Geçtiğimiz günlerde, Malezyalı fotoğrafçı Edwin Ong Wee’nin, “çocuklarını metanet ve umutla sıkıca tutan Vietnamlı bir annenin” portresi ile HIPA adlı organizasyondan aldığı ödül tartışmalara neden oldu. Tartışmayı yaratan şey ise çekilen fotoğrafın “sahne arkasını” gösteren ikinci bir fotoğraftı.
Bu fotoğrafta gördüğümüz ise, ısrarlı bir grup fotoğrafçı ve fotoğrafçılar karşısında sadece geleneksel kıyafetleri içinde “yoksulluğu” ve bu yoksulluğu çağrıştıran bağlamları ile anlam bulan ve belki, tam da burada varlığının tüm anlamlarını yitiren, sırtında ve göğsünde taşıdığı iki çocukla saldırıya uğramış halde poz vermeye çalışan, hikayesini bilmediğimiz bir kadının çaresizliğiydi.
“çocuklarını metanet ve umutla sıkıca tutan Vietnamlı bir annenin” portresi
Zaman, mekan ve ortaklaştırabileceğimiz bir sahne birlikteliği taşıyor olmalarına rağmen iki temsilin karşılıklı okuması ile ortaya bir anlam uçurumu çıkıyor.
Bir araç olarak fotoğrafın “gerçekliğin” güvenilir bir belgeleyicisi olduğu paradoksunu dolaylı olarak yeniden önümüze koyuyor bu fotoğraflar.
Bu noktada, yorumlama ya da dönüştürme gücü ile “görünür gerçekliği” indirgeyen, imgeleştiren fotoğrafın arkasındaki gözün varlığı önem kazanıyor. Bu göz dünyayı nasıl görüyor ve gösteriyor?
Göz; belli bir sosyal, kültürel, politik, estetik ve ideolojik bilincin ürünü olarak seçerek bakar dünyaya ve fotoğraf aygıtının yardımıyla bu bakışı/görme etkinliğini sabitler. Burası mühim zira bilinçli bir görme pratiği kendinden başlayarak sorgular, fark eder, alanlarını sınırlarını belirler, iletişim kurar, yine sorgular, değişir, dönüşür, keşfeder vs. Burada benlik her zaman bir ötekiyle mündemiçtir. Aksi bir varolma halinde bakışın kendisi zamanın ruhuna teslim eder kendini. Vaadedilmiş egzotik görüntünün yeniden ve yeniden keşfi.
Wee, olabildiğince naif ama bir o kadar niçin, nasıl, neden orada olduğunu gizleyen kıvrak savunuşunda şunu söylüyor bize:
Vietnam gezisinde fotoğrafçılar olarak pirinç tarlalarına gittik. Orada, yanımızdan kucağında çocuklarıyla bir anne geçiyordu. Ona fotoğrafını çekip çekemeyeceğimizi sorduk. Kendi isteğiyle kütüğün üstüne oturdu; fotoğraflarını çekmemize izin verdi. Biz asla ne yapıp yapmayacağını ona söylemedik. Fotoğraf çekimi sonrası, biz oradan ayrıldığımız ana dek kadın hala orada oturuyordu. Kaldı ki fotoğrafımın ham ve editlenmiş halini yarışma jurisine verdim. Bu büyük bir yarışma, ham ve editlenmiş fotoğrafa baktıktan sonra jüri ödül veriyor.
Bir grup fotoğrafçı ile oradan geçerken tesadüfün bir hediyesi olarak sunulan fotoğrafın “ham ve editlenmiş hallerinin aynı olması sonucu” hangi ölçüt ve derecelendirmede ikna edici bir kıstas doğuruyor?
Bana öyle geliyor ki ikinci fotoğrafla faş eden ve bizi son derece rahatsız eden şey; görüntülenen ile kendisi arasına bir perde çeken fotoğrafçının karşılaşma anında yinelenen eşitsiz ilişkinin, iletişimin doğurduğu samimiyetsizlik. Fotoğraf çekenlerin zoom lenslerinin odak uzunluğunca kadın ve çocuklarla aralarına koydukları mesafe işte tam da bu görme biçiminin sınırını işaretliyor gibi.
Sahne arkası fotoğrafı dehşet verici. Ne yazık ki, benzer örnekler çoğalarak “normal” bir durum gibi de algılanıyor, ki bu daha dehşet verici. Eline sağlık Ali.
👍🙏🙋🏻♂️