Ölümsüzler Köyü üzerine*

//

 

akar gider zaman

ayaklarımızın altından

sular okşar tenimizi

o kısacık an

evet o serinlik

değil miki ömrümüz

hepi topu bir yaşam

şu sonsuz evrende

öylesine bir an

dona kalırız bazen

yitip gidenlerin

ardından

o sürekli

o muhtaşem değişimin

gözü önünde

seyre dalarız

akan canları

içimizde

 

gün gelir

silinir gider

o biricik varlığımız

bir tire kalır geriye

doğum tarihi ve

ölüm tarihi arasındaki

o kısacık tire

ne varsa onun içinde **

 

kurda kuşa yem oluruz

börtü böceğe can

gel zaman git zaman

ve cansuyu çiçeklere

ve ölümüne yaşam

 

ah akar gider zaman

an be an

türlü türlü çarelere dalarız

ölümlülüğe inat

efsanelere masallara sarılırız

bazen bir mabedde

 

ve bazen birisi seslenir

der ki cellat aslan

korkusu kendinden ağır ölümün

iyisi mi

o almadan beni

ben gideyim ona

biliyorum azrail dolaşıyor ortalıkta

kimbilir ne zaman çalar kapımı

 

ölümden beter

bu bekleyiş bu korku

beter ölümden

iyisi mi

ben gideyim ona

o bana gelmeden

 

nerelere kaçayım

canına kıydım masumların

peşimden geliyor

sesleri

nereye gitsem

yetmedi yetmedi

tarlalarda başak

dağlarda bulut oldum

yetmedi

büyüyor içimde o yağlı urgan

boynuna geçirdiğim canlar

içimde birer canan

ovalarda

dere boylarında yollarda

gide gide

yetmedi

boğuyor beni boğuyor

yaşadıkça

söyledim ya size

bir cellattım bu hayatta

kendimce

 

aldı sözü cellatın dostu cabbar:

ama azrail gelip dayanınca kapıya

nasıl da yaşam isteği sardı beni

bakmayın siz bana

yoldaşlık olsun diye takıldım o cellata

 

oysa ben

bir nefes ararım

derdine düşerim çiçeklerin

yüzleştim ölümle

beni ben yaptı

yine insan

o atalarımdan kalan

yaşama içgüdüsü işte

alır tutar kucaklar beni

sarıp sarmalar benliğimi

ha gayret cabbar

yeni bir can yoldaşı bul kendine

azrail kapına dayanmadan

oysa biliyorum

her insanın hayatı

bir roman

keşke olaydı

tek tek yazan

ah o ölümsüzlük hayali

hayallerin ata dedesi

o arayış

bizi hayatta tutan

bir de kapılsak

güzelliğine geçiciliğin

ah o zaman

ne gam

 

belki de

uzaklarda değil çare

burada

bizde

sessizce söyleşen

ellerimizde

 

(*) bu şiir ve video, ilgili fotoğraflar ile birlikte, Ölümsüzler Köyü (Old Men Never Die, Reza Jamali, 2019) filmi üzerine, Serkan Turaç danışmanlığında düzenlenen “referans çağrışım” fotoğraf atölyesi (2023) kapsamında hazırlanmıştır. Şiir filmdeki ana temaların “ölümlülük gerçeği, ölüm korkusu, yaşama içgüdüsü ve ölümsüzlük arayışı” olduğu düşüncesiyle yazılmıştır.

Projenin tüm ürünlerine şu websitesinden ulaşılabilir: https://referanscagrisim.org/.

(**) Burada esinlenilen şiir “Kitaparda Ölmek”, Behçet Necatigil,Sevgilerde, Varlık, 447, 1 Şubat 1957, s. 129.

 

Fotoğrafa merakı geçen yüzyılda, 70’li yılların ikinci yarısında, üniversite yıllarında başladı; sanata, edebiyata, resme, şiire, saza söze, arkeolojiye, tarihe meraklıydı oldum olası; giderek dünyayı değiştirmeye, tıbba ve psikiyatriye merakı da aynı yıllara rastlar. Tank gibi bir Zenith TTL makinayla dolanırdı ortalıkta. Güneşli havada 125’e 16, merdiven altında karanlık oda, ah bir 400 ASA’lık film alabilsek de, çekebilsek yarı karanlıkta. Her biri 36 kare, aman hemen bitmesin, yanında yedek film var mı, nasıl çıktı acaba, gel de bekle bir hafta, derken, fotoğraf öğreneceğim diye sabırlı olmayı öğrendi bir de. Beklemeyi, zamana inanmayı öğrendi.

“Yeni Fotoğraf” dergisinin çıkışını heyecanla her ay alışını, üç arkadaş evin alaturka tuvaletini karanlık odaya çevirişlerini, bol fotoğraf çekmeden bu işin öğrenilemeyeceğini anladıklarında, film masrafını kısmak için, Sirkeci’den 300 metrelik film alıp onu kasetlere bölüp bol bol siyah beyaz fotoğraf çekişlerini, o günlerden kalan görüntüleri; Alsancak’ta ayı oynatan adam ve ayısının görüntülerini, Kayseri’de çeşme başında oynayan çıplak çocukların, İzmir’de Cumhuriyet Meydanı’nda büyük mitinglerin görüntülerini, ille de kordon görüntülerini hayal meyal hatırlıyor.

Ardından, uzun bir ara girdi fotoğrafla arasına. Psikiyatri eğitimi ve uzmanlığıyla artık makinasız fotoğraflar çekmeye dönüştü adeta bu merak. Yardım için başvuran kişileri dinlerken kendi zihninde onların fotoğraflarını çekmeye, onların iç dünyalarını, duygu hallerini zorluklarını, hayat mücadelelerini zihninde imgelerle canlandırmaya dönüştü bu merak. 80’li yılların başlarından itibaren artık mesleğine gömülmüştü. Araştırma yapmak, ders vermek, klinik pratik, meslek örgütlenmelerinde aktif görevler üstlenmek ve bu görevleri bağlamında yüzün üzerinde ülkeye seyahat etmek, konferans vermek. Buralarda mutlaka sanat müzelerini, az da olsa fotoğraf müze ve sergilerini ihmal etmedi; tabii, elindeki genellikle kompakt makinaların deklanşörüne gelişine basmayı da.

Altmışından sonra, taa gençlik yıllarından beri uzaktan beğeniyle izlediği İFSAK’ta kurs görme zamanı bulabildi; ardından, fotoğrafın günlük hayatında kapsadığı zaman, alan genişledi. İFSAK’ta Temel Eğitim Semineri, ardından, Pitoresk projesi, Çekim Teknikleri, Portre, Makro, Uzun Pozlama dersleri, çalışmaları, Semt projesi çalışmalarında, katılabildiği fotoğraf gezilerinde rastgele, gelişine fotoğraf çekmemeyi öğrendi. Ortaya çıkmasını istediği fotoğrafı, önce zihninde kurgulamayı, onu mümkün olduğunca önce zihninde tasarlayıp görmeyi, imgeleştirmeyi, ardından dış dünyayı bu zihnindeki tasarıya göre gözden geçirmeyi, dış dünyanın kontrolü dışı olan gerçekliklerini dikkate alan bir bakış açısı benimsemeyi, mümkünse dış dünyaya az da olsa istediği biçimi vermeyi ve elindeki teknik olanaklar çerçevesinde zihnindekinin mümkün olup olmadığına karar vermeyi ve teknik ayarları / düzenlemeleri buna göre yapmayı öğrendi. Dış dünyadan edindiği izlenimleri iç dünyasında kurgulayıp / tasarlayıp, sonra bu tasarımı dış dünya ve teknik olanakların sınırlılıklar çerçevesinde, dış dünyanın içinden çekip çıkarması ve fotoğrafa dökmesi gerektiğini öğrendi. Fotoğrafın “çekilen” değil, “yapılan” bir şey olduğunu; fotoğrafı “çekmek” değil, “yapmak” gerektiğini öğrendi.

Fotoğrafın, dış dünya ile iç dünyasını birleştiren bir araç olduğunu; dış dünyayı
kendisine göre yeniden inşa ederken iç dünyasını zenginleştiren bir araç olduğunu kavradı.

Bu yüzyıla devrilmişti zaman; sayısallaşan bol renkli dünyada, “tekniğin önceliği, estetiğin üstünlüğü, yaratıcılığın hazzı” der durur oldu; bu dediğinin peşine düştü. Fotoğrafın “makinenin çektiği birşey değil, fotoğrafçının yaptığı bir şey” olduğunu kavradı. Kısaca, hayatına “fotoğrafça bir anlam katma” peşinde bir fotoğraf meraklısı.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Son yazılar: Edebiyat

“Yol Kenarı” üzerine *

denizler. O uçsuz bucaksız milyarlarca yıldır salınan, İçlerinde türlü çeşit can, Büyük büyük atalarımızı doğuran o…

Sevmek Zamanı

orada sen ve yalnızlığın erosun oku değdi tenime ve ben burada yalnızlığımla naso magister erat **…

Zigotlarımız

Bu yazı, İFSAK Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları Grubu‘ndan Özlem Dikeçligil tarafından hazırlanmıştır. . . . . .…

Dün Yağmur Yağacak

Saatin altında yazardı; “Bir bakıyorsunuz üç, bir bakacaksınız hiç…”  Özdemir Asaf  Özdemir Asaf’la tanıştınız mı? Konuştunuz…

Orman: Evimizin Arka Bahçesi

Çocuktuk: Kıra giderdik Bir albümün kapağını açıyoruz. Anılar; soluk, sepya fotoğraflarla yer değiştirmiş. Zor geçen günlerin…

Emel’in Kaçamağı

Kadın vestiyere astığı şalını aldı, katlayıp çantaya yerleştirdi. İtalyan ayakkabısını çekmeceden çıkardı, spor ayakkabısını onun yerine…

Olduğu Kadar…

Bu ayki yazıma başlamadan önce kulaklığımı taktım ve Spotify’dan Romen şarkıcı Maria Tanase’yi açtım. Parmaklarım klavyeye…

Balkondaki Kadın

Fotoğraflar Nasıl Kaybolur? Doğan zil sesi ile uyandı. Başındaki saate baktı. Saat 09.00’u gösteriyordu. Çalan telefonu…