Bu öykü, İFSAK Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları Grubu’ndan https://www.instagram.com/sema.vurucu Sema Kahraman Vurucu tarafından yazılmıştır.
. . . . . . . . . . . .
“Bu hikâyeyi yazarsanız bir gün, benden bahsetmeyin. Sadece kuşu anlatın. Çünkü kuş her şeyi gördü.”
Hayatımızı altüst eden depremden on beş yıl sonra onu göreceğimi bilmeden çıktığım bir yolculuğun sonunda gün ağarmadan tren garındayım. Eskişehir henüz güne uyanmamış. Tek tük öğrenciler geziniyor sokaklarda. İçime işleyen ayazdan bir an önce kurtulmak için adımlarımı hızlandırıyorum. İsmet İnönü caddesinde sabah serinliğinde açılan kitabevinin camına güneş vuruyor. Bu ikinci gelişim kitabevine. Sırt çantamı koltuğa bırakıp sıcak bir çayla ısınıyorum. Raflarda kitaplar çoğalmış. Kitapları incelerken gözüm caddeye kayıyor. Kısa saçlı genç bir kadın bekliyor vitrinin önünde. İncecik bedeni soğuktan titriyor. Çimen yeşili zarif bir ceket var üzerinde. Eldivensiz ellerini göğüne bastırarak, iyice sarılıyor ceketine. Vitrin camına düşen yüzüne takılıyor gözüm. İncecik bir gamzesi var, sol yanağının kenarına hafifçe ilişmiş. Sanki sadece belli belirsiz bir gülüş için oradaymış gibi…
Zihnimde bir şey kıpırdanıyor. Bir çağrışım, belki bir ses, geçmişe dair bir esinti…
Bir şey bekliyor gibi ama belki de sadece geçiyordur caddeden. İçeri girmiyor. Bana bakmıyor. Ben de bakmıyorum artık. Belki değildir diyorum. Belki de sadece bir benzerlik.
Gamze vitrinin camlarından ayırdı gözlerini.
“…gecenin zifiri karanlığı… sarsıntı…yerin en dibinden gelen bir uğultu… yok, önce sarsıntıydı, sonra ses… “Gamze!” diye bağıran biri…babam… çığlıklar… ellerim kulaklarımda… kapıya mı itti beni? Bir el, evet, bir el beni kapıya itti… karanlık… toz bulutu…içime dolan… Nefes aldım mı o an? Öksürdüm mü boğulurcasına…demirin soğukluğu…çatlayan tavandan dökülenler…. çaresizlik… kulağımda yankılanan ses “maviş, oğluşum…” demişti… sonra hiçbir şey…
…çığlıklar… gözyaşları…hastane… serum… polis… yaralılar… başka yataklar… sonra başka pencereler… başka perdeler… hep uzak… hep yabancı… suskunluk… ne söylesem düşerdi içime, kırılırdı…
gri duvarlar…yurt… sonra uzak bir ev, yaşlı kadın… “emanetsin bana”dedi …küçük oda…demir karyola…bana kelebek desenli bir çarşaf verdi, bir de pencere… hep dışarıya baktım ikindi vakitleri… sisli havalarda dışarısı kaybolurdu, içimin kayboluşu gibi… ama baharda öyle mi? güneş süzülürdü içeri…umut…

…okul sıraları… sınavlar… uzun bekleyişler… sonra o sabah… postacının gülümseyen yüzü… kazandım… “Edebiyat Fakültesi” yazıyordu kağıtta… Eskişehir…uzak şehir… yeni başlangıçlar…yeni evler, sokaklar… içimde hep aynı evin yıkıntısı…
bavulum…raylar…tren penceresinden gördüğüm hayatlar… masmavi gökyüzü… vagonların uğultusu…ikindi kuşlarının sesini duydum mu o gün …. Hatırlamıyorum… ama kafamın içinde bir kuş öttü…”

Kitabevinin kapısı sürekli açılıp kapanıyor. Üniversite öğrencileri, yaşı geçkin edebiyat meraklıları soğuktan kaçarcasına kapıdan süzülüyorlar. Soğuk nefesleri sıcakla temas edince ince buhar halinde uçuşuyor havada. Kapı açılıp kapandıkça keskin bir soğuk dalgası sızıyor içeriye. Kitaplarım söyleşi salonunda yan yana dizili. İlk söyleşide duyduğum heyecan kadar olmasa da yine kalbimde kelebekler uçuşarak oturuyorum masaya. Karşımda merakla bekleyen gözler.
“En çok nelerden etkileniyorsunuz?” diye soruyor kır saçlı bir amca.
Yorgun gözlerine bakarak gülümsüyorum. “Hayatın gerçeklerinden, ama en çok da suskunluklardan.”
Gözlerim sözlerimin yarattığı etkiyi görmek için salonda gezinirken çimen yeşili cekete değiyor, sonra incecik gamzeye. Sabah vitrinin önünde gördüğüm genç kadın. Adını söyleyemiyorum ama kalbim yerinden çıkmış çocukluğuma koşuyor. O gözler, başını yana eğişi, gözlerini kısışı… O ev, yaşadığımız o karanlık gecenin suskunluğu. Şimdi burada, bu uzak şehirde, depremin yıkıntıları arasında durur gibi duruyor karşımda. Aniden ayağa kalkıyor.

“Yazmak istediğiniz bir karakter?”
Sesini belleğimin imge yığınından çekip çıkarmak istercesine duraklıyorum.
“Bir kuş,” diyorum. “Mavi bir muhabbet kuşu.”
Bu cevabı bekliyormuş gibi gözlerini kısıyor, başını yana eğiyor. Bir kuşun kanadından düşen kelimeyi fısıldar gibi soruyor:
“Kuşun adı Maviş mi?”

Zaman yavaşlıyor. Salondaki uğultu artıyor. Aramızda sessizlik değil, geçmişin ağırlığı asılı. İçimin derinliklerinden gelen boğuk bir sesle adını mırıldanırken, sesim neredeyse bir fısıltıya dönüşüyor.
“Gamze…?”
Sarı toz bulutunun yıkıntılar arasında dolaşan o uğursuz sessizliği. Yıllardır kabuslarıma sızan karanlık…
“Ben o günden sonra çok az konuştum bu hikâyeyi,” diyor. “Ama hiçbir zaman unutmadım.”
Sahne artık sadece ikimizin sesiyle dolu. Salondaki herkes silikleşiyor.
“Neden hiç yazmadınız?”
“Cesaret edemedim.” diyebiliyorum sadece.
Gülümsüyor. Gülüşü, sol yanağına saklanan eski bir çocukluk.
Bez çantasından küçük bir defter çıkarıyor. Ağzında mendili, mavi bir kuş çizili…
“Unutmamak için çiziyorum onu” diyor.
“Bu hikâyeyi yazarsanız bir gün, benden bahsetmeyin. Sadece kuşu anlatın. Çünkü kuş her şeyi gördü.”
Kuş içimde bir yerde ötmeye devam ediyor.

Bize Ulaşın