Arabesk Üzerine Çeşitlemeler

/

BİR

1 Ocak günü, yeni bir yılın tuhaf bilinmezliğiyle günü soluyarak yazımı yazmaya başladım. Her şey olması gerektiği gibiydi. Usulca Deezer’ın dingin akışına bıraktım kendimi. Bu programın yapay zekâsının benim müzik keyfimi başarıyla analiz ettiğini biliyordum. Listesine hiç itiraz etmedim. Serin kanlılıkla dinlemeye başladım. Gerekçesini de açıkladı, bu müzikleri dinlediğim için bunları da seçtiğini söyledi; makul ve mantıklıydı. Biraz rocktan sonra, barok müziğe geçtim. İyi bir analiz yapmıştı. Hissettim. Çevremde tercihlerimi ciddiye alan ve bana ona göre davranan biri var diye mutlu oldum. Evrende yalnız değildim. O da…

Her yılın başında kendim için kararlar alır, bir önceki yılın muhasebesini yaparım. Yaşamıma girip çıkan insanları, verdiğim kararların ne kadarını uygulayıp uygulayamadığımı kendi gözlemlerim üzerinden analiz ederim. Sevinçlerimi, üzüntülerimi; kazançlarımı kayıplarımı düşünürüm. Konuları unutsam da yılın sonunda adeta bir reçel kavanozunun dibinde kalan tortulara bakarcasına küçük bir özet yaparım. Görülüp unutulan ve insanın üzerinde tuhaf etkiler bırakan rüyaların ördüğü bir gecenin sabahındaymış gibidir her şey. Uyandığımız her sabahı ömrümüzün ilk sabahı gibi hissederiz. Yeni olay, durum, haber ve başlangıçlara açıktır kalbimiz. Piyangodan yine bir şey çıkmamıştır.

Bu yıl aldığım kararların başında, teknolojiyi biraz daha ciddiye alarak onunla iddialaşmamak da vardı. Yıllar boyunca yaptığım meslekler arasında radyo yayın yönetmenliği ve program yapımcılığı gibi görevlerim de olsa radyo dinlemekten pek hoşlanmam. Araba kullanmadığım için de radyodan fazla bir beklentim yoktur. Yani dinleyeceğim müziği hep kendim seçmek isterim. Bazılarını diğerlerinden daha fazla sevsem de, caz, klasik, rock, etnik diye müzik türlerini birbirinden ayırmam. Bazen bir Türk Sanat Müziği eserinin makamı ya da bir türkünün derinlere işleyen sözleriyle başka coğrafya ya da zamanlara giderim. Önemli olan yolculuk ve yolda hissettiklerimdir.

Kendimi akışa bırakmak yerine, onca yoğunluğuma rağmen hiç üşenmeyip günde 18 uzunçaları dinlemişliğim dahi vardır.Plağı kabından çıkartmak, kadife ile tozunu almak, plağı pikaba yerleştirmek, kolu indirip iğnenin temasını görmek, ilk çıtırtıları duyduktan sonra müziğin başlaması, birinci yüz bitince ikinci yüze geçmek, aynı işleri bir kez daha yinelemek, bazen plak takıldığında birkaç tur onu ileri almak; müziğin kulağa ulaşmasında izlenilen macera dolu yoldur. Bir dizi işlemle teknoloji, duyma, biyoloji, müzik ve hifi tarihi üzerinden ruhumuzu müzikle sağaltırken, aynı zamanda da neden ve sonuç ilişkisini anlayıp mekanik süreci görmek heyecan vericidir. Asla üşenmemeli insan. Aynı heyecan, negatif film-karanlık oda günlerimizde de mevcuttu.

İKİ

Bilimdeki gelişmelerin sonucunda,insanlığın da ona koşut bir biçimde ilerleyeceği beklenmiyor. Hatta insan kendisine o iki numara büyük gelen teknolojinin altında ezilip kalıyor. Sadece dar ayakkabı vurmaz ayağı… Uygarlığın ilerlemesiyle ilgili güzel haberler alıyoruz sürekli. Bu amacını ve talebi aşan ilerleme nereye kadar sürecekti? Bu yazıya başladığım günlerde kendimi ne kadar iyi hissetsem de yeryüzünün felaketlere gebe bulutları sürekli üzerimizde dolaşıyordu. Tedirgin ruhlarımızın gölgesi bize yoldaş olmuştu. Teknoloji geliştikçe biz doğaya arkamızı döndük; ona borçlandık.

Herkesin özel televizyonu var artık. Ün kucak kucak dağıtılıyor ekranların üzerinden. İnsanlar akıllarına gelen her şeyi tartmadan söyleyebiliyorlar. Durum böyle olunca, bilgisi görgüsü eksik olan herkes sahnede kendi şovunu yapıyor. Zaman artmasına rağmen bilgi geride kalıyor. Bu bilinçsiz eylemler diğer insanları da kışkırtarak büyük sorunlara yol açıyor. Kültür, muhakeme, hoşgörü ve akıl yürütme önemini yitiriyor. Bellek zayıflıyor ve sonra anıları dahi tutamayacak hale geliyor.

Hafıza anında hatıraya dönüşüyor. En değerli olan birden çöp oluyor. Böylesi bir durumda insan hayatını nasıl sürdürecek, geleceğe dair yatırımını nasıl yapacaktır? Bu bir felsefi sorundur ve felsefe dersi okul kitaplarından bile çıkartılmıştır. Sadece felsefe mi; sosyoloji, mantık, psikoloji, ticaret, iş bilgisi dersleri de yok artık. Çocukluktan hatırladığımız yardımcı kitaplardan birinin adı “Düşün Yap” idi. Şimdi “yeter ki yap, sonra düşünürsün” çağı. Günümüzde tüm bunların yerini cin-peri hikayeleri ve safsatalar almıştır.

Bilinçli eylem düşüncenin daima bir adım önünde gider. Ahlak ve erdemi zırh gibi kuşanmış olan insan, edindiği yeni bilgilerle kendi macerasını yaşamak üzere yola çıkar. Bu durumda hazırlık aşaması, alınacak yoldan daha çok önem taşır. Oysa günümüzde teknoloji akıldan önce ama duygudan sonra hareket ettiği için artık önümüzde yer alan o koca boşluğu kapatma olasılığı kalmamıştır. Bilgili insanın kederi günümüzde giderek artmakta, cahillerin içinden fırlayan kötü ruh, yapılan her olumlu eylemde savunmasız bedenlere musallat olmaktadır.

Erdemli insan, önünde uzanan yeni yollara çevresindeki cahiller yüzünden tedirginlikle girecektir. Yine de ilgisi, sezgisi ve tecrübesi ile kendine uygun olan rotada yürümeye devam edecektir. Evrim, her zaman olduğu gibi bilgi kültür ve insani gereksinimlerin ışığında ilerleyecektir. Ana sorun, insanın varlığını huzurlu bir biçimde sürdürebilmesidir. İnsanın yaşamsal anlamda temel ihtiyaçları -emeğinin karşılığı olarak- giderilmeden, uygulanan siyasi stratejilerin başarılı olması olanaksızdır. Günümüzde binlerce şaklabanlığı içeren fotoğraf da özüne ve eski günlerindeki saflığına dönmek için her fırsatı değerlendirecektir.

ÜÇ

Aslında herkes ilgi çekmek ve böylece bütünden kopmak ister. Freud’un keskin gözlemleri sonucunda oluşturduğu görüşleri, bunun nedenlerini başarılı bir biçimde açıklar. İçine düşülen boşluk, çaresiz bireye her şeyi yaptırır. İster doktor, ister işçi, ister sanatçı, ister siyasetçi olsun, insan ilgiyle yaşar. Aslında özünde hep sevilsin ister. Tanrı sevgisi, aile sevgisi, sanat sevgisi; sevgilerden örülü ağlarla kuşatılmıştır insan. İlgi çekmek ve sevilmek, en büyük konforudur insan yaşamının. Eksikliği sadece bireyi etkilemez, linçten teröre kadar negatif tabanlı toplumsal hareketlerin sebebi de olur.

Üreten insan sağlıklıdır. Tüketimin değerini herkesten iyi bilir. Sanatsal tüketim, bireyin temel ihtiyaçlarından hemen sonra gelir. Bilginin verdiği güç kültüre dönüştüğünde insanın en önemli donanımını oluşturur. Bu yüzden insan kitap okur, film izler, konsere gider, müzik dinler, fotoğraflara bakar. Bütçesinin bir bölümünü bireysel aydınlanma yolunda harcar. Emek ile hakkının kesiştiği alanda varlığını sürdürür.Yaşamın hiyerarşisi içinde liyakat ile yükselir. 3’e alıp 5’e satma derdine düşmeden üretimin saygın bir parçası olmaya özen gösterir.

Günümüzde kapitalizm, nesneler ve yaratılan sanal dünya üzerinden bireysel medya araçlarıyla büyük bir pazarlama faaliyetine giriyor.  Yeni alanlar, platformlar açılıyor. İlgi başka tarafa çekiliyor. Hırsızlar ya da tırnakçılar gibi çalışıyor stratejistler. Biz başka bir yere bakarken ruhumuzu çekip alıyorlar. Gencecik bekar hanım kızlar, henüz hayatı tanımadan, uzman psikolog başlığı altında evlilik terapistliği yapıyorlar. Fizyoterapistler en olmadıkları yerlerine telsiz mikrofon yerleştirdikleri taytlı kadın hastalarını erotik pozlar eşliğinde kütürdetiyorlar. İzleyiciyle birlikte her üç taraf da bu seansın sonunda acayip rahatlıyor. Ekranlara sinekler gibi yapışan pis sakallı ağa tavırlı delikanlılarda argo sözlüklerinden ödünç alınmış yakası açılmadık küfürleriyle varlıklarını sürdürüyorlar.

Yanlış vurgularla kelimeleri telaffuz eden bir sürü yeni yetme de yemek tarifleri veriyor ya da gittikleri lokantada çok basit cümlelerle yedikleri yemeği izleyicilere anlatıyorlar. Yaptıkları videolarda kaydadeğer hiçbir şey yok. 20-30 cümle ile dertlerini anlatmaya çalışıyorlar. Blogger ya da vlogger isimleri altında mitoz bölünme ile çoğalarak meslek grubu oluşturan bu insanlar, günümüzde yüksek okul bitirip farklı işlere giren birçok insandan daha az çalışarak daha fazla para kazanmaktalar. Kötüye özenen çok oluyor, işte bu yüzden “Kötüler öğretmenimizdir” diyor ve ekliyoruz: “İyiler de”…

Peki, fotoğraf ve onun sosyal medyadaki kullanımında durum çok mu farklı? O fiyatı göze almak koşuluyla en pahalı cep telefonlarına sahip olanlar, ünlü birer yönetmen gibi hissediyorlar kendilerini. Görmenin verdiği yetki ile bazen dural fotoğraflar bazen de hızla devinen videolar eşliğinde anlatmaya çalışıyorlar meselelerini. Neredeyse tümünün koca bir sanat tarihini bir yana atıp post modern yakın geçmişimizin “kitsch” ve hoyrat örnekleriyle yüzleşmeye çalıştıklarını görüyoruz.

DÖRT

Alanlarında en üst mertebelere gelenler, çalınmış sorularla taçlanan özgeçmişlerini ne kadar ve nasıl sürdürebilirler?… İnanmadıkları değerleri ne şekilde ve hangi gerekçeler üzerinden savunurlar? Kariyerleri boyunca hangi hileli terazilerin topuzları, hangi gösterişli otomobillerin stepneleri olurlar? Dünya güneşin çevresinde bir kez dönerken, onlar çıkarlarının yörüngesinde kaç tur atarlar? Gerçekten de bir tırtıl ile bir kelebek, aynı kozadan mı gelmektedirler? Ve neden biz birine çekinerek, diğerine hayranlıkla bakarız. Güzel olanda ölümü görmek, bizim en büyük özelliğimiz midir?

Bir yandan yapay zekânın ürettiği akıl oyunları, diğer yandan Tanrı’nın adını çıkarları doğrultusunda kullanan iki yüzlü insanlar yeni felaketlerin tetikleyicisi oluyorlar. Adına lanet dediğimiz tüm uğursuzluklar, aslında yeryüzünün geçici konukları olan insanların dünya ile girdiği mücadeleden, inatlaşmalarından kaynaklanıyor. Teknoloji çaresiz kalıyor, uzun vadede bilge doğa daima kazanıyor. Tıpkı en sonunda kumarda masanın kazanması gibi. Dünya zaten yavaş yavaş verdiği toprakları hızla geri alıyor ve bizlere Mad Max çağının sadece tek yönlü gidiş biletlerini veriyor.

Günümüzde sanat, yaralarımızı ne kadar sarabilir, hastalığımıza ne şekilde ilaç olabilir? Bizi içine düştüğümüz umutsuzluktan çıkarabilir mi? Sanatta en tehlikeli şey üretimler arasındaki ortak dildir. Bu ya yetersiz bireylerin toplu hareketi ya da özgün bir eserin başkaları tarafından kopyalanması ile oluşur. Sanat yapıtı onu üreten kişinin bir tasarımı olarak kabul edilir ve biriciktir. Oysa artık yaratıcı süreç, internet üzerinde yapılan seyahatlerle farklı bir yorum kazanmıştır. Herkes hoşuna gideni taklit etmeye başlamış ve sanat anonim bir noktaya doğru gitmiştir.

Bir arkadaşım yakın geçmişte gittiği ve 15 kişinin katıldığı bir karma serginin açılışından sonra beni aramış ve bu sergideki tüm fotoğrafların iki ya da en fazla üç kişinin elinden çıkmış gibi göründüğünü söylemişti. Haklıydı. Herkes birbirine çok benzeyen fotoğraflar çekmişti. Çünkü etkilendikleri yabancı kaynaklar ortaktı ve erken dönemde oluşturulmuş bu otoriteler, insan bakışındaki özgünlüğü hiçe sayarak fotoğrafçıları belirli bir yöne bakmaya, seçilmiş bir tekniği kullanmaya zorluyorlardı. Evinden kaçan herkes bu tuzağa düşmüştü sonunda.

Sanatı folklordan ayıran en büyük özellik, tüm önemli figürlerin bireysel olarak gerçekleştirilmesinde yatar. Tersi sanatın ölümü olur. Akımlar ve ekoller, biçimden çok, ortak bir anlayış doğrultusunda aynı zaman periyodu göz önüne alınarak ortaya çıkmıştır, yoksa aynı işi yapan insanların varlığıyla değil. Mensubu olduğumuz topluluğun adı, bütün kutsal kitaplarda “iyiler ve kötüler” diye iki kategoriye ayrılmış “insan” olarak geçiyor. Şeytan da bir melekti; unutmayalım. Fotoğrafa da ilk çıktığında şeytan icadı demişlerdi. Erdem, ahlak ve vicdan daha ne kadar yedek kulübesinde bekletilecek? Önünüzü kesenler, zamanında yol verdiklerinizdir; unutmayalım.

BEŞ

Dil, öncelikle sanatçının ürettiği eserlerde kendini gösterir. Ardından sanatçılar, dönemi, ekolü ve çağdaşları ile karşılaştırılırlar. İzlenimcilik akımı altında toplanmış ressamlarının resimleri, ortak zaman diliminde yapılmanın dışında birbirlerine ne kadar benzerler? Bir Cezanne ile Monet resmi arasındaki ortak noktalar nelerdir? Degas ile Renoir aynı yere baksalar bile ayrı biçimde tuvale aktarmışlardır izlenimlerini. Unutulmaması gereken tüm karşılaştırma ve isimlendirmelerin gelecekten, geçmişe bakışla mümkün olduğudur.

Yazgısı, acılarla paspartulanmış ülkemizin 1950’lerin ikinci yarısından bu yana hâkim olan ana akımı arabesk, bugünkü biçimiyle post-arabesk adı altında eylemlerini açıklıkla sürdürmektedir. Eskiden çaresiz acıları kendine meze yapan arabesk, bugün çareler arasında kısılmış insanı yeniden biçimlendirme çabasına girmiştir. Başlangıçta bir dışavurum yolu olarak müzik üzerinden kendine yol bulan arabesk, var oluşunu yeni yapılanmaların içinde sürdürmektedir. Bir zamanlar, bir aşkı dahi yeşertmeye gücü yetmeyen Anadolu genci, şimdi Çin üretimi motorunun üzerinde ev konforu taşıyan son model Japon motorlarına sahip olmanın planlarını yapmaktadır.

Eskinin gecekondu hayalleri, şimdi Boğaz’ın hangi yakasında bir yalıya sahip olunacağı düşüncesiyle yer değiştiriyor. İleride alacağı jipinin bırakın marka ve modelini, rengini bile hazırlıyor zihninde. Eski Türk filmlerinde sunulan, pavyonda fedailik ya da bir takside şoförlük yaparak ailesini geçindirmeye çalışan, diğer yandan da sevdiği kızla evlenme planları yapan mert delikanlı, şimdi haftalığını usta bir jonglör edasıyla akıllı telefonu üzerinden kazanca çeviriyor. Kendisine, borsadan sahip olduğu hisselere gelen yükseliş uyarısı, sevdiğikızın gönderdiği mesajlardan daha çok heyecanlandırıyor onu. Geceleri uyku tutmuyor, içindeki kazanma sevincinden…

Oysa 70’li yılların ikinci yarısından itibaren bizi de fotoğraf uyutmazdı. İkinci el makineleri tanıtan eski bir İngiliz fotoğraf dergisi bulsak, bizden mutlusu olmazdı. Renkli filmlerimizin baskısını fotoğraf laboratuvarının kapısında beklerken, gittiğimiz sergi açılışlarında ustaları gözlemlerken, karanlık odada ilk fotoğraflarımızı basarken, girdiğimiz yarışmalarda ödüller alıp açılışlarda yeni fotoğrafçı arkadaşlar edinirken, geçmişin puslu aynasında heyecanla titrediğimizi hatırlarız.

Özellikle fotoğrafın işi, fotoğraf makinesine görünen, onun bakış açısına giren objelerin egemenliği ile ilgilidir. Oysa insanlar, düşünceleri ile sonuç yapıt arasındaki boşluğu görünür kılmak için fotoğraf yapmaya başladıklarında gerçek trajedi oluşur. Çok azı aradaki uçuruma yuvarlanmadan kurtulur. Fotoğrafın dili, aslında sanat tarihi ile sınırlandırılmış, görsel sanatların bir alt dilidir. Fotoğrafı, şiir, resim ya da müzikten ayıran en önemli nokta, yalnızca o kesitte bir kereliğine yaşanan unutulmaz andır.

Fotoğraf bir kavram değil, görünen üzerinden bir fotoğraf makinesi aracılığıyla görüntüyü saptayarak biçim bulan bir eylemdir aslında. Fotoğrafın kavramsallığı, kuramsal düzlemde farklı disiplinler üzerinden ona yapılan bakışta, sadece dil düzleminde ortaya çıkan yeni bir alan açma denemesindedir. Fotoğraf, düşüncenin de ötesinde bir eylem, bilinç dışında yaşanan bir “erme” halidir.

Bildiğimiz bir şey varsa, o da geleceğe kalacak fotoğrafların, hâkim görüşe pey vermeyen fotoğrafçıların işleri arasından çıkacak olduğudur. Sanat tarihi ve fotoğrafın kısa tarihi, yürekle oluşturulmuş ve insani değerlerle kuşanmış bu fotoğrafları bağrına basmak için heyecanla beklemektedir. Öyleyse: “Batmasın bu dünya!” ya da “Yaşasın fotoğraf!”.

Fotoğraflar: Serkan Çolak

@serkanncolak

www.serkancolak.art

1963 yılında İstanbul’da doğdu. M.S.Ü. Güzel Sanatlar Fakültesi Fotoğraf Ana Sanat Dalı’nı (Lisans) 1985, Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü Fotoğraf Ana Sanat Dalı’nı (Yüksek Lisans) 2001 yılında bitirdi.

Farklı konularda yayınlanmış 15 kitabı bulunan Merih Akoğul, Türkiye’de ve dünyanın çeşitli ülkelerinde 30’un üzerinde fotoğraf sergisi açtı, grup sergilerine katıldı. Fotoğraf sanatı ve kuramı konularında çalışmalar yaptı. Seminer, sempozyum ve açıkoturumlara katıldı, bildiriler sundu, paneller yönetti, seçici kurullarda yer aldı. Reklam sektöründe yazar olarak çalıştı. Çeşitli özel kurumlarda eğitmenlik, özel radyolarda kültür ve sanat programları, televizyon programlarında sanat danışmanlığı yaptı.

Edebiyat, fotoğraf kuramı, plastik sanatlar ve müzik üzerine yazıları ve eleştirileri birçok gazete ve dergide yayınlanan Merih Akoğul, 2003 yılının yaz döneminde Avusturya Başkanlık Sanat Dairesi tarafından verilen bursla çalışmalarını Viyana’da sürdürdü. Çeşitli müze ve özel koleksiyonlarda yapıtları bulunan Akoğul, 27 yıldır Türkiye’nin önemli üniversitelerinde (Marmara Üniversitesi, Kadir Has Üniversitesi, Bahçeşehir Üniversitesi, Yeditepe Üniversitesi) fotoğraf dersleri vermiştir.

İstanbul Modern Müzesi Fotoğraf Bölümü Danışma Kurulu üyesi olan Merih Akoğul, aynı zamanda da Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde eğitmenliğini sürdürüyor. 2010 yılından 2021yılına kadar Eczacıbaşı Fotoğraf Sanatçıları Dizisi kitaplarının editörlüğünü yaptı. İFSAK Blog ve Gezgin Foto dergisinde köşe yazarlığını sürdürüyor.

Seçilmiş Kişisel Sergiler

2022 “Caz Zamanı” Avusturya Kültür Ofisi, İstanbul
2016 “Montreal’de Bir Mevsim, Galeri Işık
2013 “Tenha Vakitler”, ArtGalerim Nişantaşı, İstanbul
2011 “Kayıp Ruhlar”, ArtGalerim Nişantaşı, İstanbul
2010 “İç İçe İstanbul”, Fototrek, İstanbul
2008 “Standards”, PG Art Gallery, İstanbul
2007 “Sanki”, Leica Gallery, İstanbul
2006 “Geçen Yaz Viyana’da”, Palais Porcia Kunst Raum, Viyana
“Siyah Beyaz Afyonkarahisar”, Fevzi Çakmak Sanat Galerisi, Afyonkarahisar
“Avusturya 2006”, Avusturya Kültür Ofisi, İstanbul
2005 “Bit-ki”, PG Art Gallery, İstanbul
“Yolda”, Avusturya Kültür Ofisi, İstanbul
2004 “Otuz Kuş”, PG Art Gallery, İstanbul
“Geçen Yaz Viyana’da”, Fotografevi, İstanbul
2003 “Güzergâh: Edebiyat”, Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi, İstanbul
2002 “Başarmak”, Fotografevi, İstanbul
2001 “Klasikler/Neo-klasikler”, Fotoğrafevi, İstanbul
“Aşkküre”, Bedri Rahmi Eyüboğlu Sanat Galerisi, İstanbul
1999 “Bronz Askerler”, Fotografevi, İstanbul
1998 “Dönüşümler”, Art Shop, İzmir
“Filim”, İMKB Sanat Galerisi, İstanbul

Yayınlar

2021 “Ağustos” (şiir)
2016 “Montreal’de Bir Mevsim (fotoğraf)
2014 “Gece / Şarkılar” (şiir)
2007 “Sanki” (fotoğraf)
2006 “Siyah Beyaz Afyonkarahisar” (fotoğraf)
2005 “Türk Fotografçıları Kütüphanesi 22/Merih Akoğul” (fotoğraf)
“Bit-ki” (fotoğraf)
“İkizim Söyledi Ben Yazdım” (deneme)
“Saklı Günlükler” (çocuk edebiyatı)
2004 “Geçen Yaz Viyana’da” (fotoğraf)
2002 “Başarmak” (fotoğraf)
2001 “Klasikler/Neo-Klasikler” (fotoğraf)
1999 “Klasikler” (fotoğraf)
1995 “Kuğunun Ölümü” (şiir)
1992 “Son Dokunuş” (şiir)

Küratörlükler

2019 “Yolda” (Türkiye’de Gruplar), Fransız Kültür Merkezi, İstanbul
2019 “Fotoğrafın Doğası”, Artweeks Akaretler, Akaretler No:45, İstanbul
2018 “Yıldız Moran: Bir Dağ Masalı”, İstanbul Modern, İstanbul
2017 “Beni Bul” / Otoportreye Çağdaş Dokunuşlar, Akbank Sanat, İstanbul
2016 “Poz”, PG Art Gallery, İstanbul
2016 “İnsan İnsanı Çekermiş”, İstanbul Modern, İstanbul
2013 “Bir Zamanlar”, Fotografevi, İstanbul
2012 “Mekânın Doğası”, Hilpark Suites İstinye, İstanbul
2012 2. Bursa Fotofest / Uluslararası Bursa Fotoğraf Festivali
“İnsanlığın İzleri” (Sanat yönetmeni, şef küratör)
2012 “Gidilmemiş Zamanlar”, Hilpark Suites İstinye, İstanbul
2011 1. Bursa Fotofest / Uluslararası Bursa Fotoğraf Festivali
“Karşılaşmalar” (Sanat yönetmeni ve şef küratör)

Eczacıbaşı Fotoğraf Sanatçıları Dizisi (Editörlük)

2021 Yusuf Tuvi
2020 Lütfi Özkök
2019 İbrahim Zaman
2018 Ergun Çağatay
2017 Yıldız Moran
2016 Ersin Alok
2015 İzzet Keribar
2014 Sabit Kalfagil
2013 Sami Güner
2012 Ozan Sağdıç
2010 Şakir Eczacıbaşı

1 Yorum

  1. Melih Hoca’m, gene farklı ve bizi farklı olmaya zorlayan bir yazı olmuş. Teşekkürler…

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Son yazılar: Kültür Sanat

Geçerken Uğradım

Fotoğrafçının Tanıklığı Bir zamanlar hepimiz,  bir biçimde kazınmış fotoğrafların gölgesinde uykuya dalmış, uyandığımızda açılmış zihnimizle yolumuza…