Kadim zamanlardan beri duyular arasında sabit bir hiyerarşi olduğu varsayılıyor. Varsayılan bu sabit hiyerarşiye göre de en tepede görme ile başlayan ve işitme ile devam eden bir liste var ki, bu listenin en altında koku duyusu yer alıyor. Bu hiyerarşinin gerçek olabilmesi, doğal olarak, her deneyimi tek bir duyuya bağlı kalarak yaşamamız koşuluna bağlı. Oysa gerçek pek de öyle değil, deneyimlerimiz daha zengin, deyim yerindeyse “çok kanallı” olarak gerçekleşiyor. Saniyenin kesri kadar sürelerle yaşanan gecikmelerle de olsa bizler deneyimlerimizi tekli değil çoklu duyusal uyarıların değerlendirilmesiyle yaşıyor, olayları tekil bileşenlerle değil o bileşenlerin oluşturduğu “paket”lerle algılıyoruz.
Basit bir sabah kahvesi içme deneyimimiz örneğin, en az üç duyumuzu devreye alıveriyor: Dokunma, koklama ve tatma. Ne ilginçtir ki bu saydığımız üç duyu da biz daha doğmadan plazenta sıvısı içindeyken işlevselleşmeye başlayan duyular. Oysa bir yetişkin gibi görebilir hale gelebilmemiz için bırakın ana karnını, doğum anını falan, neredeyse iki yaşımıza yaklaşmamız gerekiyor.
Keza farklı durumlar bu varsayılan hiyerarşideki rol dağılımını değiştirebiliyor. Örneğin bir fotoğrafa bakarken ya da film izlerken elbette görme duyumuz başrolde, ama ya müzik dinlerken veya yemek yerken? İlkinde işitme, ikincisinde ise koku duyumuz hiyerarşinin tepesine çıkıveriyor.
Biliyorum, yemek yemekten bahsederken neden tat değil de koku duyusunu hiyerarşinin tepesine konumlandırdığımı merak ediyorsunuz. Bekletmeden anlatayım: Burada bahsettiğimiz koklama dışarıdan burunla aldığımız (ortonazal) koku değil, damak üzerinden aldığımız (retronazal) koku. Bize sadece tatlı, tuzlu, bitter, ekşi ve umami tatların bilgisi veren tat duyusundan gayri yediğimizi ve içtiğimizi tanımlayabilmek için bu damak üzeri koku patikamıza ihtiyacımız var; o olmazsa güvenli beslenebilmemiz, dolayısıyla hayatımızı sürdürebilmemiz olası değil. Yeme-içme deneyimizde ne kadar önemli olduğunu denemek isterseniz, bir daha sefere çay ya da kahvenizi içmeye başlamadan önce lütfen burnunuzu tıkayınız, ne demek istediğim daha net anlaşılır bir hale gelecektir.
Özel bir hiyerarşi
Kaldığımız yere dönelim: Bizim hayatımızda sanıldığı gibi sabit bir duyular hiyerarşisi yok, her deneyim kendine özel bir hiyerarşi ile var oluyor. Bir dizi film gibi düşünebiliriz bunu daha kolay anlayabilmek için. Dizinin her bölümünde rol dağılımı değişiyor, bir önceki hafta yardımcı rolde gördüğümüz bir oyuncu bir sonraki haftada yardımcı rolden başrole yükselebiliyor.
Ancak elbette bir gerçek var ki yadsımamız mümkün değil: Günlük deneyimlerimizi bir tarafa not edebilsek ve bu rol dağılımlarını sayabilsek, görme duyumuzun başrolde olduğu deneyim sayısının diğer duyulara göre çok daha fazla sayıda olduğunu fark edebiliriz. Başlarda belki hep böyle değildi ama en azından evrimsel süreçte insan bipedal (iki ayak) hale gelebildiğinden beri bu böyle.
Emekler gibi ilerlemekten diklenip iki ayak üzerinde yürümeye evrilmek çok şey değiştiriyor atalarımızın hayatlarında. Daha önce yiyeceğin yerini bulabilmek ya da tehlikeden kaçabilmek için sık sık müracaat edilen koku duyusunun başrolüne oturduğu deneyim sayısı da bu dramatik değişimle beraber azalmaya başlıyor zaten. Çalı boyunun ötesini göremediğimiz zaman en çok ihtiyaç duyduğumuz duyu ile artık onun üzerinden bakabilmeye başladığımızda en çok ihtiyaç duyduğumuz duyu aynı olabilir mi zaten? Buna bir de 20 küsur milyon yıl önce genlerden birinin farklılaşarak trikromatik (üç renk) görmemize izin vermeye başlamasını ekleyelim. Bu ekleme sonucunda da “veri kalitesi” artıyor, devamında gün içinde maruz kaldığımız duyusal iletiler içinde görme ile ilgili olanların sayısal üstünlüğü bariz hale geliyor. Aydınlığı, karanlığı, renkleri değerlendiriyor, bunların belleğimizdeki kayıtlarla mukayese ederek yargılamalar yapıyor ve davranış biçimleri geliştiriyoruz.
Ancak şunu da unutmamamız gerekiyor ki sayısal fazlalık her şey demek değil. Beslenmede “tat” diye bildiğimiz ama aslında kokunun başrole yerleşmiş olduğu örneği hatırlayınız lütfen. Bize sayıca daha az deneyim yaşatan duyular da yaşamsal önemde olabiliyorlar ve bu nedenle de vaz geçilemez haldeler. Zira hepsi birlikte ilk başta bahsetmiş olduğumuz algısal paketin ayrılmaz birer parçası oluyorlar.
Bize Ulaşın