İstanbul’un ilkbahar sabahlarından biri. Sıradan bir Mart ayının sıradan bir perşembe günü. Gökyüzü o kadar mavi ki önceki gün bardaktan boşanırcasına yağmur yağdığına inanmak zor.
– Anneee! Öndeki arabada öpüşüyolaaarrr!
– Hadi! Hadi! Bırakın öpüşmeyi, koklaşmayı geç kalıyoruz … Hadi!
– Bi güncük de geç gideyim okula. Zeynep öğretmene yollar çok kalabalıktı deriz.
– Anneee sen de babamı böyle öpüyo musun ?
Bülent’le en son öpüşeli haftalar olmuştu, gerisini düşünmek bile istemedi.
– Geç kalıyoruz Alev.
– Zeynep öğretmene yol kalabalıktı deriz.
– Tabii, tabii sevgili patronuma da aynısını deriz.
Nesrin aynada kızının siyah kahküllerinin altında parlayan gözlerine gülümsedi.
Ne oldu bu sabah bana böyle, bu öpüşen çiftin tutkusu… Yıllar önce… Tıpkı onlar gibiydik biz de…
Hava nasıl da güzeldi. Mavinin arasına serpilmiş beyaz bulutlar sanki gökyüzünde gezmeye çıkmışlardı.
Nesrin yolunun sonunda yan yana uzun kutular gibi sıralanmış İstanbul gökdelenlerinin olduğunu unutmak istedi. Oysa en fazla bir saat içinde onlardan birinin yirmi beşinci katındaki ofisinde olacaktı. Binaları birbirlerine bağlayan yollardan geçip, arabasını şanslıysa sokaktaki İspark’a, değilse yerin iki kat altına. Öğlen tatilinde yemek sonrası kahvesini içmek için en yakındaki Starbucks’a gidecekti. Sonra bir iş günü daha akşama doğru bitecekti.
Yıllar önce, hani Ahmet’le olanlarda hiç çekinmeden sokaklarda, caddelerde öperlerdi birbirlerini. O günler heyecan doluydu. Nesrin bilirdi ki o heyecan tekinsiz diye tanımlanırdı. Oysa şimdi huzurlu, güvenli öpüşmelerdi yaşadığı.
Eğer olursa!
– Alev, şu telefona bakar mısın ?
– Efendim anneanneciğim, evet evet annem sıkıca giydirdi beni, merak etme üşümem, yoldayız, çok kalabalık. Anneanneciğim bu okul hem annemin iş yerine yakın hem de çok iyi öğretmenler var.
– Alev’ciğim anneannene söyler misin, bu konuyu konuştuk, kapattık. Sen anneannene değil okula gidiyorsun.
Trafik her gün daha da çekilmez oluyor ama ne yapalım hayat zor, Alev de bunu şimdiden öğrenecek.
Nesrin son günlerde annesiyle olabildiğince az konuşuyordu. Annesi …Bayan Prensip. Beraberce geçen elli yılda her sabah babasının kahvaltısını aynı saatte süt, yanına beş adet siyah zeytin, bir yumurta, iki dilim ekmek, kendisine kibrit kutusu kadar beyaz peynir ve bir dilim ekmekle hazırlayan annesi. Her daim zayıf ve güzel kadın. Ya Nesrin? Üniversitede okurken günlerce evden çıkmayıp, kitap okurdu. Ankara’daki öğrenci evinin salonu kâğıt kokardı. Benim görevim anne ve babamı başarılarımla mutlu etmek diye düşünürdü. Kulaklarından annesinin sesi hiç gitmezdi. O gece de gitmemişti. Ahmet’le birlikte onun evine doğru gittikleri gece. “Kızım sen okulunu iyi bir derece ile bitir, elin ekmek tutsun, iyi bir evlilik yap, aman babana söz getirme”.

Nesrin son zamanlarda patikaları daha çok düşünür olmuştu.
Halbuki etrafımda güneşten sararmış otların boyumu geçtiği bir patikanın heyecanını yaşamak ne güzeldir. Boğaz’ın sularının masmavi, şıkır şıkır parladığı günlerde içimi saran güneş ışığını susturamıyorum. Patikaları fısıldıyor bana. Sarı, yeşil otlarla kaplı çalıların arasındaki patikalarda koşmak, koşmak, koşmak istiyorum. Sonu masmavi, kıpırtısız denizlere açılan kıvrımlar, ana yoldan sapmalar… Sararmış otların türküsü fısıltı halinde yolun sonundaki masmavi denizi söyler. Hani tam denize ulaşmaktan vazgeçtiğin bir anda yolun sonundan kahkaha sesleri gelir.
– Efendim babacığım, annem araba kullanıyo, söylerim arar seni. Anneee! Babam siyah atkısını soruyo.
Nesrin direksiyonu daha da sıkı tuttu, başını camdan yana çevirdi. Kelimeler dişlerinin arasında sıkı sıkı kilitlenmişti.
– Dolapta asılı. Her zamanki yerinde.
Bülent tam da annesinin istediği gibi bir damat olmuştu.
– Anneee! Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler oynuyomuş bu hafta. Bilet al…
– Alırım Alev’ciğim… Alırım…
Hemen yanındaki afişte Ferzan Özpetek’in yeni filmi İstanbul Kırmızısı. Filmin gösterime girdiğinden haberi bile yoktu. Oysa yıllar önce olsaydı…İstanbul’a geldiği ilk yıllar. Ahmet’li yıllar… Onunla beraber ne kadar çok film izlerlerdi. İstanbul nasıl da farklı görünüyordu o zamanlar. Bir akşam sinema çıkışı Ahmet “Hadi takip et beni!” demişti. Nesrin onu takip etmişti etmesine ama yol boyu kendisiyle mücadele etmişti.
Ya âşık olursam, oldum mu yoksa, ya o bana âşık olmazsa, oldu diyelim ya beni terk ederse…
Annesinin sesi kulaklarından gitmiyordu.
Kızım, Ahmet senin babanın karşısına çıkartabileceğin adam mı?
Ama anneciğim dur daha bugün ilk.
İlk mi? Ne işin var o zaman çocuğun peşinde?
Ama o kararlıydı, annesi gibi sınırları itinayla çizilmiş dar odalarda kalmayacaktı. Dar alanlarda akan derelerin nehirlere açılan, oradan da tuzlu denize ulaşan kolları olmak istiyordu. Ahmet Edirne yönünde bir yerlere gidiyordu. Ama ah o Edirne-Ankara tabelaları. Her seferinde Ankara’daki evinde mutfak masasına koyduğu fesleğen çiçeğinin kokusu düşüyordu burnuna. Bir de annesinin yüzü aynada, sesi kulaklarında.
– Ahh! Ahh! Eski günler.
– Ne dedin anne? Şarkı mı o? Annee! Radyoyu aç.
Ahmet’in evindeki o ilk gece…
Banyoda diş fırçalarını sayıyordu… Bir, iki, hadi ikiyi anladım üçüncü niye? Adam tek mi yaşıyor, yoksa eşi, çocukları da var mı? Sorular aklından gitmiyordu, bir de annesinin yüzü.
– Olur Alev’ciğim açarım tabii ki, ben senin her dediğini yaparım.
Alev gülerek bakıyordu etrafına, bir de şarkı söylüyordu.
– Ya benim istediklerimi kim yapacak sorgusuz?
– Ne dedin anne?
– Bir şey demedim.
Hafta sonu yaklaşıyordu ama Bülent’le yapılmış herhangi bir planları yoktu. Sadece gelecek cumartesi, pazar için değil, uzun zamandır hafta sonları kendi halinde sessizce yaşanıp gidiyordu. Eskiden olsaydı… Ahh o pazar sabahları!… Geç bitmiş yorgun, sarhoş cumartesi gecelerinin uyuşuk pazar sabahları. Ahmet’ten önce uyanıp, ipekli bir gecelik giyip, tekrar yatağa girerdi. Birbirlerinin heyecanını tenlerinde hissederek uyanırlardı.
Bazı geceler saat kaç olursa olsun onu arayıp, çıplak bedeninin üzerine giydiği bir manto ile ona giderdi. Böyle beklenmedik geceler ikisinin de başını döndüren sevişmeler getirirdi. Ta ki işe geç kaldığı o sabaha kadar. Bu kadar geç kaldıktan sonra otoban en kısa yoldu. Öyleyse otoparktan çıkınca sola değil sağa sapmalıydı. Hızla giderken dört yoldaki ışıklarda kırmızı yanmasaydı! Karşı yolda sanki Ahmet’in arabasını görür gibi olmuştu. Evet oydu. Arabanın içini güneş aydınlatıyordu. Ahmet yan koltuktaki kadını mı öpüyordu? Dizleri karıncalanmaya başlamış, boynundaki kazağın yakasını çekiştiriyordu.
Camı açtı, derin bir nefes geçti burnundan.
Kadın, o kadın Ahmet’in yanında oturan o kadın direksiyondaki adamla öpüşüyordu. Arabayı sağa doğru sürmüştü. Uzun süre öylece kalakalmıştı orada. Gözünden yaşlar akmayacak noktaya geldiğinde kaç dakika geçmişti farkında değildi. Sanki içi boşalmıştı. Eve geldiğinde yüzü ıpıslak, gözleri kocaman kocaman olmuşlardı. Ahmet’in ona aldığı tek hediye keman çalan kırmızı şapkalı bibloyla, biblonun resmedildiği havlu mutfakta ona doğru sırıtıyorlardı. Bibloyu da havluyu da kavradığı gibi koşar adım merdivenlerden aşağıya indi. Elindekileri çöp kutusuna fırlatıp, arkasından da bir kibrit çaktı. Tüm soruları, kaygıları göğe uzanan alevlerle birlikte yitip, gitmişti sanki.
– İşte geldik, hadi bakalım Alev koş Zeynep öğretmenine.
Güneş bahçedeki otların üzerinde parlıyordu. Mimozalar kaldırıma taşmıştı.
Okulun öğretmenler odasının penceresinden dışarıya kahve kokusu yayılıyordu. Bir de çocukların birbirine karışmış sesleri. Nesrin yüzüne vuran güneşi gülümsemesiyle selamladı. Hayattan, Alev’in dediği gibi bir güncük çalsa ne olurdu ki!
– Günaydın Mustafa Bey. Ben bugün gelemeyeceğim. Biliyorum evet… Evet bitecek, evet Mustafa Bey, lütfen güvenin bana… Tamam ama bugün rahatsızım. Rahatsızım evet…
Ben bugün patikaların çılgın rüzgârına merhaba demeye gidiyorum.
Ne güzel bir öykü yazmışsın Berna. İFSAK Blog, fotoğraf ve sinema yazıları dışında edebiyat ve kültürel yazılarıyla emin adımlarla ilerliyor. Vazgeçilmezlerimizden oldu. Güzel öykülerinin yenilerini ve de sinema yazılarını merakla bekliyoruz
Sevgiler..
Teşekkürler sevgili Tolga
Berna’cım ba-yıl-dım .😘
Ebru’cuğum beğenmene sevindim