem hayli ağırlık kazanan düğün-doğum fotografçılığı ve diğer alanlar dikkate alındığında durumun bu şekilde tezahür ettiği kolayca görülecektir. Birikenler epeyce büyük bir yekûn teşkil eder. Toplam fotografik materyal devasa bir birikim ve muazzam bir kaynak olacak, önemli ve değerli olduğu kanaatiyle seçilenler ise, şimdi muvakkaten ‘Fotoloji/Fotologya’ tabir ettiğimiz disiplinin temelini oluşturacaktır.
Bu bir öngörüdür, tabiatıyla kesinlik arz etmez. Doğrudur, yanlıştır yahut isabetlidir, değildir; hüküm geliştirmek hakikaten çok zor. Bununla birlikte, düşünmeye değer bir alan yaratması bile kazanç olur.
Bu itibarla üzerinde düşünülmesi gereken önemli mesele şu olsa gerektir: Günü gelip çattığı vakit, ne gibi fotografik görüntüler esas alınacak, hangi görsel materyaller önemli birer veri olarak konuşmaya, tartışmaya ve dahi üzerine yazılıp çizilmeye değer görülecektir veya hangi görüntüler zihinleri yoracak veya düşünmeye sevk edecek potansiyele sahiptir? Bu soruya kafa yormakta yarar var.
Önümüzdeki zamanların birikimiyle zilyon kere zilyonu da aşacak ve oktilyon, septilyon gibi sayılarla ifade edilecek miktardaki fotografik materyalin ne kadarı ciddi meselelerin analizi için kullanılmaya aday olacak niteliktedir veya düşünen beyinlere konuk olabilecek yetenektedir?
Böyle sarsıcı soruları sormaz isek, on yıllardır süregelen kısır döngüden kurtulmamız olası değil. Kısır döngü olarak nitelediğimiz, herkesin malûmu olan fotografik görüntü üretiminin bu gün de, gelecekte de ciddi herhangi bir mesele irdelenirken dikkate alınmayacağını öngörmek için çok büyük bir zihin olmaya gerek yok. Nasıl bu gün seçici davranılıyorsa, gelecekte de seçici davranılacaktır. Öte yandan günümüz baskın seçiciliğinin büyük fotograf bağlamında tartışmalı bir vaziyet arz ettiği aşikârdır. Buna mukabil gelecekteki seçiciliğin, bu günün tartışmalı seçiciliğine pek benzemeyeceği de az çok tahmin edilebilir.
Dolayısıyla, yaşadığımız zamandaki ‘fotograf ehli’nin geleceğe yollayacağı, tarihe mal edeceği yahut sonraki kuşaklara miras bırakacağı fotografik görüntülerin ne olacağı, nasıl olacağı, özetle niteliği çok önemlidir, belirleyicidir. Aman ha ‘nitelik’ demeyesiniz! Kimi insanda akıl sır erdiremediğimiz başka bir yaklaşım var ki ‘nitelik’ sözü geçtiğinde dahi tüyleri diken diken oluyor. Bu sözcük telaffuz edildiğinde günümüz yarı şöhretlerinin yüzünde müstehzi bir gülümseme beliriyor. Kavram küçümseniyor. Neye yaslandıkları ise müphem. Niteliğin karşısına niceliği koyduklarını varsaysak, işte yukarıda ifade ettik, oktilyon, septilyon ile söz konusu edilebilecek miktarlar ortaya çıkıyor. Nicel birikimi küçümsemek gibi bir tavrımız yok. Ve fakat o büyük birikimin içinden süzülerek gelen bir nitelik arayışı olmaksızın hiçbir şey iş görmez, işe yaramaz. Gayet açık. Bunda anlaşılmayacak bir şey yok.
Değer üretmekten söz ederiz kaleme aldığımız metinlerde. Aslolan değer üretmek değilse, nedir? Şayet değer üretmenin önemi konusunda mutabıksak, niteliği küçümsemek tuhaf kaçar. Çünkü değer üretmeye matuf şeylerin, tartışmaya mahal bırakmayacak şekilde nitelikli olduğunu kabul etmek durumundayız.
Altını kalınca çizerek belirtelim: Modernizmin değerlerine, normlarına itiraz ederken, daha beterine rıza göstermek, allayıp pullayıp benimsenmesini sağlamaya çalışmak, yapılabilecek en büyük hatadır. Bir şeye itiraz ettiğinizde, ondan daha beterine insan evladını sürükleyenlerin hazırladığı hileli (tuzaklı) seçeneği değil, (hakikaten) daha iyi olan seçeneği esas almalısınız. Yahut seçenek üretmelisiniz.
Bir hakikate dayanarak “insan insanın kurdudur” demiş atalar. Bundan yola çıkarak, “insan doğanın kurdudur” desek, geniş kesimler tarafından muhtemelen onaylanırız. Fotograf ortamının hakikatine bakınca da “fotografçı, fotografçının kurdudur” ve hatta “fotografçı, fotografın kurdudur” demek gelir insanın içinden. Fotograf dışı faktörler, kontrol-otokontrol mekanizmaları bir yana, “fotograf üzere bilgi ve bilincin yolunu açan da, yolu tıkayan da fotografçıdır” diyebiliriz. Fotograf ortamını inşa eden de, ona zarar veren de fotografçıdır. Bir yandan çıtayı yukarı çekmeye çalışanlar, diğer taraftan çıtayı aşağı çekmek için çabalayanlar; her iki tarafta da fotografçılar var. Ufku genişletmeye ve yeni ufuklar açmaya çalışanlar ile ufku sınırlayıp daraltarak tersini yapmaya çalışanlar fotografçılardan başkası değil. Plastik sanatların diğer alanlarının fotografı küçümsemesi, sanattan saymıyor olması o denli yıpratıcı değildir. Kaldı ki fotograf sanattan sayılmasa, sanat alanının dışında kalsa da değişen bir şey yok. Mesele, fotograf ortamının kendisiyle ilgili. Ömrünün hatırı sayılır bir kısmını fotograf ortamında geçiren herkes, en önemli problemin bu olduğunu bilir.
Eski kuşak-yeni kuşak çatışması bir vakı’a; bunu elbette bilmekteyiz. Kuşaklararası çatışkının zorunlu kendiliğinden bir mesele olduğunu teslim etmekteyiz. Yeni kuşakların, eski kuşaklara dair hemen her şeyi elinin tersiyle itmesi, reddetmesi eğiliminin çok güçlü olduğunu bizatihi hayatın içinde müşahade etmekteyiz. Bu karşıtlığı, anlaşmazlığı veya farkı, gelişmeyi (her ne diyeceksek) dikkate alıp meseleyi irdeliyoruz. Yargımız ne olursa olsun, nasıl söylersek söyleyelim durumu değiştiremeyiz. Nick Ut’un Napalm bombasından kaçak Vietnamlı çocuklar fotografı, Robert Capa’nın Düşen Asker fotografı, Addie Adams’ın sokak ortasında General Loan tarafından infaz edilen Vietkong’lu fotografı, Kevin Carter’ın Akbaba ve Çocuk fotografı, Steve McCurry’nin Şerbet Gula fotografı şimdiye dek nasıl önem atfedilerek konuşulduysa, gelecekte de konuşulacaktır. Lewis W. Hine, Dorothea Lange, Walker Evans, W. Eugene Smith, Henri Cartier-Bresson, Andre Kertesz, Ansel Adams, Diane Arbus, Cindy Sherman, Sebastiao Salgado, Yousuf Karsh, Ara Güler, Ozan Sağdıç ve o çaptaki diğer fotografçılar günümüzde hangi ölçüde önemseniyor ve konuşuluyorsa, gelecekte de aynı ölçüde, hatta daha fazla önemsenecek ve konuşulacaktır. Bu çaptaki ustaları, ciddiye alınabilecek herhangi bir argüman ortaya koymaksızın beğenmediklerini beyan edip küçümseyenleri ne yaşadığımız gün ne de sonraki zamanlar aklı başında hiç kimse dikkate almaz, almayacaktır.
Hayat öyle bir akış gösteriyor ki, acı ve ıstırap neredeyse her yerden fışkırıyor. İnsan evladı ve onunla birlikte diğer bütün canlılar bin türlü felakete maruz kalıyor. Depremler, yangınlar, savaşlar kol geziyor. Nilüfer Demir’in Aylan Bebek fotografı, Adem Altan’ın enkaz altında kalan çocuğun elini tutan baba fotografı vb fotograflar, felaket anında nasıl büyük bir üzüntüye yol açtı ve konuşulduysa, gelecekte de hiç şüphesiz konuşulacaktır. Bunların bir kısmı an (yahut kritik an) fotografları, Ansel Adams özelinde doğa fotografı ve önemli bir kısmı usta fotojurnalistler tarafından kaydedilen inanılmaz derecede etkili fotograflardır.
Öte yandan Man Ray ve aynı kulvarda eser verenler var. Onlar da, felsefî boyutu ile kendinden söz ettiren yaratıcı fotografik görüntülerin sahipleri. Yaşadığımız zamana bakalım: Örneğin, Chema Madoz (Jose Maria Rodriguez Madoz) fotografları…
Sadece memleket fotografını değil, dünya fotoğrafını izleyip araştıran ciddiye almak zorunda olduğumuz sahiden entelektüel fotografçılar var aramızda. O yüzden şanslıyız. Gerek doğa ve sosyal belgesel kulvarlarında, gerek fotojurnalizm (toplumsal olaylar ve özellikle de savaş fotomuhabirliği kulvarında), gerekse yaratıcı fotograf, sanat fotografı kulvarında geleneksel fotografik yaklaşımı aşarak yeni ufuklara yelken açmayı başaran günümüz fotografçılarının, genç kuşağın yapıp etmelerini seminer, söyleşi, panel vasıtasıyla diğer fotografçılara anlatan, yorumlayıp değerlendiren, üzerine söz söyleyen fotografçı dostların varlığı hakikaten büyük bir şans.
Sözünü ettiğimiz fotografçıların yapıp etmeleri, paylaştıkları fotograflar ile onları izleyip yorumlayan ve/ya üzerine söz söyleyenlerin kaleme aldığı metinler, gelecekte yüksek bir oranda olabilirliğinden söz ettiğimiz fotologyanın/fotolojinin temel taşlarını döşemektedir.
Belki daha önemlisi, bizden önce ve yaşadığımız zamanda kaleme alınan, sonraki kuşaklarca kaleme alınacak olan fotografi alanıyla ilgili kuramsal metinlerdir. Felsefe, sosyoloji, psikoloji, antropoloji, ekonomi ve dahi başka bağlamda fotografik görüntüyü ele alan ufuk açıcı, zihin geliştirici, yeni ve farklı bir şey söyleyen metinler, olabilirliğine işaret ettiğimiz fotologyanın/fotolojinin inşasında temel taşı vazifesi göreceklerdir.
Şimdi Yapay Zekâ marifetiyle üretilen görüntüler revaçta. ‘Yapay Zekâ çok büyük bir olanak, şimdi artık her isteyen muhteşem görüntüler üretecek, akıl almaz sanat yapıtlarına imza atacak, Yapay Zekâ herkesi eşitleyecek, hiç kimse başkasından ne daha aşağıda ne daha yukarıda eser veremeyecek’ gibi bir yanılsama içindeyiz. Kabul edelim-etmeyelim; Bir vesile ile kendisini sanat ortamına atmış, orada oyalanan, hoş bir atmosfer yaşamaya çalışan, halk arasında ‘tam takır kuru bakır’ olarak ifade edilen vaziyete sanat ortamında denk düşen bir hal içindeki kimselere hiç bir şey kâr etmez, Yapay Zekâ da fayda getirmez. Eldeki olanak geleneksel enstrümanlar olsun, Yapay Zekâ olsun veya daha da gelişmiş yazılımlar olsun, değişen hiçbir şey yok aslında. Marifet insanda. Her insan bilgisi, birikimi, donanımı, ufku ve yaratıcı kabiliyeti ölçüsünde eser verebilir. Ortalamanın epey üzerinde bilgi, birikim, donanım ve muazzam bir ufuk, gıpta edilecek ölçüde bir yaratıcı kabiliyet nasıl elde edilir? Bu sorunun yanıtı gayet açık değil mi? Sorgulama, sürekli okuyup araştırma, düşünme, analiz etme, yorumlama, yeni fikirlere yelken açma vb derinlemesine bir entelektüel çaba ile ancak böyle bir zihinsel maharet elde edilebilir. Bendeniz de dahil olmak üzere pek çoğumuz, öncelikle vasat ve hatta büyük ölçüde vasatın altında olan vaziyetimizi görme, kabullenme cesareti göstermek zorundayız. Altını çizerek belirtelim; bu cesareti başkalarına karşı değil, kendimize karşı göstermemiz gerekiyor. Çünkü hem kel, hem fodul olduğumuz sürece bir arpa boyu yol alamayız. Özellikle çığırından çıkmış, zembereği bozulmuş, freni patlamış halde popülerlik üreten etkinliklerin rüzgârına kapılınca, yerimizde sayıp durmaktan öte bir şey olmasını bekleyemeyiz.
Şimdi paylaştığımız fotograf veya söylemler, gelecekte olacağımız yeri belirleyecektir. Gelecekte ya hiç esamemiz okunmayacak, ya vasat bir yer tutacağız ya da önemli ve kıymetli addedileceğiz. Mevcut anlayış ve yaklaşımlarımızı sürdürmekte ısrar ettiğimiz sürece muhtemelen esasemiz okunmayacak, küçük bir olasılıkla bazılarımız vasat bir yer tutma şansı bulacaktır. Önemli ve kıymetli bir konum elde etmemiz ise neredeyse olanaksız. Bizi dar bir alana sıkıştırıp kısır döngüye sokan vaziyetimizden kurtulmayı ne zaman başarırsak, işte o zaman önemli ve kıymetli yer tutmaya aday olabiliriz. Peki, öyle bir potansiyelimiz var mı? Elbette ki var. Hem de fazlasıyla var. Zihinsel tembellikten kurtulan herkes, önemli ve değerli eserler verme potansiyeline ziyadesiyle sahiptir. Tersini söylemek haksızlık olur.
En önemli zaaflarımızdan biri hiç kuşkusuz milyon kez deklanşöre basmamızdır. Neden o kadar çok fotograf? Ne işe yarayacak, hangi derde derman olacak milyon sayıdaki fotograf? Hepsi birbirinin tekrarı olan, birbirine benzeyen milyon adet fotograf yerine doğaya, insana, topluma, diğer canlılara ilişkin vaziyeti çok iyi anlatabilen on fotograf, hadi diyelim elli veya yüz fotograf, daha iyi değil midir?
Gelecekte, geçmiş zamanın ve bu günün fotografçılarını inceleyip değerlendirecek olan zat’lar, alınan ödüllere, kazanılan madalyalara, unvanlara ve rütbelere göre değerlendirme yapmayacaklardır. Hayır, yanılıyorsunuz, asıl bunlara göre değerlendirme yapacaklardır diye düşünen var mı? Böyle düşünen olacağını sanmıyoruz, çünkü böyle düşünmek gaflet olur.
Günün popüler vaziyetini bir kenara bırakıp salimen düşünmekte yarar var. Fotografçı dostlar bir yol ayırımı koymalı önlerine. İkiye ayrılan yollardan biri popüler alana çıkıyor, diğeri okuyup araştırmayı, konuşup tartışmayı, düşünmeyi, sabır göstermeyi, emek vermeyi zorunlu kılan zahmetli alana çıkıyor.
Seçim yapmamız lazım. Sağlıklı, isabetli bir seçime ihtiyacımız var. Belki şairlere, romancılara, öykü ve/ya hikâye yazarlarına, sinemacılara, ressamlara, heykeltıraşlara ve diğerlerine bakıp düşünmemiz gerekecek. Kim, nasıl günümüze kalabilmiş? Kim, nasıl kendi alanına damgasını vurmuş? O vakit şöyle bir durup meseleyi yeniden düşünebiliriz sanki.”
Not: “Foto İntelijansiya” ve “Fotoloji/Fotologya” isimli kitaplar arkaplansanat.com adresinden temin edilebilir.

Bize Ulaşın