Çeşitlilikten Tek Tipe ,Tek Tipten Yokluğa
Modern zamandan postmodern zamana miras bırakılan ve son derece önemli kavramlardan biri olan ‘göstergebilim’ meselesini güncel koşullarda (ilgili olduğu zaman içinde) ele alıp değerlendirmek yerine, gelecek zamana dair bir tahayyül üzere değerlendirmeyi yeğleriz. Neden? Çünkü Eco, Bahtin, Peirce, Barthes gibi dünyaca tanınmış düşünür ve yazarların ‘göstergebilim’ konusunda kaleme aldıkları metinler ve onların metinlerine referansla kaleme alınmış, internet ortamında ve/ya basılı mecrada paylaşılmış makaleler gözden geçirildiğinde ‘göstergebilim’ ve/ya ‘göstergebilimsel çözümleme’ meselesinde hem temel bilgilere, hem de ayrıntılı açıklamalara erişilebilir. Öte yandan, bu sayısını ‘göstergebilim’ konusuna ayırmış olan Foto-Graf dergisinde neşredilecek metinler toplamı da muhtemeldir ki göstergebilimsel analize dair kapsamlı bir içerik sunacaktır.
Temel bilgiler bağlamında bu kadarı elbette ki yeterli olacaktır. Ancak konuyla ilgili derinlemesine araştırma yapmak gerektiğinde çok daha gerilere gitmek, derinlere inmek icap eder. Çünkü hemen her şey köklerini (başlangıcını) kendinden öncekilerden alır ve bu durum silsile halinde devam eder. He şeyde olduğu gibi bu da bir inşa sürecidir; bazen oradan bir tuğla çekip süreci sekteye uğratmaya çalışan olsa da, genel olarak yeni bir tuğla ilave etme eğilimi ağır basar. Geliştirilen bütün görüşler, geleceğe doğru zamanda yolculuklarını sürdürürler. Bu bağlamda derinlemesine araştırma yapmak isteyenler, yukarıda isimlerini saydığımız kimselerden gayrı isimlere de bakar, dahası, geçmişe yolculuk yaparak Edmund Husserl, Charles Sanders Peirce, Ferdinand de Saussure gibi önemli düşünürlerin yapıtlarını inceler ve onların da öncesine giderler.
Öylesi derinlemesine bir araştırma daha ziyade bir kitap hazırlandığında önem arz eder, kısa bir metin ise biraz daha spesifik kalır. O yüzden göstergebilimin, göstergebilimsel yaklaşımın, göstergebilimsel analizin (çözümleme veya açıklamanın) ne olduğuna dair bilgileri burada bir kez de bizim vermemiz gerekmediğini düşünmekteyiz. Ayrıca temel bilgi niteliğindeki gösterge-gönderge, düz anlam-yan anlam vb konulara da girmeyeceğiz.
Gene de meramımızı anlatırken değineceğimiz hususlar ve paylaşacağımız örnekler ister istemez meselenin ne olduğunu, nasıl bir şeye tekabül ettiğini söyleyecektir. Çünkü bir yandan meselenin doğal (insan türünün kod sistemine dair) yönünü irdelerken, diğer yandan sosyolojik boyutunu (bir bakıma kültürel hali) ve psikolojik boyutunu (bireye ilişkin hali) doğrudan veya dolaylı irdelemek durumunda kalacağız.
Modern Dönem
En başta şunu söyleyelim: Belirtilerden, işaretlerden, izlerden, olaylardan, olgulardan, vaziyetten hareketle durumu anlamaya çalışmak veya yorumlamak ve sonuç çıkartmak modern döneme has bir şey değildir. Bilimin, sanatın ve/ya hayatın bütün alanlarıyla doğrudan veya dolaylı ilişkili olan, bu itibarla denebilir ki bütün disiplinleri kapsayan göstergebilimsel analiz her ne kadar endüstri toplumu döneminde, yani modern çağda sistematik bir kimliğe kavuşmuş gibi görünse de kökleri çok eskiye gider.
Yerleşik toplumun ilk dönemlerinde dahi tek hörgüçlü ve çift hörgüçlü olmasına bakarak devenin hangi coğrafyaya ait olduğu; sarışın veya esmer (ya da siyahî) olmasına, yüzünün gözünün veya ağzının burnunun şekline yahut giyim kuşamına bakarak bireyin hangi coğrafyadan olduğu; esvabın görkemli yahut pejmurde oluşunu dikkate alarak statüsü veya sınıfsal pozisyonu; idrarın rengine yahut dışkının vaziyetine, gözlerin ve/ya suratın haline bakarak, göğsü dinleyerek, karın bölgesine ve muhtelif yerlere dokunarak, nabzı kontrol ederek, ağrının-sancının vücuttaki yerini sorarak derdin/hastalığın ne olduğu; kilim ve halıların rengine, desenine ve ilmek durumuna bakarak hangi yörede dokunduğu; kumaşın dokusuna, rengine, kaba yahut zarif olmasına bakarak nereden geldiği; dile (lisana) ve de şiveye kulak vererek, hangi kavmin mensubu olduğu teşhis yahut tahmin edilirdi.
Herhangi bir zanaat ürününün bile (bıçak-kılıç, semer-palan, yemeni-çizme) daha ilk bakışta hangi ustanın elinden çıktığı söylenir veya bir konutun taş işçiliğinden, doğramasından hareketle onun hangi ustanın marifeti olduğu tahmin ve tespit edilirdi.
Yalnız bunlar mı? Doğada olup bitenler ipucu verirdi. Eskiler bilirler, ayın etrafında çok büyük açık gri bir halka oluşması o gece veya ertesi gün kar yağacağına delalet eder. Kazların, köpeklerin tedirgin hareketleri genellikle doğal bir afete işaret eder. Kargaların sürüler halinde bağırış çağırış içinde geçip gitmeleri, karıncaların davranışları hep bir şeyler söyler. Tavuğun gurk yatacağı davranışından anlaşılır ve yatacağı folluğa yeterli miktarda yumurta konur. Çok eski zamanlardan bu yana kuşaktan kuşağa aktarılan bütün bu bilgiler daha ziyade modern zamanlarda bilimsel bir zemin üzerine oturtuldu.
‘Baba hesabı’ veya ‘eski hesap’ diye ifade edilen mevsimler, mevsim geçişleri, tipi-fırtına dönemleri, kar-yağmur ve rüzgâr zamanları, günler, haftalar, aylar çoğunlukla daha isabetlidir. Çünkü yereldir. Sadece yaşanan bölgeye, yöreye veya coğrafyaya ilişkindir. Binlerce, onbinlerce yıl boyunca yaşanmış, gözlemlenmiş, periyodları hakkında neredeyse kesin denebilecek kadar net bilgilere, verilere ulaşılmış ve bu veriler, bilgiler ışığında vaziyet tanımlanmıştır. Tanımlamalar ise verilen isimlerdedir. ‘Kara kış’, ‘zemheri’, ‘pastırma sıcakları’, …gibi daha birçok kelime, terim, tanım var. Bu eski takvim bilgileri daha isabetlidir de, kullandığımız standart evrensel takvim neden o ölçüde isabet kaydedememektedir? Çok açık. Dünyanın her bir yeri, başka yerlerinden doğal olarak farklılık gösterir. Ortak bir takvim var. Bu ortak takvim esasen nerenin, yani hangi toprakların vaziyetine göre düzenlenmişse, o topraklarda yaşanan mevsim geçişleri, yaz-kış, ilkbahar-sonbahar gibi doğa olayları konusunda elbette ki daha isabetli veri ve/ya bilgi içerecek ve fakat aynı takvimi kullanan başka yerler, söz konusu topraklardan uzaklaştıkça (kuzeye-güneye, batıya-doğuya) sapma o ölçüde artacaktır. Yani standarda bağlanmış verili durum ile bizatihi yaşanan vaziyet örtüşmez, dolayısıyla göstergeler yasayla (‘yasa’dan standart takvim kastedilir) uyumlu olmaz. Bu hal, her şeyin küresel olamayacağının da delilidir aynı zamanda.
İnsan evladı, sahibi olduğu evcil hayvanlara kendine özel damga vurdu, yünlü hayvanların (koyun) sırtını kendi seçtiği renkte boyadı, kilim ve halıların kenarlarına kendilerine özel işaretler işledi. Bütün bunlar birer göstergeydi, üretilmiş nesnenin yahut evcil canlının kime ait olduğunun işaretleriydi. Bu ve benzeri şeyler, yaşadığımız zamanda amblem, logo vs olarak tanımladığımız şeyin köklerinin epey eskiye gittiğini bize söyler.
Kültürel Farklılıklar
Böyle önemli bir meseleyi irdelerken, iletişim-etkileşim koşullarının zayıf olduğu zamanları dikkate almakta yarar var, çünkü coğrafyaya ve/ya başka faktörlere bağlı olarak kültürler farklılık gösterirdi. İnsan olmaktan kaynaklı ortak ögelere rastlanır, farklı koşullarda yaşamaktan kaynaklı ayrı ögeler de bulunurdu. Aynı coğrafya veya kültür içinde yer almakla birlikte alt kültürler dahi farklılık gösterirdi. Tabiatı gereği böyleydi.
Söz konusu vaziyet hızlı bir aşınmaya tabi tutulmuş olsa da hâlâ önemli ölçüde korunduğu, etkin bir şekilde devam ettiği de ortadadır. İletişim-etkileşim koşulları dijital çağda dünyayı insanın avuç içine sığdırsa bile, yaşadığımız gün hâlâ kültürler arasında çok ciddi farklılıklar var. Alt kültür formları özlerini veya geleneksel hallerini önemli ölçüde yitirmiş olsalar da, baskın inanç ve etnik kimlik formları geleneksel yapılarını büyük ölçüde korumaktalar.
Kimi yerde varsıl oluşa, inanışa ve başka nedenlere bağlı görkemli yapılar, üst ve gelişmiş gibi görünen yaşam motifleri söz konusu olsa dahi, özünde insan tabiatının elverdiği veya zorladığı şeylerden ibaret farklılıklardı. Coğrafyadan ve kültürden âri, insanın bir kod sistemi var; zihin de, gönül de benzer şekilde işler. Öncelik ihtiyaçtadır. Başlangıçta her şey ihtiyaca göre şekillenir. Beslenme, barınma, güvenlik gibi zorunlu (olmazsa olmaz) ihtiyaçların karşılanmasından sonra artan ne varsa (ürün, zaman, emek, kabiliyet) doğal olarak konfora yönelir.
Bireyin zamanına, emeğine, yeteneğine, ürününe, egemen güç tarafından direkt yahut dolaylı el konur, fakat yine de gelişme sağlanır ve yeni-farklı şeyler ortaya çıkar. Bu da yeni ve başka konfor alanlarına kapı aralar ve kendiliğinden iletişim-etkileşim koşullarının gelişmesine yol açar.
Kültürel ihtiyaç, tali ihtiyaç, zorunlu olmayan ihtiyaç vs; adına her ne dersek diyelim veya nasıl tarif edersek edelim, yeni bir ihtiyaçlar hiyerarşisi ortaya çıkar. Başlangıçta gereksiz gibi görünen, zorunlu olmadığı düşünülen şeyler de zaman içinde vazgeçilmez hale gelip zorunlu ihtiyaca dönüşür.
İnsan Etkisi
Biz: İnsan; Bir şeyi anlamaya çalışırken, ne olduğuna karar verirken, tanımlarken beş duyu organımız ve sezgi gücümüz temel rol üstlendi. Gördüklerimizin rengine, hacmine, formuna, kabiliyetine, …göre; işittiğimiz seslerin rengine (‘ses rengi’ kavramı müzikte önemli bir tanımlamadır) tiz-pes, güçlü-zayıf, sert-yumuşak, ürkütücü-güven telkin edici oluşuna, …göre; aldığımızın kokunun kötü-hoş oluşuna, …göre; yediklerimizin/içtiklerimizin lezzetine, tatlı-tatsız, acı-ekşi oluşuna, …göre; dokunduğumuz şeylerin bedenimizde bıraktığı hisse, yumuşak-sert, dokulu-dokusuz oluşuna, …göre kanaat oluşturduk, yorumladık, anlamlandırdık, hüküm verdik, isimlendirdik.
Her topluluk atalarından devraldığı dilde karşılık üretti. Biz de kendi dilimizde ‘buz’ dedik, ‘ateş’ dedik, ‘soğuk’ dedik, ‘sıcak’ dedik, ‘su’ dedik, ‘ekmek’ dedik, ‘tatlı’ dedik, ‘acı’ dedik, ‘ekşi’ dedik. Özünde bütün isimler olayı, olguyu, nesneyi, hali tanımlamak içindi. Ses, renk, hacim, tad, insan bedenine etkisi, potansiyel tehlike oluşu, elde edilen fayda vs verilecek isim için en önemli ipucu ya da gösterge idi.
Doğal ortamda olayları ve olguları yaşadık, izledik, tanık olduk, olumlu yahut olumsuz etkilendik. Gök gürledi, şimşek çaktı, yıldırım düştü; yanardağ lav püskürttü; deprem oldu, yer yarıldı, çığ düştü. Yılan ısırdı, akrep soktu, vahşi kedi saldırdı, boğa boynuzladı. Ağaç meyve verdi, yerden mantar çıktı, suda balık hareket etti, diken battı, köpek-kedi insanın yakınında durdu. En naif şekilde gözlemledik, yaşadık, deneyim kazandık ve sezgilerimiz gelişti. Deneyimlerimizi kuşaktan kuşağa ilettik. Duyularımız ve sezgilerimiz yardımıyla tanımladığımız şeyler için ürettiğimiz isimleri de sonraki nesillere aktardık. ‘Kervan bu şekilde yol aldı’ dersek, meramımızı bir ölçüde anlatmış oluruz.
Görebildiğimiz, işitebildiğimiz, tadabildiğimiz, koklayabildiğimiz, dokunabildiğimiz şeyleri anlamaya çalıştık. Yetmedi, sezebildiğimizi de ekledik. Yetmedi, hayal dünyamız yardımıyla anlamlar yükledik. İhtiyaçlarımıza göre, endişelerimize ve/ya korkularımıza göre davrandık. Yakardık. Tapındık. Adadık.
Bireyi dahi becerilerine, yapıp etmelerine, cesaretine göre tanımladık; ona uygun isim verdik. Fakat yetmedi, hayal gücü ve/ya istemler devreye girdi, olmasını arzu ettiğimiz her ne ise, ismini de onunla bağladık. Topluluklar serpilip büyüdükçe gelişen gelenekler, inançlar belirleyici oldu. Birey, toplumun etkisine, yani psikolojik vaziyet, sosyolojik vaziyetin etkisine girdi. Kültür oluştu çünkü. Yerel-lokal kültürler, alt kültürler üst kültürler vb hayatı şekillendirdi.
Dönüp uzak geçmişe baktığımızda çocuğun veya gencin haline, tavrına, meziyetine ya da doğduğu zaman olup biten sıradışı olaylara göre isim verildiğini, iz bırakan ataların isimlerinin yeni nesillere verildiğini, isim vermede giderek inanç motiflerinin rol almaya başladığını görüyoruz. Yaşadığımız zaman biraz durum değişmiş gibi görünmekle birlikte, insanların inançlarının, ideolojik duruşlarının çocuklara isim koymada etkili olduğuna tanık oluyoruz. Bununla birlikte aile geçmişinde önemli yer tutan insanların, toplumsal ölçekte iz bırakan insanların isimleri de saygıdan ötürü hâlâ kullanılmaya devam ediliyor. Dünyanın irili ufaklı yaşayan bütün faklı dillerinde muhtemelen milyonla ifade edilecek sayıda insan ismi var. Mamafih bu alan giderek daralacak yahut daraltılacak, nihai olarak numaralandırmaya doğru bir ivme kazanacak mı acaba? Kendimize bunu sormadan edemiyoruz. İnsan genetiğiyle haşır neşir olunan bir zamanda, üstelik doğal eleme yerini yapay seçilime bırakacak gibi görünüyorken, başka türlü düşünmek pek mümkün değil. Önemli birer gösterge olan isimler, yerini başka bir göstergeye, numaralara bırakabilir. Her isim zihinde özgün bir imaja yol açıyordu. Numara öyle bir imaja izin verir mi acaba? Kullandığımız taşıt araçlarının plaka numaraları ve ruhsat numaraları var. Şehirler, sayılar ve/ya harflerle ifade ediliyor. Caddeler-sokaklar numaralı, binalar-konutlar numaralı, evcil hayvanlar numaralı. Neredeyse kullandığımız her nesne numaralı. Su, gaz, elektrik, internet vs abone numaralı. Kredi kartı numaramız var, telefon numaramız var, sigorta numaramız var, kimlik numaramız var.
İletişim , etkileşim
İletişim geliştikçe, etkileşim düzeyi giderek arttı ve yüzlerce yıl yerel kalanların bir kısmı tarihe karışıp yerini yaygın-baskın olana bırakırken, bir kısmı o süreci yaşıyor ve aşınmaya devam ediyor. Örnek mi? ‘Gelinlik’ dendiğinde akla gelecek olan hiç kuşkusuz bembeyaz özel bir kadın kıyafetidir. Uzun, özel hazırlanmış, tüllerle süslenmiş ve bir güne (bir an’a) mahsus beyaz örtü. Oysa bu coğrafyada daha dün gibi gelinlik böyle değildi. Yöreden yöreye küçük değişiklikler gösterirdi, fakat hiç biri bu gün istisnasız her gelinin giydiği beyaz gelinlik değildi. Nasıl olduğunu hatırlayanlar vardır muhakkak. Hazır söz bu konudan açılmışken, oradan devam edelim. Örneğin, geçmiş zamanda alyans da yoktu. Peki, tek taş yüzük? Kimse bilmezdi. O da son birkaç on yılda yaygınlaştı. Onların yerine ne vardı? Üç etek vardı, beşi bir yerde vardı, altın kemer vardı örneğin.
Vaziyet bu iken, elimize 70-80 yıl öncesine ait bir gelin fotografı geçse, muhtemeldir ki ‘yöresel bir kadın kıyafeti’ deriz. Onun bir gelinlik olduğunu bilmemiz için bu toprakların kültürünü yeterince incelemiş olmamız icap eder. Hatırlatalım; gelinin ve damadın eline yakılan kına da tarihe karışmakta. Yine hatırlatalım; eski zaman kadın dövmeleri tarihe karıştı. Şimdi Avrupa’nın, Amerika’nın, Rusya’nın veya Japonya’nın herhangi bir kentinde yapılan dövme ile kendi ülkemizin sokaklarında rastladığımız dövmeler neredeyse aynı. Vaziyet bu iken, elimize 70-80 yıl öncesine ait eline ve/ya yüzüne dövme yaptırmış bir kadın fotografı geçse, o dövmelerin ne anlama geldiğini (ne söylediğini) muhtemeldir ki bilemeyiz. Bilmemiz için bu toprakların kültürünü hakikaten çok iyi incelemiş olmamız gerekir. Cenaze törenlerinde siyah kıyafet giyilmesine özen gösterilir. Yas nedeniyle siyah renk tespit edilmiştir çünkü. Gelin olurken saflığı, temizliği, mutluluğu veya iyi günü temsilen beyaz kıyafet giymenin tersine, cenaze törenlerinde mutsuzluğu veya ‘yas’ı temsilen siyah kıyafet belirlenmiş, önerilmiş ve kabul görmüştür. Eski zamanda yaşadığımız topraklarda gelinlik rengi ve formu bu günkü gelinlik rengi ve formuyla aynı olmadığı gibi, yas kıyafeti de böyle değildi. Kadınlar başlarına duruma uygun bir örtü geçirirlerdi, fakat herkes günlük kıyafetiyle cenaze merasimine giderdi. Üstelik ücra sayılabilecek kimi yerlerde ölen insanın ardından yas tutulmaz, tersine şenlik yapılır. Bu da dünyanın ne denli renkli ve çeşitli olduğunun göstergesidir.
‘Aramıza kara kedi girdi’ sözü yeryüzünün tamamını kapsamaz. ‘Kara kedi uğursuzluk getirir’ inancı hatırı sayılır bir coğrafyada yaygın olsa da, yerküreyi kapsamaz. Şimdi, kedi-köpek bakmak popüler iken kara kedinin uğursuz olduğuyla ilgili kabulde de bir azalma muhtemelen söz konusudur. Çalı çırpıya ip bağlayıp dilekte bulunmak da hatırı sayılır bir coğrafyada yaygın olmakla birlikte, yerküreyi kapsamaz. Görsel bir materyali (yazılı materyal de olabilir elbette ki) incelerken bunlara ilişkin yargıda bulunmak bu coğrafyanın insanı için kolaydır, çünkü aynı kültürde yetişmiştir. Buna mukabil bir Japon için bu gösterge bilinmez olabilir, çözümlenmeyi gerektirebilir. Bazı durumlarda aynı şey birbiriyle hiç bağı olmayan farklı anlamlar üretiyor olabilir. Örneğin, ayıp el işareti (baş parmağın, işaret parmağı ile orta parmak arasına yerleştirilip gösterilmesi) genel anlamda bu coğrafyada hakaret, küfür olarak kullanılırken, gene bu coğrafyada kamyon sürücüleri arasında ‘arka tekerleklerin arasına taş sıkışmış’ olduğunu ifade eder. Bu işaret örneğin Güney Amerika’da hiç bir anlam ifade etmez. Eski zamanlarda orta parmağın yukarı doğru kaldırılıp gösterilmesi bu coğrafyada hiçbir şey ifade etmezdi. Hollywood sineması hayatlarımızı sarıp sarmaladıktan sonra orta parmak işareti bu coğrafyada da hakaret, küfür işareti olarak anlam ifade etmeye başladı. ‘Nazar boncuğu’ neredeyse bütünüyle bize has bir şey. Arjantin’de, Brezilya’da, Hong Kong’da birine gösterilse, bir süs eşyası olarak değerlendirir, anlamını muhtemelen bilemez. Fakat bizim ülkemizde aynı nesneyi kimin önüne koysanız, ne anlama geldiğini veya insanların ondan beklentisini bilir. Benzer bir örnek ‘muska’dır. Yaşadığımız coğrafyada ve inanç ortaklığı bulunan yakın coğrafyalarda yaşayan insanların neredeyse hepsi muskayı bilirler. Dünyanın kalan kısmı muskaya yabancıdır. Bir insanın boynunda muskayı gördükleri zaman anlamlandıramazlar, muhtemelen kendine has bir kolye olarak değerlendirirler. Onun ne olduğunu anlayabilmeleri için bizim kültürümüz hakkında bilgi sahibi olmaları gerekir. Öte yandan kendi coğrafyamızın insanına ‘hemail’ desek, gene büyük bir kısmı bilmez. Fakat doğunun insanı hemailin muska olduğunu bilir. ‘Satranç’ı bütün dünya bilir, fakat tavlayı yerkürenin bir kısmı bilir, bir kısmı bilmez. ‘Piyano’yu ve ‘keman’ı neredeyse dünyanın her yerinde yaşayan insanlar bilir ve ilk görüşte zihinlerinde imge ile örtüşür. Buna mukabil örneğin mey, kanun veya ney herkes tarafından bilinmez. Oysa üzerinde yaşadığımız topraklarda ve yakın coğrafyada yaşayan insanların belleğinde bu enstrumanların görüntüsü ve sesi hazırdır. Dolayısıyla ‘tavla’, ‘mey’, ‘kanun’, ‘ney’ vb şeyler, onları bilmeyenler için açıklamaya muhtaç şeylerdir. Olimpiyat Oyunları dünyanın her yerinde yaşayan insanlar tarafından bilinir. Futbol, boks, atletizm vb sporlar da herkesçe bilinir. Fakat ‘ara kesti’ (veya ‘ara gitti’) yi sadece bu coğrafyanın belli bölgelerinde yaşayan insanlar (büyük olasılıkla sadece yaşlılar) bilir. Olimpiyat Oyunları, futbol, boks açıklama gerektirmez; ara kesti sportif oyununu bunu bilmeyen geniş bir kesime açıklamak icap eder.
Dijital Çağ
Diğer yandan dijital çağda, internet koşullarında bütün yerel alet-edevata, oyunlara, enstrumanlara artık neredeyse herkes aşina olma noktasındadır. Evrensel bağlamda standartlara kavuşmuş spor etkinlikleri, oyunlar ve diğer şeyler büyük bir ilgiyle devam ederken, evrensel standartlardan mahrum olan şeyler yerel kalmış, ilgiden mahrum olmuş, giderek sönümlenmiştir. Görsel, yazılı, sözlü ortamda bu nevi şeyler söz konusu olduğunda, ilgililerin bunları göstergelerden yola çıkarak ve bilgilerine, birikimlerine dayanarak yahut araştırarak çözümlemesi gerekir.
Her şey hareketli, göstergeler de öyle. Kimi tarihin tozlu sayfalarında yerini alıyor, kimi bir anda ortaya çıkıyor ve hızla yayılıyor. Söz üzere bir şey söyleyelim şimdi: ‘Kanka.’ Tam olarak ne zaman dile düştüğünü bilemiyoruz. Fakat bildiğimiz o ki, 70’lerde ve 80’lerde bu kelime yoktu. Fakat o tarihlerde bu günkü kanka kelimesiyle aynı anlama gelen ‘gıli’ kelimesini (sadece Erzurum ilinde doğup büyümüş çocukların kullandığı bir kelime olduğu kanaatindeyiz) muhtemelen hatırlayan vardır. Başka yörelerde büyük olasılıkla birbirinden çok farklı kulağa çok hoş gelen kelimeler vardı. Çoğu kaybolup gitti. Şimdi bir öykü, roman yahut başka bir metin içinde ‘gıli’ kelimesi kullanılsa çoğu insan anlamını bilemeyecek veya metnin akışı içinde tahmin etmeye çalışacaktır. Okka, batman, dirhem, şinik, arşın, …gibi ölçü birimleri yok artık hayatımızda. Hepsi tarihe karıştı; ton, kg, metre, …gibi evrensel ölçü birimlerine yerlerini bıraktılar. Bu topraklarda eski zamanda kullanılan bu nevi ölçü birimlerinin bahsinin geçtiği bir söz, metin yahut onlarla ilgili görsel olduğunda, ne anlama geldiklerinin araştırılması gerekecektir.
Kara kedi inanışındakine benzer şekilde batıl yahut kuşaktan kuşağa aktarılan deneyim nedeniyle veya sezgiye, düş gücüne bağlı olarak ortaya çıkmış şeyler bu bağlamda oldukça kayda değerdir. Örneğin; göz seğirmesi, kulak çınlaması, avuç içinin kaşınması. Biz bunların her birine anlam yüklemişiz. Nazar değmesin diye kimi insan elini kaba etine sürer, kimi insan bardak kırar, problemli haller yaşanmasın diye baskın çoğunluk kulak memesini tutar sonra elinin dışıyla tahtaya veya başka bir yere hafifçe vurur. Bir sinema filminde veya tiyatro sahnesinde bu gibi hareketlerin yapıldığını ve söz konusu hareketlerin ne anlama geldiğini bilmeyen yabancı kimselerin de izlediğini varsayalım. Bizim için aleni olan göstergeler, yabancılar için çözülmesi gereken şifrelerdir. Mamafih görünen o ki böyle şeyler de tarihe karışmak üzeredir. Sadece metinlerde veya kimi görsel kayıtlarda izleri kalacaktır, diğer pek çok şey gibi.
Böyle şeyler sadece bizim kültürümüze has olgular değildir. Her kültür kendine has şaşırtıcı, ilginç ögeler barındırır. Bizde gelin arabasının önünü kesip para alınır (eski zamanda yoktu, yakın geçmişte yeni kent ortamında ortaya çıktı), kimi Avrupa ülkesinde gelin arabasının arkasına teneke bağlanır. Buna benzer şekilde Avrupa’da köprü korkuluklarına, merdiven tırabzanlarına ve başka metal aksamlara kilit takılır.
Standartlar
Herhangi bir konuda fikir yürütmemizi sağlayacak göstergeler çokluktan tekliğe doğru hızla yol alıyor. Epey zamandır ‘standart’ kavramı hayatımıza sindi. İktisadi hayat başta olmak üzere, hemen her şeyi standart hale getirme eylemi kabul gördü, benimsendi, kanıksandı. Her ne kadar Birleşik Krallık ve ona bağlı yerler (Avustralya, Yeni Zelanda, Güney Afrika vs) sağdan direksiyonlu araç kullanıyor ve trafiğin akışı bütün dünyanın tersine işliyorsa da, Amerika’da bazı ölçü birimleri bütün dünyadan farklı ise de, standartlaştırma süreci devam ediyor.
Dünyanın neresine gidersek gidelim trafik ışıklarının renkleri ve anlamları, trafik levhalarının renkleri, levhaların üzerindeki formlar ve anlamları aynıdır. Evrensel standarttır, isabetlidir. Tersini söylememiz mümkün değildir. Akış böyle iken, tersini düşünmemiz zaten olanaksızdır. Kıyafet konusuna bakalım: S, M, L, XL, XXL, XXXL… Gömlek, takım elbise, iç çamaşırı; hepsi fabrikasyon yığın üretimi konusu oldukları için büyüklükleri numaralarla tanımlanıyor. Ayakkabı da öyle. Bunların hepsi çok anlaşılır şeyler, elbette ki öyle olması gerekir. Başka nasıl olabilirdi ki? Seçenek yok.
Eğitime gelelim: Okul öncesi, İlkokul, Orta öğrenim, Üniversite vs; Müfredatta nispi farklılık olsa da, eğitimdeki basamaklar standart, evrensel; aynen trafik işaretlerindeki gibi, beyaz gelinlik gibi, siyah yas elbisesi gibi. Fakat görünen o ki eğitim koşulları tamamen değişecektir, hem de bütün dünyada ve hemen hemen aynı anda.
Bir şey standartlaştırılmış, evrensel normlarla donanmışsa, esasen orta yerde okunmayı, anlaşılmayı, yorumlanmayı gerektirecek bir şey kalmadığı anlamına gelir. Harc-ı âlemdir, herkesçe bilinmektedir. Üzerine kafa yormayı gerektirecek bir şey yoktur.
Standartlar hazırlanırken bilimsel çalışmalar yapılır, sonrasında göstergelere ilişkin özel bir çabaya ihtiyaç kalmaz.
Yazı, dil, alfabe
Kullanılan alfabe (harfler), rakamlar vs tarihin eski zamanlarında dünyanın değişik coğrafyalarında oldukça farklılık göstermekteydi. Bu konuda derli toplu ve ciddi bilgi için Carl Faulmann’ın “Yazı Kitabı”na (Tüm yerkürenin, tüm zamanların yazı göstergeleri ve alfabeleri; Çev. Itır Arda, İş B. Yayınları) bakılmasını öneririz. Yazı hâlâ önemli ölçüde farklılığını koruyor. Fakat hepsi aynılaşmaya, tektipleşmeye doğru yolculuk halinde. Fazla uzak olmayan bir geçmişte ülkemizde ortaokul çağındaki çocuklara Roma rakamları da öğretilirdi. Şimdi ihtiyaç duyulmuyor olsa gerek. Bu gün yeryüzünde çok büyük kalabalıkların kullandığı farklı alfabeler var. Çin alfabesi, Rusların Kiril alfabesi, Hint alfabesi, Arap alfabesi, Latin alfabesi vb. Hayatın akışı, öyle görünüyor ki birinin evrensel kabulüne, diğerlerinin terkedilmesine gebe. Ya da tamamen yeni bir alfabede mutabık kalınacak, istisnasız herkes eskiyi terkedecek. Hatta belki yazı terkedilecek. Olanaksızmış gibi görünmesine karşın yazı da terkedilebilir, sayılar da. Derinlemesine bir gelecek tahayyülünün sonunda, bunların hiçbirinin olanaksız olmadığı düşünülebilir. Konuşma, yani söz söyleme bile terk edilebilir. Uzak gelecekte genleriyle oynanmış ve başkalaştırılmış yeni insanın sadece telepatiyle anlaşacağı varsayımı pek yabana atılır türden değil. O vakit hangi gösterge? Somut göstergeler zayıfladıkça soyut göstergeler onların yerini dolduracak mı? Zihinde olup bitecek her şey. Duygu dünyası zirve mi yapacak, kısırlaşacak mı? İmgelem zayıf mı düşecek, daha da güçlenecek mi? Kimbilir…
Hatırlanacağı üzere vaktiyle dünyanın çeşitli yerlerinde yapay dil oluşturmaya çalışanlar oldu. Baleybelen, Esperanto bunlardan sadece iki tanesidir. Geride bırakılan yüzyıllar içinde çok sayıda yapay dil çabası göze çarpmıştır ve bu gün hâlâ yapay dil oluşturma çabaları devam etmektedir. Bu tür denemelerin dünya insanlık ailesini nereye götüreceğini bilemeyiz.
Yeri gelmişken değinelim; Hep bir dünya insanlık ailesinden söz ediyoruz. Hakikatte öyle bir hal var mıdır? Her ne kadar sözünü etsek de, yeryüzünde öyle bir aile oldu mu? Önemli bir soru. Bizimkisi belki temennidir. Oldu ise, geleceğe kalır mı? Kuşkulu…
Diğer yandan sosyal medya kendi dil kodlarını oluşturdu ve bunu her gün biraz daha geliştiriyor. Nihai olarak söze, yazıya, görüntüye ihtiyaç duyulmayacak bir noktaya mı varılacak? Öngörmek kolay değil.
Sebzeyi, meyveyi standart hale getirme eğilimi bu denli yüksek iken, diğer gıda ürünleri için de aynı şey söz konusuyken her şeyin tek tip hale gelme ihtimalinden başka ne düşünülebilir?! Yumurta standardı, süt ve süt ürünleri standardı, et ve et ürünleri standardı bize ne söylüyor? Dünyanın her yerinde baskın inek türlerinin Holstein, Montofon, Simental, Angus vb olması bir şey söylemiyor mu?
Anadilin önce yerel şiveleri erozyona uğradı. Bunun bize has olduğunu söylemek doğru olmaz. Büyük bir olasılıkla bütün dünyada aynı şey yaşandı. Son derece renkli, neşeli, cıvıl cıvıl olan anadilin farklı şiveleri özünde anadil unsurlarının tarihi köklerini barındırır, son derece anlamlı kelime ve deyimleri yaşatırdı. Şiveler henüz tam anlamıyla tarih sahnesinden çekilmiş olmasalar dahi, göçüp gitmelerine ramak kaldı. Sırada lehçeler var. Bir dilin farklı lehçeleri de dili zenginleştiren çok sayıda kendine has kelime ve deyim barındırır. Mamafih süreç çok hızlı ilerliyor.
Müzik de dahil bütün yerel motifler, bütün renkler bir bir elden çıkıyor gibi bir izlenim ediniyor insan. Neyse ki ülkemizde ve gözlemleyebildiğimiz kadarıyla dünyanın başka yerlerinde özellikle yerel müzik kültürü ciddi şekilde korunmaya çalışılıyor. Popüler olanın ağır baskısına karşın, kendi müziğine sıkı sıkıya sarılmış ve onu yaşatmaya çalışan insanların varlığı umut vericidir. Müzikte tek tipe giden yol meşakkatli olacak gibi görünmektedir. Başka şeylerin raflara kaldırılmasına, koleksiyonlara alınıp saklanmasına yahut müzelik konumuna düşürülmesine mukabil müzik çok dirençlidir. Mamafih bu husustaki asıl tehlike, yerel motiflerin giderek popüler kulvara çekilmesi ve ona kurban edilmesidir.
Teknoloji
Bu gün neredeyse her ferdin otomobili var, hemen herkes bir sürücü belgesine sahip. Yeni koşullar yeni göstergeler üretiyor. Şehirlerarası yollarda seyrederken karşı yoldan gelen araçların gündüz selektör yapması yol üzerinde radar bulunduğunun yerel bağlamda bir göstergesi değil midir? İşaret alan sürücü ayağını gazdan çeker, hız düşürür ve temkinli olur. Hız tahdidiyle ilgili ölçümler bütünüyle elektronik sistemlere bırakıldığı koşullarda bu gösterge de kendiliğinden ortadan kalkacaktır.
Evrensel (yahut küresel) olanlardan söz etmek gerekirse; örneğin, Mors alfabesini biliriz. Telgraflarda kullanılırdı. Telgraf sisteminin bu gün hâlâ kullanılıp kullanılmadığı konusunda bilgimiz yok. Fakat Samuel Mors’un 1835 yılında geliştirdiği sistemin 150 yıla yakın bir süre etkin bir şekilde kullanıldığı aşikâr. Sinyalleri alan kişi gelen sinyallerin uzun ve kısa oluşuna ve sayısına göre hangi harfe tekabül ettiğini bildiği için mesajı yazı diline çevirirdi. Fonetiğe dair oldukça iyi bir göstergedir mors alfabesi. İnsanlık dokunmaya dair de bir alfabe üretmiştir. Görme engelliler Braille alfabesini kullanırlar. Parmaklarını gezdirerek, yani dokunma duyusuyla harfleri, kelimeleri tespit ederler. Louis Braille tarafından 1821 yılında geliştirilen sistem günümüzde hâlâ oldukça etkin şekilde kullanılmaktadır.
Doğanın kod sistemini çözmeye çalışan insanoğlu aynı zamanda kendisi için kod sistemleri üretiyor. Tarih boyu insanlık bunu el yordamıyla, akıl yürüterek, gözlemleyerek, deneyerek hep yaptı. Teknoloji geliştirdikçe de pek çok şeyi laboratuara taşıdı. Tıp alanından örnek verelim: Dokunarak, bakarak, dinleyerek, koklayarak olup biteni anlamaya çalışan geleneksel tıbbi teşhis yöntemine ilave olarak laboratuar tetkikleri geliştirildi. Giderek önceki geleneksel yöntemler terk edilmeye yüz tutsa ve daha çok laboratuar sonuçlarına yaslanma eğilimi ortaya çıksa da, hekimlerin önemli bir kısmı geleneksel yöntemi etkin bir şekilde kullanıp yöntemin çok önemli olduğunu savunurken, mikroskop altında incelemenin ve diğer teknolojik alet edevatın sağladığı olanakları kullanmanın elzem olduğunu da vurgular. Kullanılan her cihazdan elde edilen veri, durumun ne olduğunu anlamaya yarayan bilimsel birer göstergedir. Nanoteknoloji ve diğer yeni teknolojiler süratle yol alıyor. Görünen o ki geleneksel yaklaşıma ihtiyaç duyulmayacak, hatta laboratuarları dahi gereksiz kılacak noktaya doğru ilerliyor ve yeni bir evrenin alt yapısını inşa ediyor.
Bir insanın gerginliğini, hırsını, sinirli halini, neşesini, korkusunu, hüznünü, ıstırabını, hatta doğruyu söyleyip söylemediğini yüz ifadesinden anlarız. Gözleri, mimikleri, rengi, sesi, nefes alış verişi vb neredeyse her şeyi gösterir, söyler. Evcil hayvanın tavrı, hareketi onun acıktığını veya ilgi istediğini gösterir, söyler. Psikanaliz, insana dair alenen görülemeyen verileri daha derinlere inerek görmeye, teşhis etmeye çalışır. Arkeolojik buluntular geçmişe dair veriler sunar. Ortaya çıkan her yapı, sütun, kemer, heykel, mezar, eşya, motif ve diğer materyal, çok gerilerde kalan bir dönemi anlamamızı sağlayan birer göstergedir. Mağara resimlerini hatırlayın. Hâlâ analiz etmeye çalışıyoruz. Antropoloji, geçmiş zaman insanını ve yaşanan dönemin farklı topluluklarına mensup insanlarını incelerken her biri göstergebilim kapsamında düşünülebilecek pek çok veriden yararlanır. Ve mitoloji: Dilden dile aktarılan hikâyeleri, masalları, destanları, anlatıları, şiirsel anlatıları, söylenleri/söylenceleri (adına ne dersek diyelim) incelerken satır aralarında yer alan ögeleri deşifre eder, motiflerin anlamını araştırıp bulur, dolaylı anlatımları çözer. Söylen içinde doğrudan-dolaylı yer alan her öge değerlendirmeye tabi tutulacak, analiz edilecek, çözümlenecek, yorumlanacak birer göstergedir.
Mamafih genetikle ilgili çalışmalar ve diğer bilimsel çalışmalar, örneğin, psikanalizde bu güne kadar bilinen ne varsa hepsini bir kenara itecek yeni bir ortamın oluşmasını sağlayacak gibi görünüyor. Bütün çalışmaların sonunda ortaya çıkacak durum yeni bir insana işaret ediyor ama nasıl bir insan? Tek tip insan mı? Tastamam edilgen mi?
Kötülük problemi ortadan kalkacak mı?
Sanat Alanı
Fotografçı olduğumuz için doğrudan bizi ilgilendiren örneklere bakmakta yarar var. Kuş fotografı ile ilgili olan herkes, görsel kaydını gerçekleştirdiği kuşun türünü/alt türünü doğal olarak merak eder, araştırır ve öğrenir. Yaşadığı alana, rengine, sesine, kuyruğuna, kafasına, gagasına ve daha pek çok özelliğine bakılarak kuşun türü tespit edilir. Göstergelerden yararlanılır. Aynı şey böcekler, çiçekler, ağaçlar, kaya oluşumları, toprak örtüsü için de geçerlidir. Toprağın rengine ve kıvamına bakılarak kil yahut başka şey olduğu söylenir. Yaprağına, meyvesine ve başka özelliklerine göre ağaç tanımlanır. Mermer, granit vs… oluşumun rengine, dokusuna ve başka özelliklerine göre tespit edilir. Rengine, formuna, kokusuna ve başka özelliklerine göre çiçekler isimlendirilir, sınıflandırılır. İnsan için bunların her biri somut bir göstergedir.
Sanat alanı da tarih boyu kendi kod sistemini üretmiş, geliştirip dönüştürmüştür. Bir anahtar yahut kilit tablonun içinde veya heykelin kaidesinde yer almışsa, bir şey söylemek içindir. Aslan-geyik motifi bir şey söylemek üzere nakşedilmiştir. Başın çevresinde oluşturulmuş bir hale önemli bir şeyi işaret eder. Başı insan, vücudu aslan; başı insan, vücudu at; başı insan, vücudu teke; başı insan, vücudu yılan gibi gerçeküstü figürler bir şey söylemek içindir. Üçayaklı ve kanatları olan uçan at masal dünyasından sökün eder ve o vesileyle bir şey söyler. İnsan bu; merak eder, araştırır, düşünür, hayal kurar, üretir. Korkularını oraya havale eder, endişelerini, sevinçlerini, hüzünlerini onun üzerinden paylaşır, iyi ile kötüyü bu şekilde ortaya koyar. O yüzden Gargantua ve Tepegöz’ü üretti. Üç başlı köpek, Yedi başlı ejder, Şahmaran, Romus ve Romulus, Zeus, Poseidon, Hermes, Artemis, Dionisos vb. Daha pek çok gerçeküstü figür üretti insanın hayal gücü. Göstergeler söz konusu iken, aynen somut örnekler gibi yığınla soyut örnek de verilebilir.
Akıllı telefon, akıllı ev, akıllı bina, akıllı şehir. Nesnelerin (şeylerin) interneti. Bütün işaretler gösteriyor ki aşina olduğumuz dünya bambaşka bir evreye doğru çok hızlı ilerliyor. Aheste değil, uygun adım değil, koşar adım ilerliyoruz. Belli ki bir eşikteyiz. Yeni sorular var orta yerde. Örneğin; Biyolojik pandemi belli periyordlarla tekrar edecek mi? İddia edildiği üzere onu siber pandemi izleyecek mi? Karanlık çağ öngörüsü gerçek olacak mı? Hakikaten her şey sıfırlanıyor mu, yani ‘büyük resetleme’ söylemi doğru mu? Yeni egemen sınıf sabırsız görünüyor, hiçbir şeyi doğal akışına bırakacak gibi değil. Tahayyül ettiği dünyayı (küresel egemenliğini) bir an önce inşa edip tahta oturmak için acele ediyor. Şaşırtıcı hız bu yüzden olsa gerek.
Bizler tam da gösterişli bir şekilde dünya işlerinden el çekip mistik bir dünyaya yelken açmış, inziva ile meditasyona yönelmiş, renkli taşlardan medet umar hale gelmiş, astrolojiye bel bağlamış, olup bitenlere ilgisiz, edilgen, sakin ve sessiz birer insana dönüşmüşken bunlar da neyin nesi?
Değişim
Bilmek için kâhin olmaya hakikaten gerek yok. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Koşullardaki değişim-dönüşüm nedeniyle, yazılı olan-olmayan normlar, değerler ve yaklaşımlar, kurallar erozyona uğruyor. Adım adım değişiyor her şey. Feodalizmden kapitalizme geçiş süreci gibi, şimdi de kapitalizmden kapitalizm sonrasına (‘kapitalizm sonrasının sonrasına’ demek daha uygun görünüyor) geçiş sürecindeyiz. Alışılmadık şeylere muhatap oluyoruz, daha da olacağız. Öncesini bilen, yaşayan bizler için tuhaf, çalkantılı, sancılı bir süreç bu.
Reklam afişleri veya videolarında, politik propaganda metinlerinde veya görsel materyallerinde ve başka alanlarda çeşitli toplumsal kesimlere ve bireylere iletilen üstü örtülü mesajlar, genel anlamda algı yönetimi olarak tarif edilen düzlem, manipülasyon araçları ve stratejileri, bu minval üzere akla gelebilecek diğer şeyler dahi farklılaşıyor artık.
En etkili araçlardan biri medyadır. Her ne kadar üzerine çokça konuşuyor, tartışıyor gibi görünsek de, örneğin, geleneksel medyadan (konvansiyonel medya ortamından) daha fazla etkiye yol açan sosyal medya (yeni medya ortamı) meselesini tam olarak kavrayabildiğimiz söylenemez. Dijital teknolojinin akıllı cihazları ve o cihazlar üzerinden gerçekleşen bilgi /veri akışı, bireyi tam kontrole giden yola lazım olan taşları döşüyor. Bir çıkış söz konusu değil. Bu teknoloji elbette ki gerekli. Mesele bu teknolojiye dur demek değil, çünkü öyle bir hal endüstri devrimi döneminde yığın üretime yapan ve çalışanları zor şartlara mahkûm eden fabrikaları, makineleri tahrip etme fikriyle örtüşür. Onda başarı elde edilemedi, edilmemeliydi zaten. Yeni koşullarda da öyle bir tavrın başarı şansı yoktur. Asıl mesele bütün yenilikleri, teknolojileri ve olanakları insanlığın yararına kullanmaktır. Sadece insanların da değil, yaşayan bütün canlıların, üzerinde bulunduğumuz gezegenin, yani doğanın yararına kullanılır hale dönüştürmektir.
Matt Ridley diyor ki,
…halen yüzmilyonlarca insan tek yönlü diyetlerinde A vitamini eksikliğinden ötürü kör olmakta, protein eksikliği yüzünden çocuklarının karnının şiştiğini, kirli suyun yol açtığı önlenebilir dizanteriye yakalandığını, …kolayca iyileşebilecekken sıtmadan titrediğini seyrediyor. … Omzunda makineli tüfek taşıyan oğlanlar ve vücudunu satan kızlar var. Büyük büyük torunum 2200 yılında bu kitabı okuyacak olursa, bilmesini isterim ki, yaşadığım dünyadaki eşitsizliklerin sonuna kadar farkındayım: Ben kilo almaktan kaygılanabilirken yahut bir restoran sahibi kışın Kenya’dan hava yoluyla bezelye ithal etmek zorunda kalmanın adaletsizliğinden yakınırken, Darfur’da bir çocuğun kemikleri çıkmış yüzüne sineklerin üşüştüğü, Somali’de bir kadının taşlanarak öldürüldüğü ve tek başına bir Amerikalı girişimcinin, hükümetinin bombalar yağdırdığı Afganistan’da okullar yaptırabildiği bir dünya bu.
(Terry Eagleton, İyimser Olmayan Umut, İng.Çev.Emine Ayhan, S.30’dan)
Her birimizin buna ilave edebileceği ne kadar da çok şey var!.. Bu adaletsizlik yeryüzünde daha da derinleşerek devam mı edecek, yoksa tersi bir döngüye mi girecek dünya? İyimser miyiz, kötümser mi? Eagleton, “İyimserliğin Banalliği” başlıklı bölümde, iyimserlerin inancının mesnetsiz olduğunu söylüyor. (Eagleton, a.g.e S.13) “Nasıl ki Nietzsche gücün, Heidegger varlığın filozofuysa, Ernst Bloch da umudun filozofudur. …” (Eagleton, a.g.e S.125) O halde Bloch’a kulak vermeli belki de. Doğrusu bilemiyoruz. Fritz Allhoff, Patrick Lin ve Daniel Moor’un “Nanoteknoloji Nedir ve Neden Önemlidir” adlı eserin (TÜBİTAK Yay., Çev. Özge Özgür) “İnsan Geliştirme” ye ilişkin bölümünde, “İnsanlık tarihi insanın güçlenmesinin tarihidir. … Tarihin başlangıcından beri insanüstü bir varlık, Homo Superior olmak istedik. …” diyorlar (S.343-344). Son derece haklı bir tespit!.. İşte şimdi denebilir ki tam da o eşikteyiz. Lakin kim, hangi insan süper insan olacak? Büyük soru bu. Her birey bununla ödüllendirilir mi? Donal O’Shea,
Tarihçilerin yirminci yüzyılı anlamlı bir şekilde değerlendirmek için gereken perspektifi edinmeleri yıllar sürecek. Başka hiçbir yüzyıl böyle toptan bir kıyıma sahne olmamıştır.
O’Shea, “Poıncare Sanısı”, Çev.Bilge Tanrıseven, TÜBİTAK Yay., S.222
Derken oldukça önemli bir şeye temas etmiş.Ne ki 21.Yüzyılın bu bağlamda olmak üzere 20.Yüzyılın papucunu dama attığı da söylenebilir. Akıllara durgunluk verecek teknolojik gelişmeler, iktisadi, sosyal, siyasal, kültürel gelişmeler asıl milenyumdan sonra ortaya çıktı. Bunun sonunda insanlığı neyin beklediğini henüz tam olarak kestiremiyoruz. Paul Mason şunları söylüyor:
1347’de, Yersinia pestis basili Avrupa’yı vurdu. 1353’te, Kara Ölüm denilen büyük veba salgını, Avrupa nüfusunun en az dörtte birini öldürdü. … Veba salgını sona erince, iktisadi mücadeleler patlak verdi; Fransa ve İngiltere’de köylü isyanları, kilit öneme sahip imalat şehirleri olan Gent ve Floransa’da işçi ayaklanmaları çıktı. Tarihçiler bunu ‘feodalizmin genel krizi’ olarak adlandırırlar.
(Mason, Kapitalizm Sonrası, İng.çev. Şükrü Alpagut, Yordam Yayınları, S.320)
Bu önemli cümlelerden sonra tabii ki yaşadığımız dönemde (2020-2021) yerküreyi teslim alan Covid-19 pandemisi ister istemez akla gelir. Henüz çok büyük çapta sosyal çalkantı söz konusu olmamakla birlikte, yeni salgın beklentisi ve yığınların işsizliği öngörüsü haklı çıkarsa, geçmiş zamanda olduğu gibi entelejansiya bu kez de ‘kapitalizmin krizi’ yorumu yapabilir. “Dünya dönerken, Şangay ve Singapur gökdelenlerinin orta katlarında gün doğuşunun aydınlattığı jimnastik salonları, iş insanlarının, tıpkı kendileri gibi insanlarla yarış içinde geçecek bir gün beklentisiyle koşu bantlarında taban teptiklerine tanıklık eder. Orta Asya’nın koruma ordusuyla gezen zenginleri, dünyayı soyacakları yeni bir güne başlarlar. Hepsinin üstünde, kaşlarını çatarak dizüstü bilgisayarlarına eğilmiş tekdüze yüz ifadeleriyle küresel seçkinler uzun mesafeli uçuşların birinci sınıf kabinlerinde süzülürler. …” (Mason, a.g.e.S.386)
Bu gibi saptamalar, 21.Yüzyılın nelere gebe olabileceği konusunda az çok fikir vermekte.
Bütün analizler, tespitler, yorumlar, öngörüler vs ciddi anlamda ufuk açıcıdır hiç kuşkusuz. Fakat Rosa Luksemburg meselenin can damarına basarak şunu söylüyor:
Sermayenin, tüm yerkürenin üretim araçlarına ve emek gücüne ihtiyacı var.
(Leo Panıtch, Greg Albo, Vıvek Chıbber, “Sınıflar Dönüşürken”, İng.Çev.Tuncel Öncel, Yordam Kitap, S.15’den).
Yeni bir insanlık evresine doğru yol alırken bilime, sanata, kültüre, ekonomiye, siyasete, kısacası hayata dair ne varsa bundan olumlu-olumsuz nasibini alacaktır. Küresel bağlamda tek tip oluşun hız kazandığı bir zamanda ve nihai olarak yokluğa varılacağı yargısından ötürü, kanaatimizce pek çok şey ömrünü tamamlamak üzeredir, araştırmalara konu olmak için raflarda yerini alacaktır. Göstergebilim de onlardan biridir. Altını çizerek, bunun bir kanaatten ibaret olduğunu bir kez daha belirtmek isteriz. Takvim vermek, bu gün-yarın gibi bir şey söylemek ise büsbütün yanlıştır. Yakın-uzak bir gelecek tahayyülü ile ve ne yazık ki karamsar bir bakış açısıyla böyle bir sonuca varıyoruz.
Bütün karamsarlığımıza rağmen, Rosa Luksemburg’un sözünü küçük bir kâğıda yazıp görünür bir yere iliştirmekten kendimizi alamıyoruz.
Bize Ulaşın