Akşamları eve güçlükle atardı kendisini Galip usta. O kendisine çok güvenli görünen sert ve sağlam yürüyüşü de, ileriye fırlamış geniş göğsünü destekleyen düz ve geniş omuzlarının görkemli duruşu da, ne yazık ki gençliğinde kalmıştı. Yılların iyice yorduğu kaslı bacakları eğri büğrü incecik bir çift bastona dönmüş, göğsü içe çökmüş, başı ve boynu öne eğilmiş, üzerlerinde ağır birer heybe taşır gibi omuzları başının iki yanından aşağı doğru çökmüştü.
Dürbün kadar iyi seçebilen gözlerden de eser yoktu artık.
Yetmişi aşmış, seksene merdiven dayamıştı Galip usta.
Karanlık odada geçirdiği saatleri topladığında muazzam bir süreye tekabül etiğini görür, hayıflanırdı. Kimbilir hangi zamana ait mermerden yapılma, ressam paletine benzer küçük bir kabın değişik bölmelerine farklı miktarlarda su ilave ederek birbirinden ayrı gri tonlar elde ettiği çini mürekkebi ve incecik fırçasıyla nasıl da güzel rötuş yapardı.
Görme yetisinin, rötuş yaparken kullandığı büyüteç yüzünden bu denli zayıfladığını düşünmekteydi.
Üzüldüğü şey, görme yetisini yitirmek değildi. Okurken güçlük çektiği için üzülüyordu. Okuma alışkanlığı olmasa, aldırış etmeyecekti belki gözlerinin zayıflamasına. Ama okumadan uyuyamazdı, suçlu hissederdi kendisini. Epey eski olmasına karşın, kaya gibi sağlam duran emektar çalışma masası ise, her şeyiydi onun. O masanın başında çok zaman sabahlamıştı gençlik yıllarında. Kapağını açtığı bazı kitapları bitirmeden bırakamazdı çünkü.
Herakleitos’un “Ölümsüz Ateşi” ni de uykusuz geçen o gecelerde öğrenmişti.
Şimdilerde okumayı, gece yarısından sonraya sarkıtamıyordu artık. Yorgunluktan uyuklayıp kalıyordu. Ama hangi saatte uyursa uyusun, sabahları her daim şafakta uyanırdı.
Bazen kendiliğinden yersiz şekilde coşkuya kapılıp birkaç satır yazı kaleme alır, sonra beğenmez buruşturup çöpe atardı. Gülerdi kendisine; “Sen kim, yazı yazmak kim be adam! Ne haddine senin böyle şeylere kalkışmak” diye geçirir içinden, yazıyı bırakıp okumaya dönerdi yeniden.
Yüzlerce kez tekrar eden böyle kalkışmaların sonunda, yıllar yılları kovalamış, nihayet buruşturup çöpe attıklarına da üzülür olmuştu Galip usta.
Kâh anılarını kaleme alır, günler süren aralıksız heyecanla sayfalar dolusu yazdıktan sonra yarı yerde vazgeçip çöpe atar, kâh fotografın sanat boyutu için onlarca sayfa yazı kaleme aldıktan sonra, yazdıklarının zayıf olduğunu düşünür, buruşturup bir kenara bırakırdı.
Gerilirdi de böyle zamanlarda… Sinirleri bozulur, çaresizleşirdi.
Anaksagoras’ın “Sonsuz Sayıdaki Tohumlar Evreni” bilgisiyle donanmış olması, deneyimleri ve maharetleri de acze düşmesini önleyemiyordu.
Yetmiş beşini devirdiği şu günlerde, yazmak konusunda daha bir hevesli ve cesurdu artık. Uykusundan fedakârlık etmekten başka seçeneği bulunmadığından iyice emin olduğunda ise, çaresiz, bunu göze almaya karar verdi. Mümkün olduğunca az uyumaya çalışıyordu geceleri artık. Böylece akşamlarını ve gecelerini çoğunlukla yazmaya ayırır oldu. İstemese de, gün içinde küçük şekerlemeler yapıyordu zaten. Sonsuz bir dinlenme sağlayan bu küçük şekerlemeler sayesinde de, geceleri daha üretken olabilmekteydi.
Fotograf Sanatı için üç ciltlik basılabilir yeterlilikte bir dosya hazırdı. Nasıl yapılacağına ilişkin bütün ayrıntıların yazıldığı, çizimlerle desteklenmiş ve fotograf taslaklarının bulunduğu dosyaların sayısı da giderek artıyordu. Ama zaman ilerledikçe, yazdıkları arasında hacim bakımından “anı” ları en önemli yeri tutmaya aday hale geldi.
Orta yaşın uzunca bir döneminde, yorgunluk nedeniyle akşamları erken saatlerde uyuduğu için, dışarıda geceleri olup bitenden bütünüyle habersiz kaldığını, akşam vakitlerinde başlayan ve çoğu kez sabahlara dek süren yazma çabaları sırasında, yaşlılığının bu deminde yeni fark etmeye başladı.
Böylece;
Parmenides’in “Zamandışı Bir’i/Katıksız Varlığı” ile bu etkin zamanda daha fazla yolculuk eder oldu.
Gecenin bir yarısı, büyük bir yerleşim merkezinin tam orta yerinde, çılgınlar gibi bağıran kalın lastikli motorların çıkardıkları akıllara ziyan gürültüyle geceyi nasıl yırttığına, kulakları sağır eden bu ahmak sesin, insan beynine şarapnel gibi nasıl saplandığına, ancak bu zamanda tanık oldu.
Her gece, gece yarısına dakikalar kala yahut saat gece yarısını biraz geçe başlayan ve hiç yoksa üç dört kez karanlığı yırtan motor gürültüleri birkaç gün sonra iyiden iyi sinir bozukluğuna yol açtı.
Öyle bir an geldi ki, bir daha asla yazamayacağını düşündü Galip usta.
Nasıl yazabilirdi ki?
Yirmi dört saatin en sessiz ve sakin olacağını umduğu zamanlarında, yani gecelerde, dehşet verici gürültülerle yer yerinden oynamaktaydı.
“Motor gürültüsünden de geçtik, ama saatler gece yarısını gösterirken, nereden geldiği belli olmayan ve peş peşe patlatılan havai fişeklerin gümbürtüsüne nasıl katlanılır?”… diye bir cümle kaydetti notlarının arasına. “Hadi diyelim motor kullanan gençlerin hiç kimse umurunda değil; hasta ya da yaşlı birileri mi var rahatsız olacak, binbir güçlükle uyutulabilmiş bir bebek mi var bu sağır edici gürültüye uyanacak, yahut kitap okuyan, şiir yazan, ders çalışan, beste yapan, … , …kafasını dinlemek isteyen birileri mi var bunca evin duvarları arasında?! … diye asla düşünmezler. Oysa günümüz kent yaşamında herkesin bu denli ince düşünmesi gerek. Çünkü bugünün kalabalık yaşam ünitelerinin yarattığı koşullar bunu emreder.
Önlem de kâr etmiyor belli ki. Motorları alıkonsa, ertesi gün yenisini alırlar, ehliyetleri ellerinden alınsa, ehliyetsiz kullanırlar belki de. Nasıl başa çıkılır böylesiyle?“ …diye devam eden cümlesini henüz tamamlayamamışken, oturduğu mütevazı sitenin tam göbeğinde, neredeyse apartmanın duvarları dibinde korkunç patlamalar başladı.
Emektar masasının altına sindi istemeden.
Platon’un “İdealar Dünyası” na sığındı bu kez.
Sesler evin içinde gibiydi. Üstelik her patlamayla birlikte şimşek çakmış gibi pencere aydınlanıyordu. Şaşkınlık içindeydi. Olanlara hiçbir anlam veremiyordu. Dakikalar sonra nihayet sesler kesildi. Uzun bir sessizlik kapladı her yanı. Ardından, mırıltılar duyuldu. Derken, insan sesleri kalabalıklaşmaya başladı. Kalktı Galip usta, pencereye yürüdü tedirgin şekilde.
Pijamalarıyla, eşofmanlarıyla dışarıya dökülmüştü insanlar. Pencereyi açtı. Küfrün bini bir paraydı. Ağzına geleni sayıyordu herkes. Olup bitenleri anlayabilmek için uzunca bir süre pencerede kaldı. Hızlı otomobil kullanmaya tutkun başka gençlermiş bunlar da. Motorize bunlar da. Daha fazla ses yapsın diye egzoz boruları değiştirilmiş ve boru sayısı ikiye çıkartılmış otomobilleri kullanan, keyifle dinledikleri kuru gürültüyü de müzik diye çevreye akıl ve izandan yoksun bir tutumla, beşinci sınıf eski otomobillerine ilave ettikleri teknolojinin elverdiği en yüksek volümle yayan farklı tipteki bu gençler, motorcu gençlerin daha elitmiş gibi görünen havasını kırabilmek amacıyla, başka bir deyişle, onların revaçta olmasına tahammül gösteremedikleri için, dosta düşmana kendilerinin daha etkili olduğunu ispat edebilmek kaygısıyla, yani, içi boş (kof) bir rekabet uğruna, binaların hemen dibinde, konut alanlarının (sitelerin) tam göbeğinde, havai fişek patlatıyorlarmış.
Pythagoras’ın “Sayılar Dünyası” nda dolaştı, rasyonalite arayışına girdi, yaşadığı günü gerçek koşulları içinde (fiili durumu) bir kez daha gözden geçirdi, …
Zevkleri rafine olmayan, davranışları incelmemiş ve birbirlerine çok da uzak olmayan iki farklı gelir grubundan bu gençlerin hepsi için ortak ne söylenebilir diye geçirdi içinden Galip usta; “Ne büyük talihsizlik!” dedi sonra, hem çocuklar için hem de çocukların kabalığından mağdur olan insanlar için.
Pencereyi açıp dışarıda toplanmış site sakinlerine bir an için; “Bunların fotografları yapılır işte, …bunların fotografı yapılır”, …diye avazı çıktığı kadar bağırmak geldi içinden. Yapamadı. Utandı yaşından başından. Yazdıklarının altına; “Bunların fotografları yapılmalı” cümlesini iliştirmekle yetindi Galip usta.
Bir kez daha gördü ki;
Aristotales’in “Tecimen Dünyası” nda düğümlenmekteydi her şey.
Böyle olduğunu çok iyi bilirdi, …ömrü boyunca bildi bunu aslında… …ama barışık olamadı o dünyayla.
Sanat yapmayı arzu etti Galip usta. Amatör kalmak istedi. Öyle de kaldı, işin özüne bakılırsa.
“Daha sessiz, daha ıssız bir sığınak bulmalı” diye geçirdi içinden. “Anılarımı kaleme almak, deneyimlerimi sonraki kuşaklara aktarmak en doğrusu herhalde bu saatten sonra…”.
Ne var ki, “geç kalmıştı” ustaların ustası.
Hayıflandığı belliydi, …kaydedebildiği son cümle; “Düşündüklerimi ve arzu ettiklerimi yapabilmek için geç kaldım, çok yazık” olmuştu.
Not: Bu metin, Tekin Ertuğ’un ‘Fotograf Sanatı Üzerine’ isimli kitabından alınmıştır.
Yazarın Notu: Öykü her ne kadar gerçek yaşam ögelerinden yola çıkılarak yazılmış olsa da, öyküde geçen isim/karakter tamamen hayalidir, gerçekle ilgisi yoktur.
Bize Ulaşın