Varoluşun Sınırlarında
Sartre öldü.
İmza: Tanrı
1980 yılıydı ve bizim kuşak, bu başlığı birçok gazete ve dergide gördüğünde Jean Paul Sartre için geride kalan nesneler artık bir anlam ifade etmiyordu. Yaklaşık bir sene sonra, pipolarımızın dumanı, Çorlulu Ali Paşa Medresesi’nin avlusunda fokurdayan nargilelerle sarmaş dolaş olduğunda, Orhan Hançerlioğlu’nun Düşünce Tarihi ile başlayan varoluş serüvenimiz, Sözcükler ve Bulantı ile sürmüştü. Sonra, külleri bir yaz günü, Sivas’ta gökyüzüyle buluşan Asım Bezirci’nin çevirdiği ve Yazko tarafından yayımlanan, 70 TL etiketli Varoluşçuluk kitabı da genel kültürümüz için yararlı olmuştu.
“Nesnelerin bir ters yüzü vardı, insan aklını kaçırdığı zaman bunu görürdü…” Sözcükler’i art arda sıralandığında, genç ruhların üzerinde inanılmaz etkiler yapıyordu. O günlerde insanların inanacakları daha az şeyi vardı. İtalik yazıların gelecek için ne kadar önemli olduğunu biliniyordu. Güzel bir geçiş dönemi yaşıyorduk. Bilginin karanlık hocaları, ortalığı bu denli bulandırmamışlardı. Bizler de, önümüze gelen her nesneyi tanımaya çalışıyor, hepsine en az bir kez dokunduktan sonra, zamansız yakalanmış balıklar misali yeniden suya bırakıyorduk. En azından, kağıt ve kalemin, yaşam yolculuğunda yanımızdan asla ayrılmayacağını biliyorduk. İşte, tam bu günlerde tanıştık varoluşçuluk ile.
“İnsan faydasız bir tutkudan ibarettir.”
Sartre bize, insanın varlık bağlamında her şeyden önce geldiğini öğretti. İnsanı bir kez de onun potasında erttik, onun imbiğinden süzdük. Hoş, biz bu bilgiye genetik bir kod olarak yüzyıllardır sahiptik ama, onun ısrarcı tutumu ve usta yinelemeleri sonucunda bir daha düşündük. Bilimle felsefenin tam sınırında fakat sanatın kollarındaydık.
Yıl 1946. Varoluşun özden önce gelip, Tanrı ile köşe kapmaca oynadığı günlerden birinde, Sartre elinde piposu, Paris’te bir köprünün üzerindedir. Karşısında kim olduğunu bilmediğimiz, arkası kameraya dönük bir adam görülmektedir. Hava soğuktur. Boynunda atkısı ve üzerinde yakası kürklü, büyük düğmeli paltosu vardır. Karşısındaki adam ve de şehrin netsiz görüntüsü arasına sıkışmış gibidir. Sartre, koca çerçevenin içinde net olan tek şeydir; soğuk ve sisli günü bir bıçak gibi yarmaktadır.
Göz, ifadenin oluşumunda en önemli rolü olan belirleyici özelliktir. Sartre’ın çocukluğunda geçirdiği bir hastalık sonucunda (Sağ gözünde kısmi körlüğe neden olan lökoma’ya yakalanmıştır.) şaşı bakmaya başlamıştır. Gözlerinin fiziksel yapısındaki bu değişim, o günden sonra Sartre’ın karşısında duranların nereye bakacakları konusunda bir tereddüt yaratmıştır. Cartier-Bresson da bu ânı fotoğrafa dönüştürürken aynı problemini yaşamıştır.
Sartre, dünyayı herkesten farklı algıladı. Sıradan ölümlüler için detayda kalan birçok görüşü, bir üst katmanda ele alarak gündem oluşturdu. Dile olan hakimiyeti ve kuşak farklarını kaldıran felsefi yaklaşımları ile kitleleri etkiledi… Cartier-Bresson, Sartre’ın tüm bu özelliklerini yakından biliyordu ve ünlü filozofun felsefesini fotoğraflamayı denedi. Dünyanın birçok ülkesinde, birçok görüntüyü kendisine mülk edinmiş olan Cartier-Bresson, Sartre’ı çektiği günlerde yavaş yavaş Fransa’nın ve dünyanın en önemli fotoğrafçılarından biri olma yolunda ilerliyordu. Konusunda uzman, iki dehanın ilginç bir karşılaşmasına tanık oluyordu, üzerinde durdukları bu köprü…
Bresson, Sartre’ın fotoğrafını, karşısında sıradan bir adam duruyormuşçasına çekti. “Varoluş özden önce geliyordu”. Şu an yaşanan an vardı. Fotoğrafçı ânı durdurdu. Modeli ise, 1946 yılının kış duvarına, o deklanşör sesiyle çivilenmişti. Biz Sartre’ı o yaşında tanıdık ve Sartre hiç büyümedi. Sartre, fotoğrafı çekilirken her iki gözüyle de Cartier-Bresson’un Leicası’na bakmadı, yani fotoğrafçı orada değilmiş gibi davrandı. “Varlık, hiçlikti.” Cartier-Bresson, Sartre’ı çerçevenin neredeyse beşte birlik bir alanına yerleştirmişti. Varoluş hakkını boşlukla değerendirmişti.
Çorlulu Ali Paşa Medresesi’nin -pipo ve nargile dumanlarının birbirine karıştığı, masaya peş peşe gelen adaçaylarının kokusunun da buna eşlik ettiği- muhteşem ortamında “Varoluşçuluk”a ait okuduğumuz her satırda, o fotoğraf gözümüzün önüne gelmekteydi. Sartre 40 yaşındaydı ve pek çoğumuz daha var olmamıştık.
Zavallı ruhların alevidir kahramanlık.
Tanrıyı önce o öldürmüştü; bir ölü, diğerini öldürmeden çok önce…
Bu satırlardan sonra, kahraman olmaya bir daha asla özenmedik.
Not: Bu yazı daha önce E Aylık Edebiyat ve Kültür Dergisi’nde yayınlanmıştır.
Bize Ulaşın