Şüphesiz her ölüm erkendir. Hele ki bizim gibi ölüme ayrı bir kutsallık yükleyen toplumlarda; her düzeyde anma şimdi sosyal medyayı da işin içine katarsak bir belagat (retorik), birbirini tekrarlayan nidalar şeklinde gelişir. Adeta Orhan Veli’nin dizelerinde olduğu gibi. “Biz de ölünce iyi adam oluruz”. Konuyu fazla uzatmaya gerek yok. Buraya bırakmak istediğim not yakın zamanda dünyaya veda eden Martin Parr ve onun mirası ilgili. Onun “esas” fotoğrafları ile yarattığı evreni, onun bu dönemi ile beraber ele alıp, bazı önemli noktalara okuyucunun dikkatini çekmek.
Martin Parr esas olarak seksenli, doksanlı yıllardaki “renkli” fotoğrafları ile dünya çapında bilinen bir fotoğrafçı. Bu dönemlerde daha önceleri kendini dökümanter (belgesel) fotoğrafçı olarak görenlerin pek de mazhar olmadığı yoğun bir ilgiye sahip. Medya, galeriler, müzeler, reklam dünyasında adeta bir “star” muamelesi görüyor. O dönemde dünya ise şöyle dönüyor; Neoliberalizm, muhafazakârlık at koşturuyor. Sovyetler Birliği dünya sahnesinden çekilmiş. Ve bu günlerin hazırlayıcısı zengini daha zengin yapan, fakiri daha da ezecek ekonomik uygulamalar devreye sokulmuş. İnsan hakları, sosyo ekonomik haklar yok hükmünde sayılmaya başlanmış, askıya alınmış. Dönemin simgesel aktörleri Thatcher, Reegan bizde Evren, Özal. Bu fotoğrafı bir gözünüzde canlandırınız.
Martin Parr bir İngiliz. Söz ettiğimiz dönemdeki özellikle kendi toplumundaki “türbülans” ve kafa karışıklığını resmeden bir fotoğrafçı. Kısaca yolunu kaybetmiş işci sınıfının, üç maymunu oynayan orta sınıfın trajikomik fotoğrafları bunlar. Kişisel fikrimi soracak olursanız; ironik bir bakış açısı ile başlayıp, sonuçta fotoğrafladığı insanları nesneleştiren hatta Henri Cartier-Bresson’un onun hakkındaki yorumuyla “insanlar ile alay eden” bir bakışa sahip. Bu bakış açısı daha önceleri bu işin ustaları tarafından yaşatılan photojournalism’in ve belgesel fotoğrafın insanların “müşkül” durumlarını değil de ayakta kalıp, direnen yanlarını gösteren bakış açısına tamamen ters. Onun fotoğrafları daha çok yaratılan bu cilalı imaj devrinin değirmenine su taşıyor.

Muhteremin ölmeden belirttiği gibi “onlar savaşa giderken, ben süpermarkete gittim” cümlesi ilginçtir. O dönemin ideologları tarafından sıkça dile getirildiği gibi zaten “tarihin sonuna” gelinmiş, sınıf çatışmaları “artık” sona ermiş, ekonomik refahı getirecek mutlu ve huzurlu bir dönemin perdesi aralanmıştır. Yerseniz… Martin Parr da fotoğrafları ile bırakalım bu işleri de, artık biraz eğlenelim diyordu. Malum hepimizin tuzu kuru! Halbuki Hegel’in şerh düştüğü gibi “tarihin mutlu sayfaları boş sayfalarıdır”. Biz tüm bunların sebebi değiliz sadece sonuçlarını belgeleyenleriz. Ve daha henüz boş bir sayfaya denk gelemedik.
Günümüzde yarattıkları toz duman içinde kendileri önde, fotoğrafları arkada koşturan bir “sanatçılar” güruhu var. Unutmayalım yaratılan tüm gürültüye karşın herkes yalnız ölür. Gazla bir yere kadar yürürsünüz. Son olarak bir yaratıcının, bir fotoğrafçının ismi aklınıza düştüğünde, onun hangi işleri ya da kaç fotoğrafı zihninizde belirir. Sizin için kıymetli olan o dur. O, artık sizin “kişisel” görsel tarihinizin bir parçasıdır. Bir fotoğrafçıdan geriye kalacak şey de bundan ibarettir. Tüm bunları bana tekrar düşündürdüğü için Martin Parr’a şükran doluyum. Kendisini Anadolu’ya özgü güzel bir deyişle uğurlayalım; devri daim olsun…
DERKENAR: Yazıda konu edilen ironik bakışın çarpıcı bir örneği olarak okuyucuya Lars Tunbjörk’ün fotoğraflarını incelemelerini öneririm.
HALUK ÇOBANOĞLU
Fotoğrafçı, yazar, Kilimli, 1957.
İktisat okudu. ICP New York’ta “asistan”, National Geographic Türkiye’de “fotoğraf editörü” olarak çalıştı. Üniversitelerin fotoğraf, gazetecilik, yeni medya ve mimarlık bölümlerinde dersler verdi. Fotoğraf üzerine deneme yazıları yazdı. Bağımsız fotoğraf projelerine (Vefa, Hayali Şehir, Ermeniler vb.) yol göstericiliği ve editörlük yaptı. Yayınlanmış yapıtları arasında Kuşbazlar (1999), New York Subway (2003), Arabesk (2007), Bu Fotoğrafları Neden Çekiyoruz? (2017), KoAn (2020), Fotoğrafın Trajik Yolculuğu (2024) sayılabilir.

Kısa, öz ve de çok anlamlı. Teşekkürler…
Bir çırpıda okunuveren, son derece zihin açıcı bir yazı… Görebildiğim kadarıyla sanatın egemen ideolojiyle gittikçe daha dolaylı destek ilişkileri kurabildiği zamanlara geldik. İzleyenin muhalif olma arzusunu da doyurmayı başarabilen ve içindeki sanatçıların bilinçdışına oynayan reklamcılar gibi işlev gördüğü aydın korolarının tasarlanıp desteklendiği tuhaf bir çağdayız…
Çok teşekkürler; tebrik, selam ve sevgiler.
🙏
🙏