Çocuktuk: Kıra giderdik
Bir albümün kapağını açıyoruz. Anılar; soluk, sepya fotoğraflarla yer değiştirmiş. Zor geçen günlerin özlediğimiz geçmiş olması ve toplumsal bir nostalji ile bunu duyumsuyor olmamız bir tesadüf mü acaba? Eski günleri anıyor ve arıyoruz. Fotoğraflar yetişiyor imdadımıza. Unuttuğumuzu hatırlıyoruz. Sınırlı sayıda, renkleri uçmuş, netlik zaten baştan kaçık ama görevini yapıyor; yitirdiğimiz hafızamızı yerine getiriyor. Bir kez daha minnet duyuyoruz fotoğrafa: Öyleyse başlıyoruz.
Çocuklara, “en sevdiğiniz renk nedir” diye sorduğumuzda bilinçaltının derinliklerinden genelde bir “kırmızı” yanıtı gelse de mavi ve yeşil sıklıkla sorumuzun karşılığı olur. Mavi bir gökyüzü ve yeşil bir orman, çevremizi kuşattığı kadar zihnimizde de önemli bir yer tutmakta, yaşama ve geleceğe dair en güzel mesajları bizlere iletmektedir. Ailemiz, komşularımız, okulumuzda öğretmenlerimiz bizi hep doğanın akışı doğrultusunda yönlendirmişlerdir. Büyüyünce de kendimize hangi rengi yakıştırdıysak onu sevdiğimizi söylemişizdir.
Eskiden herkesin evinin yakınında bir miktar yeşilliğe sahip boş bir alan olurdu. Müteahhitler bu yeşil alanları o zaman da arsa olarak görseler bile yeterince organize olamadıkları için apartmana çevirmeleri vakit alırdı. O arsalarda piknik yapılırdı. Bir ağacın gölgesi yeterdi, iki kapı komşusunun çocukları ile birlikte oturabilmesi için. Fırından alınmış taze ekmekler, sabahtan kahvaltının hemen ardından kızartılmış kuru köfte ve iri kesim patates, içlerine henüz hormon bulaşmamış domates, salatalık ve çocuklar da yiyebilsin diye tatlı sivri biber. İşte tüm menü buydu. Bir de şişelerle buzdolabında soğutulmuş ve ısınmasın diye bezlere sarılmış ev yapımı limonata taşınırdı.
Mavi İpragaz piknik tüpü üzerinde demlenen ince kıyım ve neredeyse kutunun dibinde adeta tozlaşmış Karadeniz çayları içilirdi. Eğer biraz daha doğa istenirse, yürüme yolu sınırlarında ama yine kendi semtlerinde kıra giderdi insanlar. Tüpün akşamüstü rüzgârıyla atışan fısıltısını da hatıramızın dip odalarında saklardık. Her boş arsanın üzerinde ruhların uçuştuğu bir eski köşk hikayesi anlatılırdı. Ya yangınlarda harap olur ya da bakımsızlıktan yıkılırlardı. Varsa yoksa apartmanda oturmaktı insanların hayalleri ve günü geldiğinde mahallelerin yerini “kurtarılmış” siteler alacaktı. Ve ne acıydı ki artık, kiraz, kayısı ya da erik ağacından bir kez bile düşmeden büyüyecekti çocuklar.
Çocukluğumun Bakırköy’ü böyleydi işte. Zuhuratbaba’dan Ataköy’e doğru biraz yürür çimenlerin üzerinde piknik yapardık. Kilimlerin üzerinde karıncalar, gökyüzünde kırlangıçlar ve yeşilliklerin arasında göz alabildiğince uzanan ve insanda fotoğraf çekme isteği uyandıran gelincikler olurdu. Yemeğin verdiği rehavetle sırt üstü yatar -hiç de bugünkü tuhaflıklarını hayal edemediğimiz- yarı uyur yarı uyanık sürprizlere gebe geleceğimizi düşlerdik.
Çocukluk günlerimizin tatlı aylaklığını, bizi bugünlere fırlatan bir rampanın -ne biraz öne ne de biraz arkaya- kritik açısı gibi düşünmüşümdür. Bizi çocukluğumuz kundaklamıştır, sarıp sarmalayıp bugünlere getirmiştir. Orada anne baba, mahalle, okul, öğretmenlerin ve komşuların ördüğü güvenli bir ağ vardır. Her düşüşümüzde onlar sayesinde kurtulmuşuzdur. Varlığımız için geçmişimize bir ömür ödemek koşuluyla ciddi bir biçimde borçlanmışızdır.
Doğa, söyle bana; benden daha kötü kim var…
Ne mangal yakılırdı o günlerde ne de görgüsüzlüğün ateşi. İnsanlar yoksul fakat görgülüydü, havai fişek hiç atılmazdı. Kimsenin evliliği kimseyi ilgilendirmezdi. Sigaralar özenle söndürülürdü. Kıramazdın şişeyi, bırakamazdın piknikte, depozitosu vardı. Günün sonunda paşa paşa bakkala teslim ederdin. İçindeki gazozla şişenin parası birbirine eşitti. Naylon poşet yoktu ki arkanda bırakasın. Üretime, emeğe, malzemeye saygı vardı. Her şeyden tasarruf yapılırdı. Eski kağıtlar ve onların bağlandığı ipler özenle saklanırdı. Çarşıya, pazara fileyle gidilirdi. Yerli mallarına özendirilirdi insanlar. Yerli Mallar haftası yapılırdı. (Şimdi yerli mallar, hangi kotadan neyi ithal ederiz diye salyalarını akıtarak teşvik arıyorlar.) Yapılsa da okula -bir öğretmen arkadaşımın anlattığı gibi- kaju, çikita muz ve kivi getirilmezdi.
Sümerbank’ı, SEKA’sı vardı bu ülkenin. Güçlerine inanırdı insanlar, umutları çok yukarılardaydı. Belirli konumlara çalışarak geleceklerini bilirlerdi. O yüzden çok çalışırlardı. Emek ile hak arasında hassas, bugünkü gibi çalışanların aleyhine bozulmamış bir denge vardı. Gerçi kazanç her zaman emeğin gerisindeydi ama yine de sınıflar arasındaki fark bu kadar açılmamıştı. Kim ve ne olduklarını bilip göğsünü gere gere “Ben bu ülkenin vatandaşıyım” diyebilen, ülkesini seven ve kendini bir yurttaş olarak gören, havadan kazanılmış paranın ve kokuşmuş siyasetin önünde dalkavukça eğilmeyen gururlu insanlar yaşardı. O gün ak dediklerine bugün kara demezlerdi. Konum “hak” ile elde edilirdi, “gasp” ve “kayırma” gündeme bile gelmezdi. Ya da biz bilmezdik.
Cin peri hikayeleriyle, sahte kahramanlık öyküleriyle zaman kaybetmezdi insanlar. EQ gündemde yoktu ama IQ da böyle yerlerde sürünmezdi. İnsanların şu an kaybettiği muhakeme yetenekleri vardı. Bir başlarına karar verebilirlerdi. Söylenenle olan biten arasındaki uçurum bu kadar derin değildi. Herkes kendi işini kendi görür, başkaları onların yerine düşünüp monolog/diyalog yazmazdı. Bir canlarının olduğunu bildikleri halde korkmazlardı. Tanrı o günlerde kullarını eşit biçimde korurdu. Bilgi az ama erdem çoktu. Korumalara gerek yoktu. Vicdan insanın turnusol kağıdı olurdu.
Dünya böylesine sınırsız bir akıl hastanesine dönüşmemişti. Ki çocukluğu Bakırköy’de gerçek delilerle -yani akıl/ruh/sinir hastalarıyla- geçmiş bir insan olarak söylüyorum bunları. Sınırlar böylesine delik deşik olmamış, casuslar ülkeyi yol geçen hanı yapmamışlardı. Haksız haklının üzerine böylesine çökmemişti, hak topraklarımızdan göçmemişti. Onurumuz, şerefimiz, haysiyetimiz vardı. Çeke senete gerek kalmaz, verilmiş “söz” yetip artardı. Belki kimse kucağımızda değildi ama biz de kimsenin kucağında oturmazdık. Herkes daha eşitti ve devlet dairelerinde resmî kurumlarda insanlara tüm gelenlere kötü davranılır, işler özenle savsaklanırdı. En azında kötü muamelede eşitti insanlar. İyi günlerimizmiş onlar. Günlerimiz: Düşe kalka… Sonra kötüye nasır bağladık, fesata hasım olduk.
Sosyal medya: Yeşilden kırmızıya ansızın geçti lamba
Bırakın insanları, doğaya bile sahip çıkamıyoruz artık. Bireysel ihtiras ve doymazlık çöküşü hızlandıran en büyük etmenler oldu. Hava kirlenir mi, deniz pislenir mi? Verdi doğa tek şıklık cevaplarını. Sistemler felaketlerle çöker. Doğanın laneti sanılan şey insanın ihmalidir, akışa kafa tutmasıdır sohbeti kestiğimiz cahilin. Günümüzün belge fotoğrafçısı olup biteni saptamaya çalışsa bile kötü haber falcısı olarak anılacak, kimseye yaranamayacaktır. Acıyı, felaketleri fotoğraflarına eşlik ettirdiği ve onları kullandığı söylenerek eleştirilecektir. Doğaya kötülük yapanlara hiçbir şey olmayacak, çekene her türlü saldırı yapılacaktır. Zaten sosyal medya, gazeteciliği bitirmiştir. Herkes kendi kendinin muh(a)biri olmuş, ilgi çekebilmek ve gündemde kalabilmek adına en sıradan konuları yukarılara taşımışlardır.
Artık ateşle sınav veriyoruz. Ateş bir sonuç; çıkan kısmın özeti. Kırmızıyı düşünmek istemiyoruz. Ne diyor Michel Tournier bir İspanyol atasözünden yola çıkarak: “Suyla ateşin kavgasında, yenilen her zaman ateştir.” Artık bir ormanı çizerken çocuklar daha fazla tedirginlik duyacak. Belki de gerçekleri göz ardı etmeden fırçalarını suluboyalarında kırmızıya dokundurup yemyeşil çamların üzerini ateşle donatacaklar, rüyalarını çizip boyayacaklar, resimlerinde ormanları yakacaklar. Sonra yeşil, bir parça siyahla karışacak ve orman kararacak.
Sanat doğayı tam anlamıyla betimleyemez ama bir resim, bir melodi, bir heykel olarak ustalıkla doğanın yamacına sokulur. Sanatın doğaya yaklaşıp ona yaslanması gibi biz de çaresiz anlarımızda kötülüklerden korunmak için sanatın gölgesine sığınıyoruz. Şarkılar söylüyoruz, şiirler okuyoruz; insan olduğumuzu ve içimizin güzelliklere ihtiyacı olduğunu bir kez daha itiraf ediyoruz. Sanat insansız hiçbir şeydir. Sadece görünür fakat asla var olmaz. Öyleyse kötülük ruhumuzu tamamen ele geçirmeden sıkı sıkı sanata sarılmalıyız.
Anksiyeteden geçtik, bir sonraki aşamadayız artık. Freud “Uygarlığın karşılığı nevrozla ödenir.” demişti. Artık derdimiz psikoza girmemek; bizi kendi sahalarına çekip, oyunlarına âlet etmek isteyenlerden uzak durmamız gerekiyor. Biz yorulsaydık erkenden, başka bir imparatorluğun bayrağı dalgalanıyor olacaktı üzerimizde. Direnmenin estetiği, sanat üzerinden kendini gösterecek. Fotoğrafçı, bundan böyle daha duyarlı bir biçimde yaklaşacak konularına. Yaratıcı olacak, zihninin sınırlarıyla yetersiz ve yapay kurgular yapmayacak, estetiğin kısır tohumlarına bel bağlamayacak. Özgür ve özgün olacak. Çektiği fotoğraf bir biçimde insanlığa yarayacak. Devrim yapamasa da bazı dertlere deva olacak.
Bir kaosa dönüşmüş sosyal medyada ne doğru ne de yanlış belli değil artık. Dünya alevler içinde. Yangın, ormanlardan, ağaçlardan çok önce insanları, hayatları yakmaya başlamıştı. Algı operasyonları, ters köşe haberleri, troller, provokatörlerle yol almaya çalışıyor tarih. Yalanın danışmana ihtiyacı yoktur. Doğru da tek değildir zaten. Felsefeden ikmale kalıp psikolojiden iftihara geçmek isteyen tembel çocukların aldığı yanlış tüyolarla sorulara verdikleri yanıtlardır duyulanlar. Hem soruları çaldılar hem kopya çektiler hem sınıfta kaldılar, üstelik bir de okulu yaktılar. Sonuç: Metruk köşklerin yerinde nadasa bırakılmış boş arsalar…
Bir mevsimsiniz, mevsim normallerinin dışında. Meteorolojiyi de yanılttınız yapay gündemleriniz, yalan bölgesel baharlarınızla. Hep kıştı yazdan söz ederken… Şimşekle yağan kar, güneşle birlikte gözüken ay gibi şaşırtmanın tarihine yeni kodlar yazdınız. “Hacker”larınız var sizin de. Kendi kendinizi baltalıyorsunuz. Çöküyorsunuz, gasp ediyorsunuz, turnusol sonuçlarını tersine çeviriyorsunuz. Hipokrat’a saydırıyor, istatistiklere saldırıyorsunuz. Yırtık torbadan çıkıyor yasanız ve hiç bitmiyor tasanız. Kaygı ikiz kardeşiniz, korku gölgeniz. Arkasına bastığınız ayakkabı gibi kapı önlerinde duruyor vicdanınız. Hiç tiyatroya gitmeden koyuyorsunuz tüm oyunları sahneye. Ondan ürkek ve acemi jestleriniz ve diyaloglarınız; sonuçta da ne tarih oluyor ne de tiyatro gösteriniz. Ön sıralardaki şakşakçları kaldırın ve ne yaptığınızı anlayın. Biraz sessiz olun geleceği kuracak çocuklar uyuyor.
Biz sanatta mahiriz, diğerlerinden anlamayız. Öyleyse sanatla derdimizi anlatacağız. Ama öncelikle tıpkı ilkçağ filozofları gibi doğaya bakacak ve onun öğretilerine kulak vereceğiz. Unuttuğumuzu hatırlayacağız. Öncelikle sevgi ve insanlık üzerinden kaybettiğimiz tüm toprakları geri alacağız. Bir oyuna gitseydiniz, bir şiir okusaydınız, bir opera dinleseydiniz her şey ne kadar farklı olacaktı. Olmadı, yine de tragedyaların, trajik operaların sonu gibi olacak son perdeniz. Herkesin veda aryası kendine. Ömrünüz: Ömrümüz!
Kötü haberlerin kanalına hoş geldiniz…
Belki de ilk yapılması gereken iş, kötü ve olumsuz tüm haberlerin yasaklanması. Kötülük kendine mecra bulamadığında zaten kendiliğinden yok olacak. Yeryüzünde izi dahi kalmayacak. Bizi olumsuz olayların müptelası yaptılar. Kötü haberlerin varlığıyla halimize şükretmemiz öneriliyor. Hayır! İyiyi hedefleyecek, kötüye karavana atacağız. Ortak huzur ve ortak vicdanla yaşayacağız. Bunu bir felsefe olarak ele almamız gerekiyor. Kapatın televizyonları, bakmayın gazetelere, cep telefonlarını yalnızca konuşmak için kullanın. Yaşadığımız sanal gerçekliğin, algının sistemli bir biçimde yayılmasından kaynaklı olduğunu görüyoruz. Kendimizi olumsuzluğun pençesinde kıvranırken görmeyi seviyoruz. Sadistlerin elinde mazoşistlere dönüşüyoruz.
İnsanlık şu an geleceğinden aldığı borçla yaşıyor. Doğaya yeryüzüne insan olarak büyük borcumuz var. Bu aşamada sanatçılara büyük görevler düşüyor. Sanatçı, geçmişin mirasını bugünün üzerinden idealize edip nesneleştirerek geleceğe taşımada bir aracıdır. Gerçek sanatçı her şeyi en doğru haliyle yarınlara taşır. Politik yorumlar fotoğrafın doğasını değiştirmez, yanlı kullanımlarını engelleyemez. Hele fotoğraf; bulunduğu açıdan doğruyu yansıtır. Yanılsama ile kaybettiği toprakları güçlü anlatımını kitlelere taşıyarak kapatır. Kutsaldır. Sanatların en doğrusudur, ta ki kötü ellere düşüp çarpık fikirlere alet olana kadar. Fantezi sanatın İtalyan sahnesidir. Ama bir şeyin fantezi olabilmesi için ona ait gerçekliğin çok iyi bilinmesi gerekir. Aradaki farktır zihni ileriye taşıyan.
Doğaya çevirelim yüzümüzü ve dikkatle dinleyelim anlattıklarını. Ardından aynı noktadan farklı zamanlarda çekilmiş fotoğraflara bakalım. Doğa ile tersine uygarlığın nasıl sinsice yer değiştirmiş olduğunu göreceğiz. Vicdanlı insanların kalbi acıyacak, iyiler ve kötüler bu testin sonunda ayrılacak. Şu an var olan hastalıkların yerine yenileri gelecek; dünya ısınacak, yangınlar çıkacak, kuraklık başlayacak, seller gelecek, açlık ve susuzluk ana sorun olacak. O geri dönülemez çizgiyi geçmeye çok az kaldı. İnsanlık sonunu kendi elleriyle hazırlıyor.
Eskiden, makinelerimizi elimize aldığımız heyecan ve umut dolu ilk günlerimizi düşünelim. Ağaçların fotoğraflarını çekelim ama öncesinde bize anlatacaklarını dikkatle dinleyelim. Kötü mimarili gökdelenlerin sert ışıkta yarattığı grafiktense doğanın bize bahşettiği fotoğrafları yeğleyelim. Hayvanlara, bitkilere daha yakından bakalım. Çiy düşmüş yapraklardan fal tutalım. Varsın, saf yüreklilikle yaftalasınlar çektiğimiz fotoğrafları insanlar. Biraz da böyle yol alalım. Belki dünyanın tıkanan filtresini temizleme imkânımız olur. Ama en önemlisi hiyerarşik yapının her kademesinde konuşlanmış ve algımızın tulumunu çıkarmaya yeminli “dijital içerik üreticileri”nden uzak duralım. Kısa sürede huzura kavuşalım.
Dikkat; doğayı koru, ona özenle bak! Evimizin arka bahçesi artık karanlık bir orman! Bırak cep telefonunu, kapat bilgisayarını, unut televizyonunu. Adım adım yaklaştığımız kötü sonun mümkün olduğunca geç gelmesi dileğiyle. İyi şanslar.
Fotoğraflar: Müge Altınalan
Merhaba Merih Hocam,
Yine hislere tercüman bir yazı. Bu tümörlü dünyanın tümörünü besleyen yegane canlı, maalesef insanoğlu. Biliyoruz ki; bu tip hastalardan modern tıpta ümit kesilince hemen doğaya/doğala sarılıverme başlar. Doğa çoğunlukla şu cevabı verir; artık çok geç be dostum!
Dediğiniz gibi kötü sonun geç gelmesi dileğiyle
Saygılarımla
Değerli Dostum,
İnsanın en iyi bildiği şey, özenle dünyanın ve dolayısıyla da kendi sonunu hazırlamak. İlgiyle izliyorum, bu duyarsızlıkların nereye varacağını. Yaydan çıkmış bir ok var. Şu kısıtlı sürede ancak hedefi biraz oynatabiliriz. Hepsi bu. Yorumlar için teşekkür ederim.
Çok sevgiler.