Kitsch (Kiç): Hayatın Ta Kendisi

/

Kültür-sanat ortamında (entelektüel ortamda) ‘kiç’in ne anlama geldiğine bakıldığında, üç aşağı beş yukarı şu sözcüklerin karşılığı olarak kullanıldığı görülecektir: Bayağı… Ucuz… Kalitesiz… Niteliksiz… Yüzeysel… Yetersiz… Zevksiz… Uyumsuz… Basit… Yaygın… Ticari… Sahte… Taklit… Dejenere… Sığ… İğreti… Uydurma… Rüküş… Banal… Kolay… Değersiz… Boş… Sıradan… Pespaye… Kaba… Kişiliksiz…

Dilerseniz bu sözcüklerden bazılarını çıkartın (atın) ve/ya başka sözcükler ilave edin. Bunu yapmanızı kısıtlayabilecek hiçbir şey yok. Hatta atacağınız ve/ya ilave edeceğiniz sözcükler meramınızı daha güçlü şekilde ifade etmenizi sağlayabilir. Sözcükler tamam olduğunda ise, ikinci aşamaya geçip onları açımlamak ve üzerinde düşünmek gerekecektir. 

Buradaki her sözcüğü bir başlık olarak düşünelim ve başlığı attıktan sonra altına o sözcüğü açıklayan cümleler, örnekler yazalım. Diyelim ki, “Değersiz” başlığını attık ve altına açıklayıcı cümleler yazdık, bu sözcüğe dair örnekler paylaşmak istedik. Kuşkusuz, sayfanın tamamını açıklayıcı cümleler ve ilgili örneklerle doldurabiliriz. Muhtemelen seçeceğimiz her başlığın (sözcüğün) altında bu şekilde onlarca örnek yer alacaktır. Hepsini alt alta yazıp tamamladıktan sonra, dönüp gözden geçirelim. Belleğimizde ‘kiç’ kavramına dair epeyce veri/bilgi stoklamış oluruz. Bu ön bilgilerin ışığında mevcut sanat ortamına bakalım. Yetinmeyelim ve geçmişe dönüp sanat tarihine bakalım. Çok tutarlı olmasa ve yeterli sayılmasa da bir yargı oluşturma şansı elde edebiliriz.

Endüstri Devrimi Süreci

Fiilen hayatın içinde oluşu tarihin çok eskilerine gitse de, Endüstri Devrimi sürecinde ve sonrasında gerçekleşen iktisadi, ticari, kültürel, politik, sosyolojik ve psikolojik gelişmelerin sonucunda, özetle, üretim ilişkilerinin değiştiği ve toplumsal vaziyetin başkalaştığı yeni bir insanlık hali evresinde kitsch kavramı ortaya çıktı. Öyle olması da gayet doğaldır, çünkü bütün kavramlar (ilgili kavramı ifade eden sözcükler), ona gereksinim duyulduğu zaman ortaya çıkarlar. Bu yeni kavram da (ifade, yaklaşım, yorum, sözcük, söylem vs) ona gereksinim olmadığı halde üretilmiş değildir.

Kitsch, (varsayılan tarih itibariyle) 19.Yüzyılın ikinci yarısında, değeri düşük, yüzeysel sanat nesnesi alanları ve satanları (hedeftekiler, görgüsüz olarak nitelenen zengin tüccarlardı) küçümsemek için Almanya’da kullanıldı.

Sanatın kuramsal düzleminde otorite kabul edilen, söz sahibi olan Greenberg, Adorno ve Broch’un kiç üzerine söylemlerini veya yorumlarını, yazıp çizdiklerini incelemek suretiyle epeyce bilgi biriktirilebilir.

Öyle bir incelemeden sonra aynı yerden bakarak değerlendirme veya yorum yapılabileceği gibi, başka yerden bakarak değerlendirme veya yorum da yapılabileceğini aklın bir köşesinde tutmak gerekir. Karşıt bir görüş ileri sürmek anlamında söylemiyoruz bunu. Elbette ki karşıt görüş de ileri sürülebilir, bununla birlikte, bu güne dek yapılan bütün değerlendirme ve yorumların üzerine kısmen farklı şeyler ilave etmek suretiyle meselenin kuramsal boyutuna güç kazandıracak bir katkı sunmak da olasıdır.           

Kitsch’e gereksinim, feodal dönemin egemeni büyük toprak sahibi aristokrat soylu sınıfın, kapitalist döneme geçildiğinde egemenliği tüccar ve sanayici burjuva sınıfa devrettiği aşamaya veya başka bir yerden bakıldığında, büyük toprak sahiplerinin tarım faaliyetlerini gerçekleştiren serfler ile küçük atölyelerde üretim etkinliğinde bulunan zanaatkârların, yığın üretimi yapan fabrikalarda işçi olarak çalışmaya başladığı döneme ve devamındaki sürece tekabül eder.

Aristokrasinin asırlara dayanan (birikimin nesilden nesile aktarıldığı dikkate alındığında, ‘bin yıllar’a dayandığı da söylenebilir) köklü bir kültürü vardı. Yapıp etmelerini meşru kılan ve en üst toplumsal katman olmalarını sağlayan değerler manzumesi (normlar bütünü, ölçüler/kriterler) oluşturmuşlardı.

Kimi aristokrat (soylu) vaziyete uyum sağlayıp, soylu olmayan burjuva sınıfı saflarında kendisine yer açsa ve hatta bu yeni sınıfın da iplerini ele alıp tarihin derinliklerinden süregelen egemenliği kimseye bırakmasa bile, kimi aristokrat uyum sağlayamamış ve mirası hızla tükettikten sonra (ki çoğu kez o miras üç on paraya yeni burjuva sınıf tarafından yağmalanmıştır) yok olup gitmiştir

Akılcılık

Endüstri Devrimi döneminin rehberi rasyonalizm, onun bağlandığı yer ise akılcılıktır.

Doğa olaylarında olduğu gibi, sosyal yaşamda da hiçbir şey yalnız başına gelişmez, her şey birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Biri diğerini tetikler yahut biri diğerinin sonucudur. Biri diğeriyle birlikte ortaya çıkar ve/ya biri diğerini anlamamızı sağlar. Aydınlanma, Fransız İhtilali, Endüstri Devrimi, …ne varsa yan yana sıralanıp bakıldığında, bir zincirin halkaları gibi hepsinin birbirleriyle ilişkili oldukları görülür. Aynı zamanda her şey zıddını doğurur ve/ya her şey zıddıyla vardır. Doğanın diyalektiği böyle iken, bu hal doğanın küçük bir unsuru olan insan türünün dünyasında da yerini elbette ki bulur.

Empati yapabilmek veya zamanın ruhuna erebilmek amacıyla o atmosferi tahayyül etmek, hissetmek üzere fazla ayrıntıya girmeden soylu aristokrat sınıfla, onu tasfiye edip asırlardır devam edegelen egemenliği ele geçiren soylu olmayan burjuva sınıfı hatırlamaya çalışalım.

Aylaklık

Kökleri çok eskiye giden aristokrasi, büyük toprak sahibi ve egemen güç olmaktan başka, kendisini halktan ayıran kültürü (üst kültürü) de oluşturmuştu. Saraylar, şatolar, malikâneler, köşkler, surlar, uçsuz bucaksız araziler ve o arazilerdeki tarım etkinliğini gerçekleştiren serfler.

Aristokrat (soylu) aile bireyleri, aylaktı.

Aylaklık halinin sağlanmış olması son derece önemlidir, çünkü aylaklık hali sağlanabildiği zamandan itibaren kültür-sanata, entelektüel hayata yöneliş hız kazanır, yoğun ve etkili gerçekleşir. 

Aylak sözcüğü kimi durumlarda oldukça masum görünür ve meselenin özünü anlatmaktan epeyce uzağa düşer. İtiraf edelim ki aristokrasinin halini ifade ederken aylaklık daha çok onların entelektüel uğraşı içinde olmalarını sağlarken elde edilmiş ilave bir olanak olarak yerli yerine oturur. Kalan kısım için asalak sözcüğü daha isabetli olacaktır.    

Aşçılar, hizmetçiler, uşaklar, kâhyalar, seyisler ve diğer çalışanlarla neredeyse koca bir ordu onların hizmetindedir. Bir şey yapmaları gerekmez. Balolar, davetler, şölenler, partiler, kutlamalar, törenler, zengin sofralar, pahalı mobilyalar, altın ve gümüş kaplama yemek takımları, mücevherler, en iyi terzilerin elinden çıkmış pahalı ve şık giysiler, zarif ve güçlü atların çektiği dillere destan arabalar.

Bundan ötürü, kendisini kutsayan ve her şeye tepeden bakan bir hayatla ödüllendirilmişlerdi adeta.

Debdebeli, etkileyici.

Vals, klasik müzik, opera, bale, av partileri, özel olarak ciltlenmiş nadide eserlerden oluşan koca bir kütüphane, çağın büyük sanatçılarının elinden çıkmış tablolar ve yontular, edebi ve felsefi sohbetler.

Baş döndürücü.

Burjuva

Aristokrasinin bu kanıksanmış ve kendini tekrar eden geleneksel yaşamı devam ederken, diğer alanlar durağan değil, oldukça devingendir. Soylu aristokrat sınıfın bütün lüks tüketim ihtiyacını karşılayan, denizaşırı ticaret yapan, ucuza alıp pahalıya satan, pazarı esas alan ve yığın üretimini gerçekleştirecek teknolojileri destekleyen soylu olmayan tüccar sınıf büyük miktarda sermaye biriktirdi. Makineleri tesis edip, fabrikaları kurunca yığın üretimini gerçekleştirdi ve sermayesi kat be kat arttı. Gemi filoları, tersaneler, madenler, makine ve ekipmanlar, fabrikalar vs bütün üretim araçları onlarındı. Tarım işçileri ve zanaatkârlar (isteyerek veya mecbur kalarak) saf değiştirip fabrikalarda ve madenlerde çalışmaya başlamışlardı.

Burjuva sınıf maddi anlamda alıp yürüse de, kültürel olarak aristokrat sınıfa dahil olması mümkün değildi. İmrenilen soylu sınıfa geçiş, evlilik bağıyla da, başka yollarla da asla tam olarak sağlanamıyor, sadece bazı alt unvanlar (ender haller için) ihdas edilebiliyordu. Gıpta ile bakılan aristokrat ortama onlardan biri duygusuyla girmeye muvaffak olmak, en azından psikolojik boyutuyla hiç kolay değildi.      

Feodal sistem, yerini kapitalist sisteme ve doğal olarak aristokrasi de yerini, burjuvaya bırakmıştı.   

Aristokrasinin görgü kuralları

Endüstri Devrimi’ne yol açan şey, teknolojik gelişmelerdir. Teknolojik gelişmeler hayatın her alanına yansır ve yaşamın yeniden düzenlenmesine doğrudan ve dolaylı yol açarlar. İktisadi hayat değişir, politikalar değişir, bu da sosyal hayata yansır ve mevcut değerler örselenip yenilenir, böylece kültürel hayat da başkalaşır. Yeni durum, psikolojik vaziyeti de etkiler.

Burjuva sınıf, egemenliği elde ettikten sonra, aristokrasinin mirası olan birikimi bütünüyle ortadan kaldırmadı elbette. Tarihin hiç bir döneminde böyle bir şey olmaz. O mirasın şiddetle reddedildiği, her şeye sıfırdan başlandığı varsayılan zamanlarda bile, tarihten süzülüp gelen miras hayata sindiği için bilinçli ya da bilinçsiz şekilde hep kullanılır.

Klasik müzik, opera, bale, iyi giyim-kuşam, parti, davet, yeme-içme, lüks hayat tam olarak eskisi gibi olmasa da, onun devamı sayılabilecek şekilde yeni burjuva hayatta sürer gider. Burjuvayı görgüsüz ya da sonradan görme, zevksiz sayan aristokrasinin görgü kuralları, kültürü bir miktar aşınmış şekilde de olsa yeni burjuva hayatta vardır. Ancak onun da yerli yerine oturabilmesi için üç-beş kuşak geçmesi, aynen aristokraside olduğu gibi mirasyedi, aylak yeni kuşakların beklenmesi gerekecektir.

Burjuva sınıfın özlem duyduğu yaşam biçimi, aristokrat yaşam biçimi idi. Ne ki yeni iktisadi ve sosyal hayat, yeni kültürel ortam, kısacası yeni atmosfer onun tamamını almayı gereksiz kıldı. Bir bölümü gereksizleşirken, bir bölümü varlığını sürdürdü. Sürdüren de, soylularca kaba saba ve görgüsüz telakki edilen halleri kendinden önceki kuşağa nazaran daha fazla minimize edebilen sonraki kuşaklardı.   

Artık atlı arabalara ihtiyaç yoktur, çünkü otomobil vardır, raylı sistem vardır. At binmek, eskisi kadar rağbet görmez. Yeni dönem, hipodromları ve at yarışlarını içerir. Yüzbinlerce dönüm araziye ihtiyaç yoktur, çünkü sermaye egemendir. Banka binaları, ofisler, limanlar, depolar, iş makineleri gereklidir. Onlarca ev hizmetlisine ihtiyaç yoktur, ofiste, fabrikada, depoda çalışacak yetenekte insanlara ihtiyaç vardır. Okullaşma nedeniyle, mürebbiyenin yerini öğretmen almıştır. Av partileri gereksizleşmiştir, silah kullanma arzusu atış poligonlarında tatmin edilmektedir. Şato gibi devasa yapılara, yüzlerce odası olan büyük malikânelere ilgi kalmamıştır, daha pratik yaşam alanları veya konutlar tercih edilmektedir. Kapitalist sistemin insanı hareketlidir, işin başında bulunur, yoğun mesai harcar. En azından palazlandığı ilk dönem itibariyle, aristokrat kadar boş zamanı yoktur. Konfeksiyon üretimi gelişmiş ve kıyafetler eskisinden farklı formlar, görünümler kazanmaya başlamıştır. Alışılagelen estetik-güzellik bilgisi kadar ve hatta daha fazla, ergonomi önem kazanmıştır. Böylece hareketi kısıtlayan aristokratik giyim zamanla terkedilmiş, daha rahat kıyafetlere ilgi artmıştır. Esasında yeni koşullar, eski olanın bir kısmının terkedilmesini zorunlu hale getirmiştir.

Bir devir kapanmıştır.

Ve bu arada burjuva sınıfın sürekli büyüyen işlerini yönetecek, hesap kitap işlerini yürütecek, teknik işlerinin sorumluluğunu alacak bilgili, yetenekli, becerikli profesyonel elemana gereksinim doğmuştur. Ham madde ve ara madde tedariki ile fabrika ve tesislerden çıkan ürünlerin pazarda dolaşımını ve satışını gerçekleştiren küçük çaplı yeni iş ve işletmeler de ortaya çıkmıştır. Bu durum zayıf da olsa bir orta sınıfın (ilerleyen zamanda büyüyüp güçlenecektir) habercisi olmuştur. Ve bu arada ruhban sınıf etkisini kaybetmiş gibi görünmektedir (görünmeyen kısım elbette ki farklılık içerir).

Yeni devir, aynı zamanda kendi değerler sistemini inşa etmiştir.

Asırlardır oldukça mağrur edayla görkemli bir taht üzerinde oturan feodalizmi tahtından-tacından eden ve törene gerek bile duymadan tacı takıp tahta oturan yeni sistem kapitalizmdir.

Yeni sistem semirdikçe azgınlaşıp feodal dönemi bile mumla aratır hale gelse de, gelişen teknolojiler nedeniyle insanlık âleminde her hal ve kârda nisbî gelişmeler yaşanmıştır, yaşanmaktadır.

Burjuva sınıfın azgınlaşmasını, haydutlaşmasını belirgin şekilde, yerin yüzlerce metre altında maden ocaklarında çok ağır koşullarda çalışan onbinlerce çocuk işçide, her tür hastalığa davetiye çıkartan pislik içindeki işçi mahallelerinde, kolunu bacağını makinelere kaptırmış veya iş kazasında ölmüş hiçbir güvencesi olmayan işçilerde, aynı işi yaparken, aynı miktarda ve hatta bazı durumlarda daha fazla miktarda üretimi gerçekleştirirken, erkeklerden çok daha düşük ücretlerle çalıştırılan kadın işçilerde, tekelleşebilmek için çevrilen dolaplarda, hammadde kaynaklarını ve dış pazarları ele geçirmek için yapılan savaşlarda ve başka bir yığın şeyde görürüz.

Yeni egemen burjuva sınıf paraya boğulmadan, servetinin miktarını bilemez hale gelmeden, işçi sınıfının yaşadığı sefalet dayanılmaz boyuta ulaşmadan, duyarlı cesur insanlar harekete geçmeden işçi sınıfının yaşamında düzelme olmadı.

Eski zamanda aristokrasi ve karşıtı (ona hizmet eden -üreten- alt katman) serf vardı, yeni zamanda burjuvazi ve karşıtı (onun tezgâhını çalıştıran -üreten- alt katman) işçi sınıfı (literatüre uygun ifadeyle söylersek, proleterya) oluştu.  

Ruhban sınıfı

Kapitalizme geçildiği döneme değin sanata dair her şey soylu sınıftan, aristokrasiden sorulur haldeydi. İşte bu noktada, kilisenin (ruhban sınıfın) gücünden de söz edilmesi gerekir. Başlangıçta olmasa bile tarihin belli dönemlerinde neredeyse aristokrasiyle atbaşı giden, hatta bazen onu da ürkütür seviyede bir güce erişen kilise vardır.

Dönemin büyük sanatçılarının resim ve heykelleri, soylu ailelerin muhteşem malikânelerin duvarlarını ve bahçelerini süslemekte, önemli yazılı metinler ise, pahalı ciltler halinde onların kütüphanelerinde yer almaktadır. Oturdukları şatolar, malikâneler, köşkler vs de, içlerinde barındırdıkları nadide eserler kadar özel ve kendine has mimari örneklerdir.

Aynı şey kilise için de geçerlidir. Mimarisinden başlayarak, ruhbanın inşa ettirdiği tarihi yapılarda iç mekân gözden geçirildiğinde neredeyse aynı şatafata, bazen çok daha görkemlisine rastlamak kimseyi şaşırtmaz.

Sanatın niteliğini de, niceliğini de belirleyen bu iki sınıftı: Aristokrasi (soylular) ve ruhban.

Ruhbandan sınıf olur mu?

Sorusu akla gelebilir. Kendisini iktisaden, hukuken, siyaseten, kültürel düzlemde ve psikolojik bağlamda toplumun diğer kesimlerinden ayırmış, özel statüsünü oluşturmuş, egemenliği aristokrasi ile önemli ölçüde paylaşmış ve dahi bazen onu bile tehdit edecek kadar güç kazanmış kendine has bu elit kesimden elbette ki sınıf olur. Sanat etkinliklerinin arka planı onlara (aristokratlara ve ruhbana) aitti. Mesen, onlardı. Büyük sanat insanlarını onlar himaye etmekteydiler. Onlar desteklemeden yahut sipariş etmeden kayda değer bir sanat etkinliği gerçekleşemezdi. Ve onların sipariş ettiği eserler, akla ziyan denebilecek ölçüde pahalı idi. Büyük sanatçılar onlardan gelen siparişlerle atölyelerini yürütebiliyor, yaşamlarını sürdürebiliyorlardı.   

Yineleyelim; bütün bilgiler, bütün birikim kuşaktan kuşağa silsile yoluyla intikal eder. Tarihin karanlık dönemlerinde önemli bilgiler yağmalama, yakıp yıkma nedeniyle yeryüzünden tamamen silinmiş olsa bile, gene de sonraki kuşaklara bırakılan çeşitli izlerden, yıkıntılardan elde edilebilen işaretlerden ve belleklerde kalanlardan bazı bilgiler her dönem aktarılmıştır.

Bütün çağlar, kendinden önceki çağların birikimi üzerine inşa edilmiştir. Bilime, sanata, kültüre ilişkin pek çok şey, önceki dönemden devralınmıştır. Özellikle felsefe ve sanatta devralınan miras son derece önemlidir. Bu anlamda, felsefe ve sanatla dirsek temasında olan teoloji alanına da özel bir dikkatle bakılmalı. Ayrıca, Sanayi Devrimi sonrasında bile felsefe ve sanat insanlarının antik dönemi incelemeleri boş yere değildi.

Ne idi, ne oldu?!..

Kapitalist dönemde ortaya çıkan ve feodal dönemle taban tabana zıt olduğu rahatlıkla söylenebilecek yeni-farklı mentalite nedeniyle sanata yaklaşım da başkalaşmıştı. Gerek sanat tüketicisi, gerekse sanat üreticisi için artık durum çok farklıydı.

Oysa önceki dönem sanat tüketicisi ruhban ve aristokrat, sanat üreticisi ise başyapıtların sahibi ender sayıda usta ve/ya üstad idi. Aristokrasiye kabul edilmek, maddi güç elde ederek ve kan bağı oluşturarak kıyısına varılabilse bile, soylu sınıf dışında imkânsızdı. Ruhban sınıfın üst kademelerine (güç elde edilebilen veya söz sahibi olunabilen mertebelere) erişmek ise çok enderdi. Benzer şekilde, büyük sanatçıların, üstadların arasında kendine yer açabilmek de aynı ölçüde zor ve imkânsız gibiydi.

Denebilir ki Fransız İhtilali ve Endüstri Devrimine kadar adeta kalın bir zırha bürünmüş bu vaziyet büyük oranda muhafaza edilmişti.

Yeni dönemin ortaya çıkardığı koşullarda her şey altüst oldu. Hem alıcı/tüketici bakımından, hem de satıcı/üretici bakımından, sanat piyasası artık herkese açıktı. O zamana dek evinin duvarına bir resim asamamış ve buna gıpta etmiş olan düşük gelirli insan ile o güne dek tablosunu satamamış ressam buluşturuldu. Yüzyıllar boyu sadece egemen olanın, en üst gelir grubuna mensup olanın ve üstad kademesinde kendine yer açabilen sanatçıların tekelinde olan sanat üretimi ve tüketimi tekeli kırılıp parçalandı. Gerek üst gelir grupları, gerekse alt gelir grupları kendi gelirleri nisbetinde sanat objesi alabilir hale geldiler.  

Unutmamalı, böyle olmasında foto-graf teknolojisinin çok büyük rolü var.

Foto-graf teknolojisi

Büyük paralar ödeyerek aile bireylerinin portrelerini usta ressamlara yaptıran aristokratlara karşın, aile bireylerinin portrelerini asla yaptıramayacak yığınların imdadına foto-graf teknolojisinin yetiştiği söylenebilir. İlk zamanlar olmasa bile, ilerleyen zaman içinde hızla yayılarak bütün toplumsal kesimleri eşitleme eğilimi gösterdi.

Kâr getirici potansiyele sahip bir teknoloji üretilmişse, mümkün olduğunca geniş bir pazara yayılmalı ve olabildiğince çok kâr elde edilmeli.

Kapitalist burjuva sınıfın rasyonalitesi bunu dayatır.    

Bütünüyle kâr amacına odaklanmış, olabildiğince fazla kâr için meşru-gayrı meşru (döneme göre) bütün yol ve yöntemleri mubah sayan mentaliteyi küçümsemelerini ve büyük servetler edinerek aristokrat sınıfa dahil olma (egemenlik kurma) hayallerini ham hayal saymaları, dönemin atmosferi dikkate alınarak normal kabul edilebilir. Entelektüel bağlamda aristokrat sınıf, yeni zengin sınıfla (burjuvayla) kıyaslanamayacak kadar (elbette ki o dönem için) büyük bir birikime sahipti. O yüzden de burjuva sınıfın yetersiz birikiminin derinliği olmadığını söylemeleri yadırganmamalıdır.

İlk gençlik yıllarında amatör olarak uzun süre resim ve karikatür yaptı, edebiyat dünyasına yakın durdu. Üniversite sonrası amatör olarak Halk Müziği ve Kültürü konusuna eğildi. 90’lı yılların başlarında amatör olarak fotografa başladı.
Resmi ve Özel Kurum ve Kuruluşlarda Temel Fotoğraf Eğitimi Seminerleri ve İleri Düzey Fotograf Seminerleri verdi, Atölyeler gerçekleştirdi. Basılı ve sanal ortamda Felsefe, Yazın ve Fotograf dergilerinde fotografa ve sinemaya dair yazıları yayınlandı.
Sinemaya, edebiyata, müziğe, fotografa ilişkin okumalarını sürdürmekte, çeşitli metinler kaleme almakta, denemeler ve/ya eleştirel denemelerle yazı serüveni devam etmektedir.
Ulusal ve uluslararası fotograf yarışmalarında jüri üyesi oldu, çeşitli platformlarda gösteriler ve söyleşiler gerçekleştirdi, panelist oldu, çalıştaylarda bildiri sundu.
Fotografın farklı kulvarlarındaki usta fotografçılarla bir dizi söyleşi/röportaj gerçekleştirmek suretiyle onların yaşam öykülerini, fotograf serüvenlerini, duygu ve düşünce dünyalarını kitaplaştırıp sonraki kuşaklara aktarmaya çalıştı.
Kitapları:
“Fotograf Sanatı Üzerine” 4 cilt.
“Fotoğraf Ustaları” 10 cilt
“Işıkla Resmedenler” 16 cilt
“Handan Tunç ile Sanat (Özelde Fotograf) Üzerine Söyleşi
“Kan Çiçekleri” (Ressam Hikmet Çetinkaya’nın otobiyografisi)
“Sicim” (Ressam Ahmet Yeşil’in biyografisi)
“Bir Lisan-ı Münasip Foto-Graf”
“Dikensiz Kirpi” (Eleştirel Deneme)
“Köhne Bahar” (Roman)
“Demir Çıra” (Öykü)
“Kırık Köşe Taşları” (Öykü)

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Son yazılar: Fotoğraf

Gerçeküstü Bir Buluşma

Yabangülü hırsızı Sade, gönülçelen Marki Sevdadan eli kırmızı Şair, yazar, ressam, oyuncu ve film yönetmeni Jean…